29 Nisan 2020 Çarşamba










lan
çete misiniz lan siz

tanrı ile aramda olanları
sakladığıma pişman etmeyin beni
siktir edin aranızdan amına soktuğum yahudilerini
























iki kadeh içtim
boşa gidiyor ömrüm

28 Nisan 2020 Salı










öncelikle hepinizin şerefini sikeyim
mütematiyen okuduğunuzu görebiliyorum
lakin makin siktir edin hepiniz
orospu çocuğuzunuz
ananızın verimkarlığıyla bir yere gelmiş olmanız
tamamiyle kanınızın bozukluğundan
en son amınıza koyar sizi
allah belanızı versin diyerek uğurlarım















işinizi düzgün yapsaydınız
beni işe almanıza gerek kalmazdı orospu çocukları




























bana iftira atan orospu çocuğu polis
zarara uğradım diye devletten tazminat almış
bende avel gibi geziyorum bi şey çıkmaz bundan diye
lan orospu çocuğu polis devletten parayı almış çatır çatır yemiş
devlet de götüme yine polis gibi orospu çocuğu bir avukat takmış
ikiye üçe katlamış
benden parayı istiyor
vay amk
bu ayarda bir polis olması muhtemel kişi sıkmış öldürmüş olabilir
bunu çarmıha gerin isa oturup ağlasın başında kanını siktiğimin polisinin
gerçekten kaza ise elinin ayarını sikeyim senin rozetini ve silahını bırak denir
bu arada bu suriyeli lan ne zaman badem gözlü oldu olm
ipsalada kahpe yunan polisi sıkarken zeybek oynuyordunuz amına soktuğum kemalistleri






































yüreğiyle bakan insanlar
sizinle tanışmak için
karanlıktan çıkmanızı bekliyor





















Ebru Gündeş - Her Mevsim (Canlı Performans)

25 Nisan 2020 Cumartesi

zengin adam










bana hayalin ne olduğunu, sadece gerçekler söyleyemedi, diye sayıklıyordu, zengin adam. şu an virüse nasıl yakalandığını öğrenebilmek için, neyi var neyi yok, her şeyini vermeye hazırdı. sıfırdan başlamak gerekse bile, dünyayı tekrar ele geçirmenin; vücudunun her zerresini dayanılmaz ağrısıyla ezen, yakıcı ateşiyle kavuran bu korkunç hastalığı yenmekten; daha kolay olacağını düşünecek kadar çaresizdi.

devasa varlığını yönettiği gökdelenin tepesinden, atalarından kalan muhteşem kaleye götürülmek üzere; nefes alamaz bir halde bindirildiği helikopterde; gözlerini bir an güçlükle açtı ve yanında kimler olduğunu görmek istedi. sadık yardımcısı, koruma müdürü ve özel doktoru, koruyucu tulum giymiş bir vaziyette yanındaydılar. en yakınında bulunan insanlar neden hasta değildi. düştüğü acınası durumun baş şüphelilerine bir şeyler söylemek için, yüzündeki oksijen maskesini çıkarmak istediyse de; parmaklarını kımıldatacak gücü kendinde bulamadan bilincini kaybetti.

beş yıl önce sahibi olduğu global şirketlerin hedeflerini, virüsün etkileri yönünde revize etmekle yetinmemiş; ölümsüzlüğün yolunu bulmaları için kurduğu gizli labaratuvara, bu iş için özel viroloji bölümü eklemiş; paragöz bilimisanları ve her ülkede bulunan ajan hücreleriyle, dünyanın tek hakimi olmak için hastalığı manipüle etmişti. beş yılda hükümetleri, ordularını birer kuklaya çevirmiş; iyice köşeye sıkıştırıp imzalattığı antlaşmalarla, dünya devletlerinin perde arkasındaki lideri olmuştu. krallığını ilan etmek için gün sayan; etrafına ördüğü gelmiş geçmiş en sağlam güvenlik duvarını ayakta tutmak için, kazancının yarısını gözden çıkaran zengin adam; kurduğu tuzağa kendi düşen, aptal avcı gibiydi.

sağlığına tekrar kavuşması için götürüldüğü kalenin; en dıştaki duvarının uzunluğu yirmi yedi kilometre, yüksekliği altı metreydi. ikinci duvar ondört kilometre uzunluğunda, sekiz metre yükseliğindeyken; son duvar altı kilometre uzunluğunda ve oniki metre yüksekliğindeydi. duvarların tek giriş noktaları vardı ve virüs tehditi büyüdükçe; sığınaklar, elektrikli tel ve mayın tuzaklarıyla güçlendirilmişti. özel kuvvetler geçmişi olan askerler tarafından her santimetrekaresi; hiçbir devlette olmayan elektronik sistem ve silahlarla takip ediliyor, korunuyordu. iç duvarın ortasında yükselen kale yerleşkesinin; biri iç duvarın kapısına, diğeri arkadaki ağaçlık bölgeye bakan iki girişi bulunuyordu. ağaçlık alanın içinde; eşsiz atların bulunduğu bir ahır, en iyi av köpeklerinin beslendiği bir barınak ve bahçıvanın kaldığı eski bir kulübe vardı.

kalede onlarca yatak odası, her türlü zevke göre döşenmiş salonlar ve yüz kişiye üç yıl yetebilecek, aşırı lüks bir sığınak mevcuttu. kale, zengin adama kaldıktan sonra, her seferinde kamyon yüküyle para harcanarak; çok özel sanatçı ve mimarlarla, dört kez restore edilmişti. varoluşu, ziyan olup giden, sahipsiz bir sanat eseri olarak görüyordu. sanatçılar eserlerinin kıymetini bilemezler. onlara ancak sahip olanlar gerçek değerlerini kazandırır. bir şaherser, onu yaratana değil, ona sahip olana güç verir ve onunla hükmedebileni yüceltir, diyordu. aslında, ömrü boyunca tek düşman olarak, ölümü görmüştü. hayatını, her şey benim olacak. benim olan, bende kalacak. ölümü yenemezsem de; benim olan, kimsenin olmayacak, idealiyle yaşıyordu  dünyanın her köşesinden; türlü yollarla elde ettiği sanat eseri ve antikaları kalesinde toplayan zengin adam; kalenin her köşesinde başarı ve zafer imgesi görmek istemiş, yatak odasının tavanında ise, ölümsüzlük temalı bir eserin yer almasını emretmişti. uyumadan önce ve uyanır uyanmaz görmeye bayıldığı eserin bulunduğu yatak odası, şimdi tıbbi cihazlar; maskeli, tulumlu doktor ve hemşirelerle doluydu. kalenin içindeki tüm kapılar, koridorlar naylon brandalarla izole edilmiş durumdaydı.

zengin adam, sadık yardımcısından; olası bir sağlık problemine karşı böyle bir plan yapmasını, salgının başladığı ilk günlerde istemişti. gelecek olan doktorlar, sağlık çalışanları yakın aile fertleriyle birlikte ağırlanacaktı. virüse ve diğer hastalıklara karşı geliştirilen ilaçlar, kan ve gerekli ekipman; sürekli güncellenerek, el altında hazır tutulacak, ayrıca başka güvenli yerlerde yedeklenecekti. kriz anında doktorların tüm dikkatini kendisine vermeleri için, kesenin ağzı sonuna açılacaktı. sadık yardımcısın planını beğenenmiş, fakat beğendiğini söylememişti. onay verirken; buna ihtiyaç kalmayacak, zaten bu plan devreye girerse sonum gelmiş demektir, diyordu içinden. çünkü asıl önemli olan, hastalığa hiç yakalanmamaktı. bu nedenle gökdeleninin son on katını kullanıma kapatmış, giriş çıkışlara dezenfektan kabinleri koydurmuş, personele her gün test yapılmasını emretmişti. fiziksel olarak kendisine ve kişisel kullanımında olan; tüm binek, araç ve gereçlere yaklaşılmasını yasaklamıştı. dokunacağı her eşya, bulunacağı her mekan sürekli dezenfekte ediliyordu.

bu işlerle sürekli koruma müdürü ilgileniyordu. zengin adamın kurduğu özel güvenlik teşkilatları dışında; bulunduğu ülkenin ordusu, tüm kuvvetleri ve istibarat birimleriyle; zengin adamın yaşam alanları öncelikli olmak üzere, tüm mal varlığını ve çıkarlarını korumak için seferber olmuş durumdaydı. zamanının çoğunu; gökdelenindeki karargahında, sadık yardımcısıyla geçiren zengin adam; her yere sadece helikopterle gidip geliyordu. tüm dünya aşağıda canıyla uğraşırken; o yukarıda, kendisine dünyanın anahtarını getiren felaketin şerefine kadeh kaldırıyor, sıra sana geliyor ölüm, sana da diz çöktüreceğim, diyordu.

yetmiş yaşındaki zengin adam; kulaklarında, beynini sarsan bir uğultu ve boğazında yutkunmasını zorlaştıran bir acı ile kendine geldi. gözlerini açmadan önce bir şeylerin sesini duymak istiyordu ama sanki yüzlerce metre derinlikten suyun üzerine çıkıyor gibiydi. bu sırada el ve ayak parmaklarını oynattı. sağ bacağında bir tuhaflık hissediyordu. sırtındaki can sıkıcı ağrı dışında, o korkunç ağrıdan eser kalmamıştı. yüzünün sol tarafı biraz serin iken; sağ tarafındaki hafif sıcaklığın, bedenini yakıp kavuran hastalığın dehşet ateşiyle, yakından uzaktan bir benzerliği yoktu. oksijen maskesi takılı değidi ve gayet rahat nefes alabiliyordu. ancak burnuna kesik kesik gelen iğrenç kokuyu bir türlü tanımlayamıyordu. her şeye rağmen kendini iyi hissederek açabilirdi gözlerini. virüsü çoktan yendiğini, ancak toparlanabilmesi için bir süredir doktorlar tarafından uyutulduğunu düşünüyordu. gözlüklerim bile gözümde olduğuna göre; beni uyandırmak için gerekli adımı atmışlar, ayak ucumda uyanmamı bekliyorlar, diyordu içinden.

en çok da yenilmediğine, nihai zaferi için kaldığı yerden, hatta yeniden doğmuş olarak, savaşa devam edebileceğine seviniyordu. hala uğultudan başka bir şey duyamayan zengin adam; baş ucunda yine, helikopterdeki üçlüyü göreceği kanatindeydi. virüsün kendisine nasıl bulaştığını muhakkak bulacaktı; ancak bu konuyu hemen açmak, hayatını tekrar tehlikeye sokabilirdi. yatağının başında bekleyenlerin, yüzündeki sertlikten ödün verdiği o nadir anlardan birine şahit olmaları için, kaşlarını biraz serbest bıraktı. tek yapması gereken; ölümsüzlük temalı muhteşem tavan resmine bakışlarıyla, geri döndüm ve hala hayattayım; demek üzere gözlerini yavaşça açmak, bir saniyeliğine mutlu görünmenin ardından, her zamanki sevimsiz haline dönerek; derhal üzerinde yattığı berbat yatağın değiştirilmesini ve pencerenin açılarak odanın havalandırılmasını emretmek olacaktı.

bin yılı aşkın zamandır, krallardan daha iyi yaşayan varlıklı bir ailenin son temsilcisiydi. hiç evlenmemişti ve çocuk istememişti. servetiyle, mirasıyla ilgili sorulara çok sert tepki vermiş, ısrar edenin hayatını karanlık ellerle mahvetmişti. zenginliğinin akıbetini kendine saklayan bu müthiş insanın, gelişigüzel çakılmış tavan tahtalarının arasından sarkan kocaman bir örümceğe, tozlanmış gözlüklerinin ardından bakakalacağı kimin aklına gelirdi. dünyanın en güvenli yerinde yaşayan, bugüne kadar yatak odasında tek bir böcek görmemiş bir soyluya, bu hakareti yapmaya kim cüret edebilirdi. kükremek için önce sadık yardımcısını, ardından koruma müdürünü aradı gözleri. açık çek verdiği doktorlar hangi cehennemdeydi. nerede olduğunu anlamaya çalışan zengin adam, öfkeden kuduruyordu.

kendisine bunu kimin yaptığını, neden yaptığını derhal öğrenmek istiyordu. gübre ve toz kokan, sanki içi taşla doldurulmuş bir yatakta açmıştı gözlerini. yattığı yerden sol yanındaki kirli pencereye baktığında; çiseleyen yağmuru ve kalenin güney burçlarından birini gördü. bulunduğu yer; kale yerleşkesinin arka girişine bakan, ağaçların arasında kuytu bir köşeye yapılmış, hayatı boyunca tiksinerek yaklaşmadığı; bitkiler ve ağaçlarla ilgilenen, av köpeklerine, atlara bakan bahçıvanın kaldığı eski kulübeydi. hışımla, pencere tarafına doğrulup oturan zengin adam; boğazı acımasına rağmen, öfkeyle, sadık yardımcısının, koruma müdürünün adını deliler gibi bağırırken; elleriyle de yatağa vuruyor, kafasını aşağı yukarı sallıyordu. yataktan kalkan toz nedeniyle midesi bulanmış, boğulacak gibi olmuştu. ilk defa kimsenin sesine kulak vermeyişini sindirmek, ve midesindeki bulantının geçmesi için, birkaç dakika bekledi. geçen her dakikanın endişe vermesine engel olamayıca, başı dönmeye başlayan zengin adam, ayağa kalkmaya korkuyordu.

bahçıvan, haftada iki kez, akşamları yakındaki köyünde, bekar kızının yanında kalırdı. ondan başka, kaleye kendi aracıyla girip çıkabilen kimse yoktu. bahçıvan, kızı intihar ettikten sonra köydeki evlerine gitmeyi bırakmış, sürekli eski kulübede kalmaya başlamıştı. hayvanlara gece güzdüz göz kulak oluyor, kızının ölümünden sonra yaşadığı acıyı, özellikle kızının çok sevdiği atlarla ilgilenerek azaltmaya çalışyordu. zengin adam ömrü boyunca, ahıra ve bu kulübeye hiç girmemişti. av köpeklerini bile yakından sevmez, av için getirildiklerinde; onlara sadece uzaktan bakar, en iyilerine sahip olmanın verdiği hazzı bu şekilde yaşardı. içinde kendisini bulduğu kulübenin içine, omuzunun üzerinden şöyle bir göz attı. odanın ortasında; zamanla dökülen yemeklerin yağlarıyla cilalanmış ahşap bir masa, ve üzerinde dumanı tüten sıcak yemekler vardı. bir an yalnız olmadığına sevindi, ama bu uzun sürmedi. peki neredeydi bu aptal herif, neredeydi servetine üşüşmüş işe yaramaz asalak adamları. yaşadığı rezaletin hesabını çok kötü ödetmeyi düşünerek, tekrar yanında olması gerekenlere bağırdı ama kimseden cevap yoktu.

biraz temiz hava alarak kendine gelmek ve sakinleşmek isteyen zengin adam, bir adım ötedeki pencerenin camını açmak için ayağa kalkmakmasıyla, kendini yerde bulması bir oldu. sağa sola tutunarak doğrulmaya çalışırken, sağ bacağından güç alamadığı hissetti. güçlükle yatağa tekrar oturduktan sonra ipek pijamasını dizlerine kadar sıyırırken dehşete kapıldı. titreyen bacaklarını birleştirerek uzattı. sağ bacağı hem kısa hem hem de inceydi. sanki sağ bacağını bir genç bir insanın bacağıyla değiştirmişlerdi. bir ameliyat izi var mı, diyerek; kasıklarına kadar baktı ama tek bir dikiş izi bile görünmüyordu. bu virüsün böyle bir etkisi olduğunu ne görmüştü ne durmuştu. yatağın tüm iğrençliğini unutarak tekrak uzandı ve gözlerini kapattı. hızlanan yağmuru ve sobada yanan odunun çıtırdayışını çok rahat duyabiliyordu.

bu çok saçma diyerek, yatakta tekrar doğrulan zengin adam, hemen bir ayna bulup kendisine bakmak istedi. ayna var mı, diye kulübenin içinde göz gezdirirken; kol destekli bastonuna yaslanmış bahçıvanın kızıyla birlikte çekilmiş resmini, yatağın başucundaki duvarda görünce, kalbi duracak gibi oldu. kızı en son ne zaman gördüğü hatırlamıştı. çalışanlarına, özellikle bahçıvana karşı o kadar kibirliydi ki; mecbur kalmadıkça kimseyi yanına yaklaştırmaz, ortalıkta görünmelerine dahi tahammül edemezdi. kazara karşılarına çıkarlarsa; yine kesinlikle yüzlerine bakmaz ve konuşmazdı. hemen bir deliğe girip kabolmazlarsa da; hıncını sadık yardımcısından, koruma müdüründen çıkarırdı. tam tekrar bağırmak üzereyken, bu sefer yatağın ayak ucuna dayanmış bastonu gördü. dili tutulmuş, boğazı kurumuştu. oturduğu yerde yine gözlerini kapattı. tekrar uyumak ve uyanmaya çalışmak geldi aklına. fakat, bu korkaklığın sonu gelmez, diyerek vazgeçti.

evet bu bir rüya olmalıydı. bu rüyanın bir kabusa dönüşmemesi için şaşırmayı bir kenara bırakarak, bu rüyanın kurallarına uymaya ve ardından rüyasına hükmetmeye karar verdi. ne de olsa yönetme ayrıcalığı, ona verilmiş en büyük hazineydi. en zor koşullarda bile, sonucu lehine çevirmek onun için çocuk oyuncağıydı. peygamber gibi düşünüp iblis gibi karar vererek, maksimum kazanç yolunu bulabilirdi. bastona uzandı. ayağa kalktı kapıya doğru yöneldi. yürümeyi yeni öğrenen bebek gibi yalpalıyordu. dışarıya çıkarak; kulübeden kurtulmak, birilerini bulmak istemişti, ancak kapı açılmadı. pencereler ve kapı arasında gidip gelirken yere düştü. hiçbirini açamadı. yorulmuş bir şekilde, kendini masanın yanındaki sandalyeye bırakmak zorunda kaldı.

yağmur her an kar yağışına dönüşecekmiş gibi yağıyordu. neyse ki odadaki soba, içerisinin soğumasına engel olacak kadar iyi yanıyordu. beni buraya neden kapattılar, diye düşündü. ne kadar hasta yattığını bilmiyordu. bacağına olanlarla bahçıvanın bir ilgisi var mıydı. bahçıvanın bedeninde miydi yoksa. serveti gücü hala elinde miydi, bunu ona kim, neden yapmıştı, masadaki iki kişilik yemeği inceledi. az pişmiş sulu bir bifteğin yanında, çok pahalı bir şarap; karşısında ise, patatesli bulgur pilavı ve üzüm hoşafı vardı. masada bulunanlara bakarak; her an bahçıvan gelebilir, dedi. onunla asla yemek yemeyecekti. dahası onun; mahiyetinde bir lokma daha yemesine bile izin vermeyecek, kapı açılır açılmaz kıçına tekmeyi basacaktı.

bir elindeki aynaya, bir bacaklarına bakarak; bu nasıl bir rüya, diyordu. karnı pek aç değildi. kuruyan boğazı için şaraptan bir kadeh aldı ve yudumlamaya başladı. ardından canı etten bir lokma çekti. et tam istediği kıvamdaydı, ancak ikinci lokmayı ağzına atamadı. başı dönüyordu. şarabın içine bir şey katılmadıysa, bu kadar çabuk çarpmazdı. yoksa alkol, vücudunda olan ilaçlarla etkileşime mi girmişti. vücudunu tekrar o yakıcı ateş bastı. açılmayan pecerelerden birinin camını kırarak hava almak istedi. ancak doğrulmaya çalışırken gözleri karardı ve düştü.

tekrar kendine geldiğinde; az önce berbat bulduğu yatağın, şimdi üzerine yığıldığı pislik içindeki tahta döşemeden, daha iyi olduğunu düşündü. kulaklarına geri gelen o uğultunun geçmesini bekliyordu. kırılan, çıkan kemiği yok gibiydi. iki bacağını dümdüz uzatarak; sağ ayağının topuğuyla, sol ayağının topuğuna dokunmaya çalıştı, ama başaramadı. tavanda duran o örümcek; bu sefer büyümüş bir şekilde, omuzunun yanında karşıladı kendisini. yağmurun sesini duyamazken, sobada çılgınlar gibi çıtırdayan odunların sesini duyabilyordu. örümceği öldürmek için, öfkeyle bastona sarıldı, ancak örümcek döşemenin altında kayboldu.

gördüğünü düşündüğü rüya, inatla bir kabus olma yönünde ilerliyordu. tekrar sandalyeye oturduğunda gözlerine inanamadı. yiyecek ve içecekler hiç dokunulmamış gibi duruyordu masada. her şeyi baştan almaya karar verdi. zihnim bana oyun oynuyor, bunun gerçek olması imkansız diyordu. pencereleri ve kapıyı, bu sefer sakin bir şekilde tekrar yokladı, ama yine açılmadı. kar yağmaya başlamıştı. önünde dikilerek epey dışarıya baktığı, ama kimseyi göremediği pencerenin camlarını; bastonla kırmayı denedi, ama kıramadı. olan bitenin ne anlama geldiği bulmak için, sessizce oturmaya devam etti. bir süre yemeklere bakarak düşündü. bu yaşına kadar, hiç bulgur pilavı yeyip yemediğini sordu kendine. bu kadar gereksiz bir soru olmazdı. üzüm hoşafı mı. hoşaf kelimesi bile keyfini kaçırmaya yeterdi. üzümle ilgili bildiği tek şey; dünyanın en pahalı, en kaliteli içkilerini içtiğiydi.

enfes şaraplar içerek rahatladığı, keyiflendiği anları düşünüyordu, ancak bunu son denediğinde kendini alev alacakmış gibi hissederek yerde bulmuştu. kulübenin içine, penceresinden dışarıya tekrar tekrar baktı ve bilinçaltım bana oyun oynuyor, dedi. aslında şu an; kalenin en güzel odasında, tertemiz yatağımda, ateşler içinde yanıyor, hayaller görüyorum. servetim, gücüm kurtulmamı sağlayacak. özel doktorlarım, adamlarım uğraşıyor. bunu da atlatacağım dedi ve masayı devirdi. hava kararmıştı. berbat yatağa uzanmak dışında, başka seçeneği yoktu.

pencereden gelen serin hava ile, sobadan gelen sıcaklık arasında kalmıştı. kar, şiddetini artırmış bir şekilde yağmaya devam ediyordu. masa, tekrar dört ayağının üzerindeyi, ve yemekler masaya hala yeni konmuş gibi yerlerinde duruyordu. odaya baktığında, her şeyin aynı olduğunu gören zengin adamın; hiç iştahı yoktu, ama bir şeyler yemek zorunda olduğunu biliyordu. gerçek olmasa bile bu duruma katlanamam, biliçaltımı alt etmenin bir yolunu bulmalıyım, diyordu. hangisin kendini yere yıktığını bulmak amacıyla; şarap ve eti ayrı ayrı yemeyi denedi, ama sonuç değişmedi. sarsıntı geçiren beyninin, kavrulan bedeninin tekrar toparlanması çok uzun sürüyor ve ızdırap veriyordu. sesini kimselere duyuramamış, dışarıya bir türlü çıkamamıştı. yaşadığımı zannettiğim bu şeyler birer halisülasyon, herhalde bitkisel hayata girdim, diye kendine çeşitli açıklamalar getiriyordu.

bir kar yağıyordu, bir yağmur. gündüzleri hiç güneş açmamıştı. geceleri pencereden dışarı baktığında; zifiri karanlığın ortasında, sadece kendi yüzünü görebilmişti. sobaya odun atmadığı halde, ateş hiç sönmemişti. tüm bu olanlar karşısında, duyduğu öfke de hiç azalmamıştı. kendine gelir gelmez, bu durumu aydınlığa kavuşturacak ve bunun hesabını soracaktı. zamanın geçip gittiğini, en çok midesinde hissediyordu. en sevdiği yemeği yiyemiyor, harika şarabı içemiyor; sadece metal sürahideki suyla, açlığını bastıryordu. açlığın ne demek olduğana dair fikir edinmeye başlayan zengin adam; şu an içinde bulunduğu durumun, gerçekle olan bağını kurmaya çalşıyordu. yeyip içtiğinde başına gelen duruma, bir anlam verememişti hala.

asla içine düşmek istemediği bir yerde; zaman kavramını tamamen yitirmek üzereyken, burnuna ilk kez bulgur pilavının kokusu çok farklı geldi. üzüm hoşafının tadını alır gibi oldu. bu tür yiyeceklerin bedenini kirleteceğini düşünmüştü hep. servetine, zenginliğine, asaletine ihanet olurdu bu döküntüleri yemek. sonra birden, bunları yediğinde başına ne geleceğini merak etti. yine yere yığılıp kalacak mıydı? kulübenin her köşesine takrar dikkatlice baktı ve denemeye karar verdi. pilavdan bir kaşık aldı. ardından hoşaftan bir kaşık. birer ikişer daha derken hepsini yiyene kadar durmadı. bugüne kadarki düşüncelerini umursamayarak; iyi gitti, dedi kendine. gözlerini kapatarak saldalyeye yaslandı ve göbeğini okşadı. birazdan düşüp bayılabilirim, diye geçiyordu içinden ama öyle olmadı.

gözlerini açtığında pencereden, dahası kapının kenarlarından hafif gün ışığının geldiğini gördü. asıl şok edici olan ise, sadece kapı ve pencereler renklenmişti. örümcekle karşılaştığı andan bu yana; her şeyi siyah beyaz gördüğünü anlamasıyla birlikte içini, korkunç bir ürperti sardı. çıldırmamak için ne yapacağını, ne düşüneceğini bulmaya çalışıyordu. ayağa kalmak isterken sendeledi. yanıbaşına koyduğu bastonu aldı ve kapıya doğru yürüdü. kapıyı yavaşça açtı. vücuduna çarpan soğuğu hissetti. her yer karla kaplıydı ve etrafta kimseler gözükmüyordu.

sakat bir adam için kalenin arka girişi oldukça uzakta sayılırdı. bu havada ipek pijamayla yürümeye kalkarsa, soğuktan donup kalabilirdi. bahçıvanın elbiseleri duvarda asılıydı. yün içlik takımı, şapka, oduncu gömleği, pantolon ve bir palto. hemen yerde de, içinde yine yün çorap tıkıştırılmış botlar duruyordu. paltoyu giymekten önce tiksindi ama bulgurla hoşafı soluksuz yemişti. botların numaraları farklıydı. sağ ayak iki numara küçüktü. paltonun kolları biraz kısa kalmıştı. bastondan destek alarak, karlara bata çıka yürümeye çalışan zengin adamın, soğuktan üşüyen tepesi yine attı. etrafta hala kimseler görünmüyordu. ardından bu bir rüyaysa önemi yok. gerçekse zaten kalede her şeyim var dedi.

kale yerleşkesinin arka girişine varan zengin adam, soluk soluğa kalmıştı ve çok üşümüştü. arkasına dönüp bakarak; dünyayı ele geçirirken bu kadar yorulmamıştım, diye söyleniyordu. kalenin terk edildiğine inanmak istemeyen zengin adam; birilerinden yardım isteyecek ve ilk iş olarak gözlerindeki sorunun çözülmesini isteyecekti. bağırıp çağırarak herkesi başına toplamaya çalışan kişi gitmiş; yerine, şüpheci ve daha dikkatli biri gelmişti. kimseye seslenmeden, kulak kesilelerek yatak odasına doğru yürüyordu. dezenfekte noktaları, naylon brandalar kaldırılmıştı. virüse karşı alınması gereken tedbirlerden hiçbir iz yoktu. tüm kapılar kapalı ve içerisi çok soğuktu. özel asansörü çalışmadığı için merdivenleri kullanmak zorunda kalan zengin adamın kalbi, deli gibi atıyordu. sağlığına dikkat eden ve yaşıtlarına göre oldukça dinç bir durumda olan zengin adamı, sakat bir bacakla nasıl yürüneceğini bilmemek perişan ediyordu.

yatak odasına varınca, hemen üzerindekileri çıkardı ve yatağa oturdu. yatak örtüsünü omuzlarına aldı ve pencereden kar yağışını izleyerek dinlenmeye, düşünmeye başladı. oda, insanın içini titretecek soğuktu ama bahçıvanın giysilerinden tiksintiyle kurtulmak istemişti. herkesin nereye ve neden gitmiş olabileceklerini düşünürken, iki asırlık antika karyola büyük bir gürültüyle dağılıverdi. tavandaki harika sanat eserini, ilk kez siyah beyaz görüyordu. parlak renklerin olmadığı bir ölümsüzlük, ne kadar da yavandı. olduğu yerde yuvanlanarak yatak örtüsüne tamamen sarıldı. yatak odasının kapısından koridora bakıyordu. biri gelse diyordu. biri gelse ve bana bu durumu açıklasa. o sırada, koridorda bir kedi tam kapının önünde durdu. iki saniye zengin adama baktıktan sonra yürüp gitti. bu bahçıvanın siyah kedisiydi. önce kalenin içinde ne işi var kedinin, dedi. daha sonra, canlı bir yaratık gördüğü için biraz rahatlar gibi oldu.

biraz dinlendikten sonra üzerini değiştirmek için kıyafet odasına gitti. sıkıca giyinecek, bir telefon bulacak ve ne olup bittiğini çözecekti. en sevdiği kaşmir takımını çıkardı. pantolunu giymeye çalışırken neredeyse düşüyordu. odadaki sandalyeye oturdu. önce sağlam bacağını pantolana soktu. diğer bacağını geçirirken pantolon cart diye ortadan ikiye ayrıldı. sakarlık yaptığını düşünerek dolaptan yedeğini aldı. her takımından beşer adet vardı. onu giymeye çalışırken de aynı şey oldu. giymeye çalıştığı elbiseler çürümüş gibiydi. güve yemiş olabileceği aklına gelince yine iğrendi, ama, bahçıvanın elbiselerinden iyidir, diyerek, sağlam bir elbise bulmak için denemeye devam etti. odanın ortasında , yırtık kumaş parçalarından bir öbek oluşmaya başladı. birini giyebileceğini umarak, nefes nefese kalıncaya kadar hepsini giymeyi denedi. sandalye parçalanan kıyafetlerin altında kalarak görünmez olmuştu.

elbiselerden umudunu kesen zengin adam; yatak örtüsünü üzerine aldı ve telefon bulmak için koridora çıktı. hemen birilerine ulaşacak ve bu saçmalığa bir son verecekti. tamamı kapalı olan kapıları tek tek yoklayarak dolaşmaya başlamıştı. baktığı kapıların hepsi kilitliydi ve anahtarları kayıptı. koca kaleyi bu şekilde dolaşmanın zorluğu karşısında, anahtarların tutulduğu hizmetçilerin odasına gitmeye karar verdi. kapının açık olduğunu görünce; tamam, anahtarların hepsi burada, diyerek heyecanlandı. içeriye girdiğinde bahçıvanın siyah kedisini, pencerenin önündeki küçük masanın üzerine uzanmış, masadan sarkan kuyruğunu sallayarak camdan dışarıyı seyreder vaziyette buldu. siyah kedi kafasını çevirip bakmamıştı bile. kedilerin bu şekilde trip attığını bilen ve bundan hiç hazetmeyen zengin adam; masanın üzerindeki sabit telefona doğru yürümeye başladı. masanın yanındaki tabureye oturduktan sonra elini telefona yavaşça uzatırken, kedinin boynunda duran anahtarı gördü. bu esnada kediyle göz göze geldiler, ama uzun sürmedi. siyah kedi hızlı bir şekilde masadan yere atladı ve kapıdan çıkarak gitti. kedinin arkasından defolsun gitsin, dedi ve önce polisi aradı. aradından itfaiyeyi, ambulansı. emin olmak için rastgele numaralar çevirdi. hangi numarayı ararsa arasın telesekretere bağlanıyor ve ilk kez duyduğu enstrümantal müzik dışında bir ses gelmiyordu.

telefondan da istediği sonucu alamayan zengin adam, hizmetçi odasındaki anahtar dolabına yöneldi. tüm çabalarına rağmen dolabı açmayı başaramadı. kedinin boynundaki anahtarın, anahtar dolabına ait olabileceği aklına gelince; iyice çileden çıkan zengin adam, bastonla anahtar dolabına vurmaya başladı. yorulunca acıktığını hissetti. yiyecek bir şeyler bulmak için kalenin mutfağına doğru yürürken, üzerine aldığı yatak örtüsünün, kraker gibi ufalanıp döküldüğünü fark etti. ne olmuştu bu kaleye. içindeki insanlara, eşyalarına ne olmuştu. bütün bunlar ne demekti.

bu sorularla boğuşarak vardığı kale mutfağının kapısı da kapalı ve kilitliydi. çok yorulmuş ve üşümüş bir halde yatak odasına geri döndü. bahçıvanın paltosunu sırtına aldı ve dağılmış durumdaki karyolanın üzerine oturdu. sahibi olduğu arazi içinde; sıcak olan, içinde yiyecek ve içecek bulunan tek yer, hayatı boyunca bir kez bile girmediği eski bir kulübeydi. bahçıvanı kaç kez kovmayı düşünse de, bahçıvanın intihar eden kızı aklına gelince vazgeçmişti. restorasyonlar sırasında; ahırı, köpek barınaklarını ve kulubeyi kaldıralım, veya daha iyilerini yapalım tekliflerine de kulak asmamıştı. bahçıvanı ne kovuyordu, ne de imkanlarından daha fazla yararlanmasına izin veriyordu.

botları tekrar giydikten sonra kale yerleşkesinin önde bulunan girişine gitti. kar yağışına rağmen, beşyüz metre ilerindeki duvarı ve devasa kapıyı görebiliyordu. ön tarafta; helikopteri, limuzini ve büyük koruma aracı karlar altında yatıyordu. helikopterin telsiziyle yardım istemeyi, sonuç alamazsa araçlardan biriyle kaleden ayrılmayı planladı. ancak önce kulübeye geri dönmesi gerektiğini, hiç istemeye istemeye kabul etti. acıkmış ve susamış bir halde kulubeye girmeden önce, ahıra uğradı ve kapısından içeri baktı. atlar ve köpekler yerlerinde yoktu. görebildiği kadarıyla, kalede kendisi ve siyah bir kedi dışında kimse yoktu. sobaya sırtını vererek, bulgur pilavından zorla birkaç  kaşık yiyebilen zengin adam; moral olarak çöktüğü için biraz uzanmak istedi. yünleri topak topak olmuş yatağı, eliyle biraz düzleştirmeye çalıştı ve ardından uyudu.

sabah uyandığında, kulubenin güneş ışığıyla aydınlanmış olduğunu gördü. yemekler yine hiç dokunulmamış gibi masın üzerinde duruyordu. her nasıl bir ortam içindeyse, buna alışmak gibi bir niyeti yoktu. birilerinin kendisine oyun oynadığına kanaat getiren zengin adam, kalden dışarı çıkmakta kararlıdı ve bunu bugün yapacaktı. kameralar tarafından izlendiğini düşüyordu fakat buna dair en küçük bir kanıt bulamamıştı. yaşadığı dönemdeki tüm bilimsel çalışmaları ilk elden takip ederek, umut vaat eden, işine yarayabilecek projelere sürekli kaynak aktarmıştı. beynine girilmiş olabileceğini, bilincinin kopyalanmış olabileceğini düşündü. belki de, rakipleri tarafından kaçırılmış ve üzerinde deneyler yapılıyordu. nihayetinde bu saçmalık bir yerde bitecek, bitmek zorunda, diyordu. açıkmış olmasına rağmen bir şey yemedi. yün içlikleri ve çorapları, oduncu gömleğini, bahçıvanın neyi varsa hepsini giydi.

kar yağışının kesilmesinin ardından, hava açmış karlar erimeye başlamıştı. kale yerleşkesinin arka girişinden girdi ve öndeki girişin hemen yakınında bulunan araçların yanına geldi. bastonla, daha az yorularak yürümeyi öğreniyordu. kalenin içinden geçerken bir ses duyabilme umuduyla yine sessiz olmuş ama bir şey duyamamıştı. helikopterin içine zor girdi. telsizi çalıştırmaya uğraşırken başarısız oldu ve çok öfkelendi. limuzinle  gitmeye karar veren zengin adam, karla kaplı yolda göz kararı gitmeye çalışıyordu. sakat bacağı yüzünden yan oturmak zorunda kalandığı için direksiyonu istediği gibi kullanamıyordu. tekeri sürekli yumuşak toprağa kaptıran zengin adam, eli ayağına iyice dolaştı ve yüz metre kadar gidemeden çamura saplanıp kaldı.

çok sinirlenen zengin adamın ayakları, eriyen karda yürürken ıslanmaya başlamıştı. koruma araçlarından birine binerek, iç duvarda kapıya doğru tekrar yola koyuldu. koltuğu en öne çekmesine rağmen, ayağıyla gaz pedalına rahat erişemiyordu. araçla, arazinin durumundan etkilenmeden kapıya vardı. kapının yanındaki güvenlik noktasına girdi ve kapıyı açmak için düğmeye bastı. ne yaptıysa kapı açılmadı. yedi metreye yedi metre olan çelik kapı, büyük patlamalara dahi dayanacak şekilde, özel olarak yapılmıştı. zengin adam koruma aracıyla kapıyı zorlayabileceğini düşünüyordu. aracın önünü kapıya dayandı ve gazı kökledi. sonra birkaç metre gerilip vurmayı denedi. aracın önü dağılıyordu ama kapıda çizik yoktu.

komik duruma düştüğünü düşünen zengin adam, öfkeden kuduruyordu. aracı mümkün olan son hıza çıkarabilecek kadar geri çekildi. emniyet kemerini dahi takmadı. ne olursa olsun kapıya son sürat çarpacaktı. bu kadar gerçek dışı bir hayatı yaşamaktansa, ölmeyi tercih ederdi. belki bu hamlesiyle gerçek dünyaya gözlerini açacak ve kendine gelecekti. gazı köklemesiyle arac bir anda yüksek hıza çıkmıştı. araç sağa sola hafif kaçıyordu ama kapı tam karşısındaydı. tereddüt etmemek için, şu anki durumuyla, eski hayatını kıyaslıyordu. bu kadar aşağılanmayı nasıl kaldıracağını düşünerek, kapıya yaklaşan zengin adam, artık kapının açılmasından çok açılmamasını istemeye başlamıştı.

kapıya çarptığı anda çıkan gütültü korkunçtu. başını örten patlamış hava yastığından, direksiyondan geri çekilerek kurtuldu. kapı, arkasına yaslanan zengin adamın karşısında sapasağlam duruyordu. kırılan gözlükleri, yüzünde küçük yaralara neden olmuştu. onun dışında gayet iyi olan zengin adam, ölmemesini aracın sağlam oluşuna bağladı. ne de olsa sahibi olduğu şirketin fabrikasında üretilmişti. kırılan gözlüklerine bakarak; önce renkler, ardından net görüşüm gitti diyordu. şu an ihtiyacı olan her şey, yine eski kulübedeydi. geri dönüp tekrar düşünmek geldi içinden, ancak kulübe çok uzaktaydı. botlarının içi tamamen suyla dolmuştu ve parmaklarını çok az hissediyordu. karların üzerine yatıp doranak ölmeyi geçirdi içinden. yenilmekten nefret eden zengin adam, son bir gayretle kulübeye doğru yürümeye başladı.

botları sobanın yanına, çorapları da botların üzerine koydu. araçla, son sürat dev çelik kapıya doğru giderken aklına gelenleri, çarpışma anını ve açlığın verdiği acıyı düşünüyordu. hiç yaşamadığı duyguları, peş peşe yaşıyor olmanın verdiği ağırlık altında ezildiği, ahşap sandalyedeki oturşundan belliydi. şarabı ve eti eliyle ittirdikten sonra, buldur pilavını önüne çekti. yemeklerin yeni pişmiş bir şekilde nasıl sürekli masada hazır bulunduğunu düşündü. sobada yanan odun; bitip tükenmek, kül olmak bilmiyordu. bu mükemmel bir şeydi. bundan çılgın paralar kazanabilir, dünyayı yeniden dizayn edebilirdi. bulanık görmenin verdiği sıkıntının artacağını bile bile, yüzündeki yaraların nasıl göründüğüne bakmak için aynayı aldı. bozuk gözleri ve kuruyan kandan net bir şey göremeyince kalkıp yüzünü yıkadı. ne yara vardı yüzünde, ne de bir yara izi. peki bu kan nereden geldi, diye sordu kendine. ellerini, kollarını ve başını kontrol etti. beynini yakan bu sorularla birlikte; bilim insanları, uzaylılar, bilinç, rüya derken yine hava karardı. bir plan daha yapacak gücü kalmamıştı. yarın, dedi; yarın olursa, bir yolunu mutlaka bulacağım.

pencereden gelen soğuk azalmıştı. çünkü güneş ortalığı ısıtacak kadar güzel parlıyordu. bastonuna tutunup ayağa kalktı ve biraz su içmek için masaya doğru döndü. siyah kedi, sobanın yanındaki sandalyede uyukluyordu. tam bastonuyla kediye vurmak üzereydi ki, gözlüğünün sağlam bir şekilde masanın üzerinde durduğunu gördü. bunun nasıl olduğu çok önemliydi, ama gözlüklerin gerçek olduğuna inanmak daha önemliydi. gözlüğü gözüne takan zengin adam, çok rahatlamıştı. bu sırada uyanan kedi, sandalyenin üzerine oturmuş adama bakıyordu. anahtarı kedinin boynundan almak için, kediyi öldürmeye gerek yok, diyen zengin adam; ya yemeğe tav olur ya da benim gibi yere düşer bayılır, diyerek; etten bir parça kopardı ve kediye verdi. kedi eti önce uzun uzun kokladı. zengin adam eti yememesi ihitmaline karşı, bastonunu hazırda tutuyordu ama gerek kalmadı.

zengin adam; anahtarı boynundan çıkarmak için, kucağına almak zorunda kaldığı kediyi severken; bahçıvanın kedide ne bulduğunu anlar gibi oldu. bahçıvan sakat haliyle, her gün hayvanları besledikten sonra; atları tımar ediyor, köpeklerin başını okşuyor ve kedisiyle oynuyordu. dünyayı ele geçirmek; herkese, her şeye hükmetmek gibi bir derdi yoktu. hayvanların, ilgisini samimi bularak karşılık vermeleriyle yetinebiliyordu. tekrar üzerini sıkıca giyindi ve hizmetçi odasındaki anahtar dolabını açmak üzere, kaleye gitti. ama anahtar, dolabın anahtarı değildi. anahtarı kedinin boynuna kim, neden takmıştı. bu anahtar nerenin anahtarıydı. sakat bir bacakla, kalenin her kapısını tek tek dolaşmak gözünde büyüyüvermişti.

kaleden çıkış bileti olabileceği umuduyla tüm kapıları; ikişer, üçer kez kontrol etti, ama anahtarın açtığı kilidi bulamadı. kediyi takip etmek istediğinde ise, sakat bacak engeline takılmıştı. yemeğe alışan kedi, artık kulübede zengin adamla birlikte kalıyordu. açıkça belli etmiyordu ama, hiç hayvan sevmeyen zengin adam da, siyah kediye alışmıştı. yağan karın erimesine rağmen, hava ayazdı ve yerler buzla kaplıydı. kulübeden dışarıya çıktığında; bazen, kedi de yanında geliyordu. yine böyle; gözünden kaçan bir kapı olmuş olabilir ihtimalini dikkate alarak, dışarı çıkan zengin adam, anahtarı elinden düşürdü. anahtarı yerden almak isterken, kedi anahtarın ipinden ısırdı ve biraz uzaklaştıktan sonra durdu. zengin adam, kedinin oyun peşinde olduğunu düşündü. kedi, yanına yaklaştıkça biraz uzaklaşıyor, ardından sanki adamın yanına gelmesini bekliyordu. böyle böyle derken, ahırın arkasında bulunan bir kapıya geldiler. iki kanatlı kapısı bulunan, derme çatma bir indirmeydi burası. daha önce buraya geldiğini hatırlayamayan zengin adam; kediyi kucağına aldı ve tahtaların arasından, içeride ne var görmeye çalıştı. içeride külüstür bir araba vardı. anahtarla kapıdaki asma kiliti açtı. içeride duran araba, bahçıvanın köye gidip geldiği arabasıydı. arabanın içine baktığında, anahtarların üzerinde olduğunu gördü. arabayla kalenin içinde çok rahat dolaşabilir, bir çıkış yolu arayabilirdi.

arabanın çalışacağına dair yüksek bir beklenti içinde değildi. külüstürün motoru gültüyle çalışmaya başlayınca, zengin adam, korkudan kaçıp saklanan kedinin haline kahkahayla güldü. aracı güçlükle vitese geçirip buzlu zeminde yavaş yavaş ilerliyordu. önce güvenlik noktasına gidip kapıyı açmayı deneyecek, sorun çıkarsa; kale duvarlarının tamamını dolaşarak bir çıkış yolu bulmaya çalışacaktı. zor bela hareket ettirmeyi başardığı arabada bahçıvanın kokusu vardı. camı açmaya çalışırken arabanın motoru teklemeye başlıyor, sakat bacağı yüzünden iki işi aynı anda yapamıyordu. kendine sakin olmayı telkin ederek yaklaşmakta olduğu kapıda; bir hareketlenme olduğunu fark edince, camla uğraşmayı bıraktı ve bütün dikkatini çıkış noktasına verdi. kullanılamaz hale geilmiş üç tonluk zırhlı araç, açılan dev kapı tarafından, yolun kenarına doğru oyuncak gibi itiliyordu. birileri mi gelmişti, yoksa bozuk kapı düzelmiş miydi, bilmiyordu. tek bildiği, bir an önce dışarı çıkmaktı.

kapıdan çıkarken, güvenlik noktasında kimseyi göremedi, ama geçer geçmez kapının kapanmaya başlamasına çok şaşırdı. kalenin ve çevresinin güvenliğini sağlayan özel birlikten en ufak bir iz yoktu. şaşırtıcı olan bir başka durum da, iç duvarla ikinci duvar arasındaki arazinin mevsim koşullarıydı. bu bölgeye sanki bahar gelmişti. yeşeren bitki örtüsüne, çiçek açan ağaçlara bir anlam veremiyordu. ikinci duvara yaklaştığında yine aynı şey oldu. kapı kendiliğinden açılıyordu. bu sefer aracı, kapıdan geçmeden durdurdu. ancak güvenlik noktasına doğru yürürken, kapı kapanmaya başladı. içine düştüğü ikilemden, araca atlayıp kapıdan geçerek kurtuldu. başıma gelenlerin bir oyundan, eğlenceden farkı yok ama, güvenlik noktasında birini bulamazsam, ileriye gidemeyebilirim. daha kötüsü; kulübeye de geri dönemeyebilirim, diye düşünmüştü.

önünde son bir duvar ve geçmesi gereken bir kapı kalmıştı. siyah kediyi yanıma almak ister miydim diye sordu kendisine. ikinci duvar ile dış duvar arasında kalan bölgenin, yaz mevsiminde olduğunu görünce, vereceği cevabı unuttu. emin olmak için yol kenarında bulunan bir meyve ağaçlarının yanında durdu ve bir şeftali ağacın yanında gitti. bahçıvanın dikip büyüttüğü ağaçlardan kopardığı meyve gerçekti ve çok lezzetliydi. ancak; zengin adama, sıcaktan piştiğini unutturacak kadar lezzetli değildi. paltoyu ve oduncu gömleğini çıkarıp, yün içliğin kollarını sıvadıktan sonra, işe yarar bir şey bulmak için bagajı açtı. yarım çuval büyüklüklüğünde bez bir torba vardı ama içi doluydu. torbanın içinden, kulübedeki çok kaliteli şaraptan bir şişe çıktı. vay alçak hırsız, senin böyle bir huyların olduğunu bilmezdim, dedi ve torbayı çeşit çeşit meyvelerle doldurdu.

zengin adam, utanmasa zafer çığlığı atacaktı. hayatı boyunca; sahibi olmakla, içinde bulunmakla övündüğü kalesinden kurtulduğu için, bu kadar mutlu olacağını tahmin bile edemezdi. bir bacağı sakat olduğu için biraz yana doğru kaykılmak zorunda kalan zengin adam, çabuk öğreniyordu. sanki kırk yıldır sakatmış gibi kullanıyordu bacağını. son kapı da diğer kapılar gibi kendiliğinden açıldı ve zengin adam çıktıktan hemen sonra kapanmaya başladı. geçiş noktalarında kimseyi görmeyince, öldü diyerek terk edilmiş olabileceği geliyordu aklına, fakat bu ihtimali destekleyecek mantıklı deliler bulamıyordu. karşısına çıkan şok edici manzaralar; içini rahatlatacak, durumu açıklayacak teoriler üzerine kafa yormasına izin vermiyordu.

dış duvarı da aşan zengin adam; bitkileri solmuş ve yaprakları dökülmüş ağaçların olduğu bir araziye gelmişti. serin hava ve rüzgar nedeniyle, giysilerini aramaya başlamıştı bile. zamandaki sıçramalar karşısında, hem merak hem korku içindeydi. dikkatini yola veremez olunca arabadan indi. gömleği ve paltoyu giyerken, sadece soğuk nedeniyle titremediğine emindi. sakinlerinin çiftçilik ve at yetiştiriciliği yaptığı köy yakındı. bahçıvan, bu köyün en namlı kişisiydi; çünkü yetiştirdiği atlar çok asil hayvanlar oluyordu. zengin adam, sakat olmasına rağmen bu adamı işe almasının tek sebebi işini iyi yapması veya herkesin değer verdiği biri olması değildi. kadınlardan kolay etkilenmeyen zengin adamın gözü, bahçıvanın kızındaydı. atlardan anlayan kızını da kaleye getirmek için, babasına türlü türlü işler vererek iş yükünü çoğaltmıştı. diğer çalışanları kovmuş, bahçe işleri, köpekler derken bütün işi adamcağızın üzerine yıkmıştı. nihayet babasına yardım etmek için kaleye gelen kızı istediği şekilde elde edebilecekti.

en son ne zaman kaleye karayoluyla geldiğini hatırlayamadı. yol köye kadar hiç sapmadan devam ediyordu. köyde, birileriyle karşılaşırsa ne yapacağını bilemeyen zengin adam; bu şekilde kimselere görünmek istemeyecince, plan yapmak için yol kenarında durmaya devam etti. rezil olacağı, herkesin kendisiyle alay edeceği aklına geldikçe, ne istediğini bulamıyordu. bilinen tüm fizik kuralları, doğa kanunları, zaman algısı yerle bir olmuştu. anormalliğin sadece kendisinde olma ihtimali, verdiği kararların sürekli değişmesine neden oluyordu. bu düşünceler içindeyken her an biri yoldan çıkıp gelebilirdi. bu yoldan, bu arabayı tanımayan birinin geçmesi, neredeyse imkansızdı. köyde güvenebileceği biri de yoktu. rastgele birinin kapısını çalsa bile, herkes kendisini tanıyordu. virüs tehditi geçmiş miydi, yoksa hala etrafta hasta insanlar dolaşıyor muydu. tekrar işlerin başına geçmek, kaldığım yerden devam etmek için, yardım almak zorunda kalabilirim, diyordu ve bunu hiç istemiyordu. bu saç sakalla, kaleden uzaklaştıkça kendisinin tanınma şansının azalacağını, ama arabayı ilk fırsatta değiştirmesi gerektiğini düşünüyordu. kafası kazan gibi olan zengin adam, biraz uyuyup dinlendikten sonra, gece yarısı köyden; sessizce, kimselere görünmeden geçmeye karar verdi ve koltuğu yatırıp gözlerini kapattı.

uyumasına engel olan kokunun; üzerindeki elbiselerden mi, yoksa arabanın içinden mi geldiğini anlayamadı. kulübede uyandığından bu yana, geceler zifiri karanlık oluyordu. gökyüzünde ay bir kez bile görünmemiş, azıcık da olsa bir yıldız parlamamıştı. bu karanlıktan yararlanarak; kimselerin ruhu duymadan, köyün içinden geçebilirim dedi ve arabayı çalıştırdı. köydeki köpeklerin arabayı tanıyacaklarını ve havlayarak milleti uyandırmayacağını umuyordu. düşük viteste gidecek, motora fazla gaz vermeyecekti. olaki evlerden birin ışığı yanarsa, gaza basarak arkasına bakmadan yola devam edecekti.

köye uzaktan bakmak için yüksekçe bir yerde durdu. tıpkı gökyüzü gibi köyde de, tek bir ışık yoktu. sanki savaşa girilmişti ve karartma uygulanıyordu. her şeyi siyah beyaz gören zengin adam; önce, gözlerindeki hastalığın literatüre girecek cisnten olduğunu düşündü, ardından arabanın farlarıyla yolu nasıl görebildiği geldi aklına. uzatmaya gerek yok; basıp geçeceğim köyün içinden, dedi.

köy tamamen yanmıştı. daha doğrusu haneler tek tek yakılmıştı. arabadaki el fenerini yanına alarak, evlerden birkaçına girip baktı. her evde yanmış ceset vardı. kimi yatağında yatıyordu, kimileri birbirine sarılmış durumdaydı. korkunç manzarayı dikkatlice incelediğinde, olayın yıllar önce gerçekleştiği izlemi oluştu. anlaşılan, karantinaya alınan köydeki herkes ölünce, birileri gelmiş ve evleri ateşe vermişti. kendisi hastalığa yakalandığı sırada, virüs çok bulaşıcıydı ama sadece belirli insanlar için öldürücüydü. gizli laboratuvarında paraya boğduğu virologların değişimine yön verdiği virüsler; ilaçları, aşıları bulunmadan insanlara bulaştırılmıyordu. bu sayede hastalıktan, kol gezen korkudan emin olmak isteyen insanlar, hükümetler ve şirketler neyi var neyi yok kendisine veriyordu. bu işin içinde başka bir iş var, dedi. zaman çok tuhaf bir şekilde ilerlediği için, şimdilik bağlantıyı kuramayacağını düşünen zengin adam, yanmış haldeki köyden bir an önce çıkmak üzere arabaya bindi. şahit olduğu felaket tablosuna rağmen, geri dönmeyi bir seçenek olarak görme niyetinde değildi.

gün ağarana kadar direksiyon sallayan zengin adam, yol kenarındaki bir çeşmenin yanında durdu. artık birilerin kendisini görmesinden, tanımasından iyice endişe eder hale gelmişti. çünkü; insanların, hatta dünyanın başına gelen bu büyük kötülüğün sorumlusu olarak görülebilir ve hiç acımadan cezalandırılabilirdi. bunun bir ihtimalden çok, kesinlik içeren bir hüküm olduğunu düşünmek işine gelmiyordu. çeşmenin serin suyunda meyveleri yıkadı ve birini yemeye başladı. bir bacağı, ihtiyar bahçıvanın ki gibi sakattı. arabası altındaydı ve hikayesini biliyordu. onun yerine geçer; şapkayla alnını iyice kapatır, göz temasından kaçınır, konuşurken dertli görünür ve gerçekte olduğu kişiyi inkar ederdi. bahçıvanı tanıyan herkes öldüyse, bu oyunu işler düzelene kadar pekala oynayabilirdi. içindeki tedirginliği bu şekilde azaltan zengin adam, sinsi bir gülümsemeyle yola devam etmeye karar verdi.

zengin adam, yaklaşık yarım saattir arabayı çalıştırmak için uğraşıyordu. marşa basa basa en sonunda aküyü tamamen bittirdi. bu sakat bacakla günde ne kadar yürüyebilirdi ki. bunun sonu nereye varacak diyordu kendine. şapkayı çıkarıp nasıl göründüğüne bakmak için, dikiz aynasını yüzüne doğru çevirince, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan biraz uzaklaşır gibi oldu. yüzündeki kırışıklar belirgin bir şekilde azalmış ve yaşlanmaya bağlı olarak ellerinde beliren lekeler de azalmıştı. bu gerçekten inanılmaz bir şeydi. ölümsüzlüğün yollarını arayan zengin adam, hayatı boyunca yaşlanıp ölme düşüncesinden nefret etmişti. tonla para harcaması karşılığında elde edebildiği tek şey; yaşlanmasını yavaşlatmak, yaşıtlarına göre genç görünmek olmuştu. şimdi aynada gördüğü şey bir ilkti ve zengin adamın istediği, tam olarak buydu işte.

güneşin batmasıyla birlikte yine zifiri karanlığın ortasında kaldı. aya yıldızlara ne olmuştu. bu nasıl mümkün olabilirdi. ateş yakmak zorunda kalacağını hiç hesap etmemişti. mecbur sabahı bekleyecekti. bugünlere kadar hiç sokakta kalmamıştı. çocukken gittiği yaz kamplarında bile babasının ultra lüks karavanında kalırdı. arabanın arka koltuğuna uzandı ve kapıları içeriden kiltledi. uykuya dalabilmek için genleştiğini düşünüyor, bu durumdan nasıl kutulacağını aklından uzak tutmaya çalışıyordu. gecenin ilerleyen saatlerinde üşüyerek uyandı. paltonun yakasını kaldırırken, arabanın ön camındaki buğuyu fark etti. karşıdan ışık vuruyordu. sağ eliyle sağ dizine destek olarak arabadan indi ve biraz yürüyerek yolun ortasında durdu. yakındaki tepenin arkasından yükselen ışığa bakarak; önce güneş doğuyor, sabah oluyor zannetti ama öyle olmadığını çok geçmeden anladı. bu kendisine doğru gelen bir araç olabilirdi. gözlerini, tepenin hatlarını belli eden ışıktan ayırmayarak biraz daha yürüdü. kimsenin geldiği yoktu.

yanına el fenerini, içinde meyve ve bir şişe şarap bulunan bez torbayı aldı. bastondan kuvvet alarak, neyle karşılaşacağını düşüne düşüne yokuşu tırmanıyordu. bir yandan ışığın kaynağını öğrenmek için sabırsızlanıyor, bir yandan daha beter duruma düşmekten korkuyordu. zifiri karanlığı siyah kediye, ışığı da boynunda taşıdığı anahtara benzettince; içi biraz rahatlar gibi oldu. yıllarca yanı başında çeşit çeşit vitaminli egzotik içecekler, temiz havlular, koşu bandının önünde jakuzi fokurdarken, sağlığı için spor yaparak terlediği günleri düşündü. tepeye varıncaya kadar canı çıkmıştı. ışığın geldiği yöne baktı. inişin bitiminde; kapanan yolun tam yolun ortasında, büyükçe bir kamp ateşi yanıyordu. görebildiği kadarıyla, yolun her iki tarafı da savrulmuş araçlarla doluydu. yürüdüğü yol bir hurdalığa çıkmıştı sanki. ateşin başında birileri var mıydı, uzaktan belli olmuyordu.

yokuşu inerken hiç acele etmedi. etrafı dikkatlice gözlerken kulaklarını açıyor ve ses çıkarmamaya gayret ediyordu. ateşin verdiği aydınlıkta görebildiği sadece hurdaya dönmüş arabalardı. ortalıkta kimseler görünmüyordu. el fenerini yakıp yerini belli etmek istemiyordu. etrafta kimselerin olmadığına kanaat getirince; hurda araçlardan söktüğü bir arka koltuğu ateşin ayanına güçlükle sürükledi ve üzerine oturdu. kulübedeki sobanın ateşi gelmişti aklına. rüyalar ile gerçekler arasında gidip gelirken zihninin gerçekten yorulduğunu hissetti. yüzünü ateşe doğru dönerek uzandı ve biraz uyumalıyım, dinlenmeliyim, belki huzurlu bir şekilde gerçek hayatıma uyanırım, diyerek gözlerini yumdu.

silah sesiyle yerinden fırlayan zengin adam; korkudan kendini, gece yanan ateşten kalan küllerin içine attı. sıcak küllerin elini yakmasıyla tekrar sıçradıktan sonra, yerde sürünerek kaçmaya çalışyordu, ancak; karşısına, platin nal çakılmış bir atın ön ayakları çıkınca, dizlerinin üzerinde doğrularak, önünde duran; çok asil, heybetli bir atın üzerinde kimin olduğuna baktı. atın üzerinde en sevdiği av takımlarından birini giymiş, elinde tuttuğu tüfeğin dipçiğini sağ bacağına dayamış şekilde kendisine bakan, saçı sakalı birbirine karışmış, siyah güneş gözlüklü yaşlı bir adam duruyordu. atın üzerindeki adama bir şeyler söylemek için ayağa kalktığı an, tüfeğin namlusu da suratına doğruldu. atın üzerindeki güneş gölüklü adam, işaret parmağını dudaklarına götürerek susmasını söyledi. sonra tüfek namlusunun ucuyla hurdaların arasındaki yolu işaret etti.

ilk defa bir insanla karşılaşınca, bildiklerini tekrar en baştan düşünmek zorunda kalmıştı. at bakımlı ve çok sağlıklıydı. gözlüklü adamın üzerinde kendi av kıyafeti vardı. sakalı ve güneş gözlükleri nedeniyle yüzünü göremediği adamın; bahçıvanın, köyden bir yakını olma olasılığı vardı. bahçıvanın kızını tehditle susturduğuna emindi. o konu kız kendini öldürünce, olay kiseler duymadan kapanmıştı. salgın hastalıkla ilgisi olduğunu bilen biri olabilirdi. yoksa, köyü ateşe veren kişi bu adam mıydı. kendisine yardım edebilecek biri de olabilirdi. ata binmiş gözlüklü adamın önünde, bastonsuz güç bela yürürken; aklına, ihtimaller peş peşe geliyordu. infaz edilmeye götürülüyor olabilirdi. ara sıra arkasına baktığında; bir şeyler söylemek istiyordu ama gözlüklü adamı kızdırmak istemiyordu. ne olacağını görene kadar beklemek en iyisi, dedi ve  topallayarak yürümeye devam etti.

terk edilmiş araçların ortasındaki alana gelince, güzeş gözlüklü adam; atıyla zengin adamın önünü kesti ve etrafında dönmeye başladı. alanın ortasında üzeri naylonla kapatılmış bir sebze bahçesi, sebze bahçesinin solunda köhne bir depo, sağında ise; çok güzel, tek katlı bir çiftlik evi vardı. atın üzerindeki adam, tüfeğinin ucuyla köhne depoyu işaret etti. zengin adam deponun kapısında durduktan sonra dönerek atlı adama baktı. atın üzerindeki adamın elinde, zengin adamın yanında getirdiği o kaliteli şarap vardı. şişeyi kafasına dikiyor ve kahkahalar atıyordu. dişlerinin hepsi dökülmüştü. kucağında duran meyve dolu bez torbayı, zengin adamın ayaklarına doğru fırtlattıktan sonra atını şaha kaldırdı. birkaç kez atını olduğu yerde döndürdükten sonra da hurda arabaların arasından havaya ateş ederek gözden kayboldu.

ağzını açıp tek kelime edememişti. aslında içinde büyüyen bozgun nedeniyle artık konuşmak bile istemediğini anlamıştı. bildiği dünyadan geriye bir şey kalmadığını düşünüyordu. her şey kontrolden çıkmış, eski haline dönmesi asırlar sürer, dedi ve depoda bulduğu ipin bir ucunu halka yaptıktan sonra, tavandaki kirişe atıp sıkıca bağladı. yerdeki çinko kovayı ters çevirip üzerine çıktıktan sonra, ipin diğer ucunu boynuna geçirdi. bu şekilde can vermeyi hiç istemediğini düşündü; fakat bu kadar aşağılanmaya da katlanmak için bir neden göremiyordu. lanet olsun, dedi ve kovayı tekmeledi.
 
neredeyse beş dakikadır ipin ucunda, sakin bir örümcek gibi duruyordu. ölüp ölmediğinden emin olamıyordu bir türlü. boynu kırılmadığı gibi nefes almaya da devam ediyordu. elleriyle boğazındaki ipi kavramak isterken, ayaklarını sağa sola savurarak güç almaya çalıştı. boğularak ölemediği için,  öfke ve panik içinde; ipin ucunda zokayı yutmuş bir balık gibi çırpınıyordu. derken tavandaki kiriş kırıldı ve yere çakıldı.

atın üstündeki adamdan boşuna mı korkmuştu. tüfeğinden çıkan kurşunların kendisine bir şey yapmacağını nasıl bilebilirdi. siyah kedi bifteği yiyebilirken; atlı adam mis gibi şarabı içebilir, elbiselerini giyebilirken, neden kendisi bunlardan mahrum kalıyordu. nasıl bir oyunun içindeydi, hala çözememişti. kısa süreliğine renklenen birkaç kapı ve pencere dışında; her şey, hala siyah beyazdı. bunu icat edenin derdi ne, dedi. ayağa kalktı ve üzerindeki tozu çırptı. depoda bulduğu tırmıktan destek alarak, çiftlik evine doğru yürüdü. evin kapısının üzerindeki, "kırmızı tavşan çiftliği" yazan tabelaya baktı.

renkli bir şey görmek umuduyla girdiği ev, dışarıdan göründüğü gibi değildi. içeride herhangi bir oda veya bölme yoktu. daha çok bir hangara benziyordu. içleri yumuşacık kumaşlarla döşenmiş yüzlerce sepet, düzgün bir şekilde dizilmişti. evin ortasında; yarısı siyah, yarısı beyaz, on çift tavşan; sepetleri içine kurulmuş, uyukluyorlardı. bütün bunlar saçmalık dedi ve dışarı çıktı. bastonu ve el fenerini almak üzere ateşin yanında doğru gitti. geldiği yolu bir türlü bulamıyordu; çünkü, hurda araçlar tuhaf bir şekilde yükselmiş ve aralarındaki mesafe daralmıştı. tam kaybolduğunu düşünürken, baston hurda bir araca dayalı şekilde karşısına çıktı. gece geldiği yolu ve yanında uyuduğu ateşi bulamamıştı. çıldırmak üzere olan zengin adamın aklına, ipi tekrar boynuna geçirmek geldi ve geri döndü.

karnı açtı ama sinirden bir şey yemek gelmiyordu içinden. köhne deponun önünde oturmuş, kucağındaki ipe bakarak ne yapacağını düşürken, biraz dinlendiğini hissetti. yere saçılan meyvelerin yanına gitti ve hepsini bez torbaya doldurdu. çiftlik evinin duvarına sırtını dayayarak oturduktan sonra, torbadan bir elma çıkardı. tekrar kalkıp, sebze bahçesinin oradaki tulumbaya gitmek zor geldi.
tozlu elmayı, yemeden önce eliyle azıcık ovalayıverdi. beynine biraz kan gider gibi olunca, kendisinin pislik içinde olduğunu, ama tavşanların çok temiz bir yerde yaşadığını düşünmeye başladı. deponun rezil durumu ayrı, deopada yaşadığı rezillik, ayrı bulandıırmıştı midesini. hava kararmadan buradan ayrılmalıydı; ama nereye ve nasıl gidecekti. bu hurdaların içinde, çalışır vaziyette bir araç bulmayı, mümkün görmüyordu.

güneşin batmasıyla birlikte, çiftlik evi dışında her yer karanlığa gömüldü. torbasını alarak tavşanların yanına gitmek zorunda kalan zengin adamın omuzunda, depoda bulduğu eski bir kilim vardı. kilimi tavşanlarda uzak bir yere serdi ve üzerine oturdu. tavşanlar hiç çıkmadıkları sepetlerinde; biraz bitkin ve zayıf bir şekilde uyukluyorlardı. dışarıda sebze bahçesi varken, tavşanların buradan ayrılmayışına şüpheyle yaklaşan zengin adamın aklına, hastalıktan başka bir şey gelmedi. sabah ilk iş buradan gitmenin bir yolunu bulmak istiyordu. suratsız atlı adam dışında; başkaları, hatta kendisine yardım edecek birileri de olabilirdi. yaşayan başka insanlarda var, onları bulacağım ve kurtulacağım, diyordu.

gün ışıyınca hurdalıktan çıkış yolunu bulmaya çalışan zengin adam, bir labirentin içinde olduğundan neredeyse emindi. sakat bacağına rağmen hurda araçların üzerine çıkmayı denedi ama başaramadı. sanki hurda arabalardan oluşan duvar, o tırmanmaya çalıştıkça yükseliyordu. birkaç gün içinde bulunduğu yerin haritasını çıkarmaya çalıştı. ancak eline; sürekli yeri değişen yolarla dolu, arapsaçına bezeyen bir haritadan başka bir şey geçmedi.

geceleri tavşanların yanında kalan zengin adam, yine bir arka koltuk sökmüş, sürükleyerek çiftlik evine getirmişti. kilimi ve üzerindekileri; tulumbanın altında, yalap şalap sudan geçirmişti. günlerdir karşısında; gitgide zayıflayan tavşanlara bakarak yediği meyveler bitince, açlığını bastırmak için sebze bahçesine gitti. havuçlardan birkaçını söktü ve tulumbada yıkadı. bir parça ısırmak için ağızına götürdü ama ağızı kitlenip kaldı. diğer sebzeleri de aynı şekilde yiyemiyordu. o sinirle bahçedeki her şeyi bastonla dağıttı, parçaladı.

siniri geçince; en azından et ve şarapta olduğu gibi, iki lokma yedikten sonra yere yığılıp kalmadım, diyerek kendini avutuyordu. bir umut hurdalıkta çıkış yolu bulmak için dolaşırken, daha önce fark etmediği bir şeyi fark etti. buradaki araçların tamamı, sahibi olduğu fabrikalarda üretilmişti. bir zamanlar; kendisine para basan arabaların hurdalarından oluşmuş, bir labirentin ortasında kalmıştı. hepsi sanki bir sele kapılmış ve buraya toplanmış gibiydi. daha fazla yürüyemeyen zengin adam, bir şeyler yemek, kazınan midesini bastırmak zorundaydı. sebze bahçesine döndüğünde bahçenin hiç bozulmamış bir şekilde durduğunu görünce, çözmesi gereken bulmacanın, bu bahçeden başlıyor olabileceği geldi aklına.

karnı guruldar bir halde bahçenin başında durmuş, düşünüyordu. açlıktan ölmeyi beklemiyordu fakat açlık yüzünden acı çekiyordu. sebzeleri yiyemediğime göre, galiba hayatım boyunca hiç yemediğim tavşan etini yemem gerekiyor, sonucuna varan zengin adam, tavşanların yanına gitti. onların da, kendisi gibi açlık yüzünden acı çektiklerini görünce, verdiği av partileri geldi aklına. senede bir kez kendisi gibi zengin züppeleri kalesine davet eder, zevk için sayısız tavşan avlardı. hiçbirinin etini yemez, oynamaları için av köpeklerinin önüne atardı. şimdi karşısında sessizce duran tavşanları nasıl öldürecekti, öldürebilecek miydi. fazla düşünmek istemeyerek dışarı çıktı.

işe yarayacak bir şeyler bulmak umuduyla, pislik içindeki depoya girdi. eline geçen nacağı sallayarak; bununla kafalarını koparabilirim, dedi. peki nasıl pişirecekti. ateş yakmak için bir çakmağı, kibriti yoktu. köpekler gibi vahşice yiyebilecek miydi. nacağı toprağa saplarken, henüz gözü dönecek kadar aç kalmadığını düşünüyordu. çinko kovanın içine sebzelerden ikişer üçer tane koydu ve tavşanların yanına gitti. tavşanları yiyebilmesi için ölmemeleri gerekiyordu. ayrıca besili ve iri olmaları işine gelirdi. acaba tavşanlar sebzeleri yiyebilecek miydi. yemek zorundalar, diyordu. diğer yandan, tavşanlardan gelebilecek hastalıklardan da çekiniyordu.

sebzeleri birer ikişer sepetlerinin önüne koydu. tavşanların kıpırdaması çok hoşuna gitti. varlıklarını gereksiz bulduğu yaratıkların, yakınında bulunması ilk kez bu kadar sevimli gelmişti kendisine. sebzeleri yerken çıkardıkları ses, aklına getirmek istemediği yalnızlığına ilaç gibi gelmişti. dayanamayıp bir tanesini kucağına aldı ve eliyle beslemeye başladı. irice bir havucu eliyle tutuyor, tavşanın onu kemirmesini yakından görebilmek için, başını eğiyordu.

bir süre sonra tavşan kucağından atladı ve sepetine geri döndü. bu sırada zengin adam havuçtan bir ısırık aldı. çiğnerken havuç ne kadar lezzetli diye düşünüyordu. ta ki; yıkamadığı havuçta bulunan küçük bir taş parçası, dişleri arasında çatırdayana kadar. ama bunu hiç dert etmedi. dilinin uçundan ufalanmış taş parçasını aldı ve tavşanlar gibi yemeye devam etti. aslında çok rahatlamış hissediyordu kendini. atının üzerinde; av köpekleri tarafından parçalanan tavşanları izlerken, attığı kahkahalardan biraz utanır gibi oldu. biraz gözleri doldu fakat ağlamadı. açlığın verdiği acıdan kurtulmanın yolunu bulmuştu. buradan kurtulmanın da bir yolunu bulabilirim, diye düşündü.

kış gelmesine, yerde bir karış kar olmasına rağmen, bahçe tüm sebzeleri olgun ve taze bir şekilde her gün hazır ediyordu. zengin adamın besleyeceği tavşan sayısı, iki hafta sonra yetmişbeşe çıkmıştı. her gün tavşanları besledikten sonra, hurda arabalardan oluşan labirentte, bir çıkış yolu bulabilmek için; keşfe çıkıyordu, ama bu çaba, istediği gibi bir sonuç vereceğe benzemiyordu. çiftlik evinin içerisinde hala yüzlerce boş sepet vardı. kış bastırdıkça doğurganlığı artan tavşanların hızla çoğalırken; sanki tavşanlarla birlikte, ev de büyüyor, yeni sepetler geliyordu. zaman geçtikçe tavşanları beslemek, neredeyse zengin adamın tüm gününü almaya başladı. neyse ki tavşanlar; yiyor, ürüyor fakat dışkılamıyorlardı.

kaledeki kulübede uyandıktan sonra, şahit olduğu her tuhaf olayın, bilimsel bir açıklaması olduğunu düşünüyordu. formlarını hafızalarında tutarak; fotonların, serbest elektronların yardımıyla, kendilerini konumlarıyla birlikte yenileyebilen nesneler; hızlı hasat için mevsimleri hızlandırmak, yıllarca yanan odun, yedikleri besinlerin tamamını enerjiye dönüştüren süper hayvanlar, intihar edilemeyen yaşam dostu ip, güneş ışığına ihtiyaç duymayan sebzeler, eloktromanyetik dalgalarla uydulardan işletilebilen geri dönüşüm tesisleri, bunların hayal olmaktan çıkması için bilim insana yeter, diyordu.

hurdalıktan çıkmanın bir yolunu bulamayan zengin adam, siyah beyaz tavşanlar arasında kaybolmuş gibiydi. üzerine çıkmalarına, yüzünü yalamalarına alışmıştı. yumuşacık tüylü tavşanlar sayesinde, soğuk kış günlerini hiç üşümeden geçirebiliyordu. yine bir sabah, acıkan tavşanlar tafından uyandırılmıştı. evin içi kıpır kıpırdı. kovaya doldurduğu sebzelerle eve geri gelen zengin adam, ortamdaki sessizlik karşısında biraz irkildi. tavşanların tamamı sepetlerine geçmiş uyuyordu. bu ani değişim karşısında; bir süre ne yapacağını bilemeden kapının orada dikildikten sonra, elindekileri birer ikişer sepetlerin önüne bırakan zengin adam; iki ayağı üzerinde dikilmiş, kendisine bakan küçük kırmızı tavşanı görünce, elindeki kovayı yere düşürdü. diğer tavşanlar tüylerini bile kıpırdatmazken, sepetten atlayan küçük kırmızı tavşan, bir marul parçası alarak sepetine geri döndü. zengin adam bir şeylerin değiştiğini umarak dışarı fırladı. öğlene kadar; açılan bir yol, bir geçit aradı, fakat bulamadı.

tavşanları, daha ne kadar beslemek zorunda olduğunu bilmeyen zengin adam, sabaha kadar uyuyamamıştı. kovayı sebzeyle doldurmak üzere evden çıkmadan önce, küçük kırmızı renkli tavşanı görmek için sepetinin yanına gitti. sepetteki tavru tavşanın rengi siyahtı. oradan oraya atlayan siyah beyaz tavşanların içinde, kırmızı renkli bir tavşanı görmekten daha kolay ne olabilir, diyordu. gözleri mi yanılmıştı, tavşanın rengi mi değişmişti, kaçıp gitmiş miydi, dikkatinden kaçan neydi, bilmiyordu. yorgun ve isteksik bir halde gittiği sebze bahçesinde, kırmızı tavşanı beslenirken buldu. yine hemen etrafında değişen bir şeyler aradı ama herhangi bir değişiklik görünmüyordu. adam kovayı ters çevirip üzerine oturdu. eliyle dizine masaj yaparak rahatlamaya çalışıyordu. derken yavru tavşan sebzelerin arasından, büyümüş bir tavşan olarak çıktı. gözleri dahil her yeri kıpkırmızıydı ve tam zengin adamın karşısında durmuş;  kımıldamadan gözlerinin içine bakıyordu. köpeklerin parçaladığı kanlar içindeki tavşanları tekrar hatırlayan zengin adam, ürkmüştü. ne yapacağını bilemeyerek başını yavaşça öne eğdi ve soğuktan çatlayan ellerine baktı.

kırmızı tavşan hurda arabaların arasında dolaşırken, diğer tavşanlar da evden çıkmış, sebze bahçesine girerek beslenmeye başlamışladı. bir şeyler olduğunu, bir şeylerin değiştiğini çok net görebilen zengin adam, bunun kendisine ne getirisi olduğunu bulamıyordu. tavşanların kimseye ihtiyacı kalmadı, bu iş bitti, yeter, diyerek bağırınca; tüm tavşanlar durdu ve hurdaların arasındaki kırmızı tavşana doğru baktı. ayağa kalkarak, kırmızı tavşanı bir süre takip eden adam, tavşanı daha önce orda olmayan ağaçlık bir yerde kaybetti. peşinden gitmeyi düşünürken tavşan geri döndü ve tekrar kaşısına dikildi. yine tedirgin olan adam, birkaç adım geri gitti. aynı anda, tavşanın hemen arkasında bulunan çalılıktan sesler gelmeye başladı. kendine doğru gelen şey, pek ufak tefek bir şeye benzemiyordu.

çalıların arasından; önce burnu, ardından iri gözleri ve kocaman kulakları beliren, bir eşek çıktı krşısına. yanına yaklaşıp önünde duran eşeğin sırtında, bez bir torba vardı. eşek oldukça sakin görünüyordu. eşeğin boynunu okşarken, torbayı yavaşça alarak içine baktı. çok kaliteli o şarapla birlikte; ekmek, temiz elbiseler ve bir çift ayakkabı vardı. vakit geldi, hiç oyalanmadan buradan gitmeliyim diyordu. eşeğin üzerine binmesiyle eşek kendiliğinden yola koyuldu. hurdaların arasında açılan patikada ilerlediler. farklı kuralları olan, hatta kuralları zırt pırt değişen bu macera; zengin adama, aklını bugüne kadar hiç kullanmadığı bir şekilde kullanması gerektiğini söylüyordu. külüstürün bagajındaki torbadan çıkan şarap nedeniyle, bahçıvanın günahını aldığını düşünen zengin adam ise, bunu başarırken çok zorlanacağını düşünüyordu.

hurdalığı geride bırakarak, yol almaya başladıkları yer; aynı kalede olduğu gibi, çayırları yeni yeşermiş, ağaçları yeni yeni yapraklanmaya başlamış, baharın neşesini saçtığı bir yerdi. yakınlarda bir yol yoktu ve eşek kafasına göre yürüyordu. saatlerdir semersiz, yularsız eşeğin sırtında yol alan zengin adam; eşeği nasıl durduracağını bilmiyordu. çevrede ne bir yerleşim yeri, ne de bir canlı görebilmişti. bu eşeğin de durmaya hiç niyeti yok, dedi içinden. eşek; zengin adamın, söylendiğini sanki anlıyormuş gibi, huysuzlanarak kafa sallamaya başladı. zengin adamın canı çok sıkılmıştı. hadi neyereye gideceksen bir an önce var; diyerek, topuklarıyla eşeğin karnına vurdu.

zengin adam; bir yandan koşturmaya başlayan eşeğin üzerinde durmaya, diğer yandan torbayı ve bastonu kucağında tutmaya çalışıyordu. iyice sinirlendi ve eşeğe bağırarak sövdü. bunu üzerinde eşek aniden durdu ve zengin adamı üzerinden attı.

sağlığına çok dikkat etmesine rağmen, en nihayetinde yaşlı bir adamdı. güçlükle ayağa kalkabildi. ufak tefek sıyrıkları vardı ama düşerken ısırdığı dili kadar hiçbir yeri açımıyordu. arkasına bakmadan kaçan eşeğe bir şeyler söyledi ama şişen dili yüzünden söylediklerini kendisi bile anlamadı. eliyle dizini tuta tuta, torbayı ve bastonu buldu.

ağaçlık bir bölgeye varana kadar yürümeye devam etti. kuytu bir yer arıyordu ama birkaç ağacın üst üste devrildiği yerden başka uygun bir yer bulamadı. hava kararmaya başlarken ekmekten biraz yedi. şaraba baktı ama dokunmadı. temiz elbiselerini ve ayakkabıları giymedi. tabanlarını birbirine yapıştırdığı ayakkabıların sağ teki, sol tekinden küçüktü. bahar gelmiş olmasına rağmen geceler yine soğuk olacaktı. ateş yakabilecek için bir kibriti veya çakmağı olmaya zengin adamın aklına saunada rahatladığı günler geldi. eşeğe sövdüğü için pek pişman olmuş gibi değildi ancak yürümekten başka çaresi kalmadığı için canı çok sıkkındı. yıpranan paltosununun yakasını kaldırdı ve ellerini cebine soktu. başından geçenleri tane tane düşünmek istiyordu fakat eline takılan şey buna engel oldu. elini yavaşça paltonun cebinden çıkardı. bu, gazı ve taşı olan çalışır durumda bir çakmaktı.

akşam alacasında, yerde yatan bir kütüğün dibine hemen etraftaki çalı çırpıyı topladı. üzerine iri dallardan attı. eşeğin kaçmasından dolayı duyduğu üzüntü azalmıştı. hatta iyi bile yaptım inatçı pisliğe dedi içinden. topladıklarının kütüğü tutuşturacağına kanaat getirdiğinde kuru otların içine çakmağı yaklaştırdı ve çaktı. çakmak yanmadı.

yaklaşık bir saattir, kör karanlıkta çakmağı yakabilmek için uğraşıyordu. çakmağın çarkını çevirmekten başparmağının derisi iyice incelmiş sızlamaya başlamıştı. sağlam bacağını kıvırmış sakat bacağını uzatmış bir vaziyette oturuyordu. başını dik tutan güç, yine yok olup gitmişti. ayağa kalkmadan, elleriyle kendini hemen arkasındaki ağac gövdesine doğru güçlükle çekti ve sırtını yaslandı. kendini bildi bileli herkese tepeden bakmıştı. ilk fırsatta kendini herkesten üstün göstermenin bir yolunu bulur, hemen ardından karşısındakini azarlar ve aşağılardı. babasının büyük gücü ve serveti sayesinde, girdiği her ortamda dilediği gibi hareket etmişti. içinde bulunduğu dünyanın beyazı gidince, yine siyahı kalmıştı geriye. şimdi hangi boyutta, hangi zamanda olduğu belli olmayan bir yerde, iyice bastıran soğuğun etkisiyle titriyordu.

yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşı, bir anlığına yüzünü ısıtmaya yetmiş olabilir miydi. peki; bu ayaklarından baylayarak, tüm vücuduna doğru yayılan sıcaklık neyin nesiydi. gözkapaklarının üzerinde, küçük şimşekler çakıyordu sanki. duygularının kontrolünü tamamen kaybeden zengin adam, gözlerini açtığında; ayak ucunda canlanan ateşin, kütüğü tutuşturmaya başladığını gördü. aslında yapması gerekeni gayet iyi biliyordu, ama bunu düşünmek yerine gözlerini kapatıp uyumayı tercih etti. hala bazı şeyleri kabul etmenin kendisi için kolay olmadığını biliyordu.

yaz mevsinin çok sıcak sabahlarından birine uyanan zengin adam, yavan ekmekle kalvaltı yaparken; bana bildiğim her şeyi unutturan bu muazzam gücü, nasıl gözümden kaçırdım, diyordu. çok susamıştı ama su yoktu yanında. öncelikli hedefim su bulmak olsun dedi. ne tarafa gitmesi gerektiğini bulmaya çalışırken, ağaçların arasında bir yol gördü. belki de; çok yorgun olduğum için, dün bu yolu göremedim, dedi. yürümeye başlamadan önce, paltoyu torbaya koydu ve gömleğin düğmelerini açtı. öğleden sonra sıcaktan pişmiş bir vaziyette, yol kenarında bulunan bir su birikintisine ulaştı. suyun temiz olup olmamasını düşünmeden üzerindekileri çıkarıp içine girdi. birikintideki suyu, dombeyler gibi içiyordu.



kurulanmak için biraz güneşte bekledikten sonra, temiz elbiseleri ve ayakkabıları giydi. üzerinden çıkardığı elbiseleri, suyun ortasına fırlatıp attarken; seninle yollarımız burada ayrılıyor bahçıvan, dedi. bu hareketi yapar yapmaz, su birikintisi aniden küçülmeye başladı. tıpası çekildikten sonra, küvetin içinde kaybolan suya bakıyordu sanki. dahası etrafındaki otlar kurumaya başlamıştı. önce, yine mevsim hızla değişiyor herhalde dedi. sonra, aklına bir şeyi denemek geldi. fırlatıp attığı elbiseleri toplayıp torbaya koydu ve çevredeki değişikliği incelemeye başladı. su birikintisinin önceki haline dönmesini, otların tekrar canlanmasını hayretle izliyordu. tahmin ettiği gibi, yaptığı her harekete karşılık veriyordu içinde bulunduğu ortam. yüzünde oluşan bir anlık sinsi tebessüme engel olamadı ve peki bahçıvan, peki, dedi.
ağacın gölgesine oturmuş, elindeki şarap şisesine bakarak; seni ne zaman içeceğim, seni tekrar içmenin yolunu mutlaka bulacağım; kimse benim olanı, sonsuza kadar benden alamaz, diyordu. hava o kadar sıcak, ortam o kadar sessizdi ki; ara sıra sesler duyduğunu zannederek, etrafına bakıyordu. yine kulaklarının kendine oyun oynadığını düşünen zengin adam, duyduğu sesin gitgide artmaya başlaması üzerine, ağactan destek alarak ayağa kalktı. yolun ilerisindeki toz bulutunu görünce, yanılmadığını anladı. bu bir arabanın motor sesiydi ve bulunduğu yere yaklaşıyordu. saklanmalı mıydı, yoksa yola mı çıkmalıydı, karasız kalmıştı. ardından; işi öğrendim, diye geçirdi aklından; çünkü kendisine doğru yaklaşan araç, sahibi olduğu limuzindi. o ana kadar yaşadıklarını; önce, heyecanla bir çırpıda unuttu, ardından; sonunda mantıklı bir açıklama duyabileceğini düşünerek, meraklandı.

limuzine eşlik eden bir koruma aracı göremiyordu. bir şeyler oldu ama ne, diyordu. bez torbayı ağacın orada bıraktı ve sıcak havaya aldırmadan, elinde şarap şişesiyle yolun ortasında durdu. limuzin, hiç durmayacak gibi hızla yaklaşmaya devam ediyordu. zengin adam, bu durum karşısında biraz paniklemişti; ancak, limuzin benim için geliyorsa duracak, gelmiyorsa yanımdan değil üzerimden geçsin; diyerek, kendini cesaretlendirdi. araç, sert bir şekilde fren yaparak ayaklarının dibinde durdu. zengin adamın, rahatlamış bir şekilde görünme isteği, aracın kaldırdığı toz bulutu üzerinden geçerken kayboldu. limuzinden kimsenin inmemesiyle birlikte deliye dönen zengin adam, şöför kapısının olduğu tarafa geçti. mantıklı açıklamayı unutup; kapı açılır açılmaz, şişeyi aptal şöförün kafasına geçirmeyi tasarlıyordu.

saniyeler geçtikçe; aracın çalınmış olma ihtimaline istinaden, saldırgan fikirleri azalıyor; oradan kurtulana kadar kadar benim canım çıktı, bir yabancı, o kapıları, duvarları aşıp kaleden bir şey çıkaramaz; diyerek, kuyruğu dik tutmaya çalışıyordu. bunların üzerine; bir de şöförün yeni olabileceğini, bu haliyle herkesin kendini tanıyamayacağını da hesaba katınca, bir dakika beklemeye karar vermişti ki; şöför kapısının camı yavaşça inmeye başladı.

zengin adam, gördüğü şey karşısında donup kaldı. hurdalıkta karşısına çıkan atlı adam, bu sefer limuzinin direksiyonunda oturuyordu. pişkin pişkin sırıtan güneş gözlüklü şöförün, ne hikmetse artık dişleri vardı ve kirli sakalıyla, daha dinç görünüyordu.  güneş gözlüklü şöför elini uzatarak şarabı istedi. şöförün giydiği elbise kendisine ait çok pahalı bir takımdı. özel kol düğmeleri de yine kendisinindi. şarabı alıp bacaklarının arasına sokan güneş gözlüklü şöför, karşısında heykel gibi dikilen zengin adama; eliyle, önce ağacın dibindeki bez torbayı, sonra da limuzinin içini işaret etti. kalp krizi geçirecekmiş gibi duran zengin adam, yüzüyle yerleri süpürerek bez torbayı almaya giderken; kendisine mantıklı bir açıklama yapabilecek tek kişin, bu adam olduğunu düşünüyordu.

limuzinin arka kapısını açarken, kafasını kaldırmaya mecali yoktu; ama limuzinin kapısını açar açmaz üzerine gelen rahatlatıcı serin havayla, kendini çok iyi hisseden zengim adam; sakat bacağına rağmen kendini karanlıktaki rahat koltuğun üzerine atıverdi. limuzinin kapısı, şöförün gaza abanmasıyla birlikte kendiliğinden kapandı ve hemen ardından kapı kilitlerinin sesi duyuldu. 

deli gibi çalışan klima, kendini toplamasına yardımcı olmuştu. derken; yanında birinin olduğu, daha doğrusu bir şeyin olduğunu fark etti. bu şey, sahibi olmakla övündüğü; en değerli av köpeklerinden, en iri, en tehlikeli olanıydı. köpek, burnunu zengin adamın yüzüne doğru yavaş yavaş yaklaştırdı. zengin adam gözlerini kapatıp yüzünü buruşturdu. tahmin ettiği gibi köpek koklarken önce adamın yüzünü iyice serinletmiş, sonra kocaman diliyle yalayarak salyaya bulamıştı. zengin adam, yüzlük zımparadan farksız yün içliğinin koluyla yüzünü silerken, daha başına neler geleceğini düşünüyordu.

limuzinin ara camı açtıktan sonra, dikiz aynasına ayar çeken şöför; dişlerinin arasında çok pahalı bir puroyla, güneş gözlüklerinin arkasından zengin adama bakıyordu. radyoda, ilk kez telefonda duyduğu, o enstrumantal müzik çalıyordu. zengin adam, şöförün ışıl ışıl parlayan dişlerinden gözlerini alamadı. kendisi sanki on yıldır dişlerini fırçalamamıştı. bu duruma çok sinirlenen zengin adam, tam şöföre terslenecekken; az önce sevgi gösterisinde bulunan azmanın, artık kendisine çok dikkatli ve oldukça ciddi bir şekilde baktığını fark etti. yavaşça arkasına yaslanan zengin adamın sinirleri gevşemiş, pamuk gibi omuştu. kafasını yanındaki cama doğru çevirirken, şöför aradaki camı kapatıyordu. ardından köpek de başını çevirdi.

virüse yakalanıp yatağa düştükten sonra; en yakınımda bulunanlar, bir darbe ile sahibi olduğum her şeyin kontrolünü ele geçirmiş olmalılar yoksa bu serseri bana bu şekilde davramaz; bir yargıç satın alarak mahkeme kararı çıkarmış olmalılar, diyordu. kendisini öldürmemişlerdi, çünkü; ölürse, bu işleri vekaleten idare etmeleri mümkün olmaz, diye ekliyordu. ilaçlarla, çok gizli tekniklerle, sürekli etki altında tutulduğunu, algılarıyla oynandığını ve bu şekilde işlerden uzak tutulduğunu düşünüyordu. bu nedenle kendisine virüs bulaştırıldığından neredeyse emin olan zengin adam, düşürüldüğüne inandığı bu alçak tuzaktan kurtulmanın bir yolunu bulmayı kafasına koymuştu; ancak, şu an aklından geçenlerin, ne kadar gerçek olduğunu, kendisi de bilmiyordu.

birkaç saatin sonunda, limuzin yol üzerindeki bir benzinlikte durdu. zengin adam, hemen kapıyı açıp dışarıya çıkmak istediyse de, başaramadı. kapı kilitliydi ve dışarıda kimseler görünmüyordu. iki dakika sonra, güneş gözlüklü şöför; köpeğin bulunduğu taraftaki kapıyı açtı ve köpeğin önüne, içinde az pişmiş sulu bir biftek olan, bir tas koydu. köpek, koca bifteği diliyle bir hamlede ağzına attı ve bir iki kez çevirdikten sonra yuttu. köpeğin yutkunurken çıkardığı sesten ürken zengin adam; köpeğin önündeki tasa, şarap döken şöförü şaşkınlıkla izledi. şöförün, puroyu parlayan dişleri arasında tutarken sergilediği alacı gülüş, zengin adamı çileden çıkardı. çok sinirlenen zengin adam, tam şöföre bağırmak üzereken, köpeğin hırlamaya başlaması, derin bir sessizliğe neden oldu. köpeğin kendisini öldürmesinden korkumuyordu. asıl korktuğu; bedeni, köpeğin dişleri arasındakyen tadacağı acıydı. şöför; yarısına gelmiş puroyu dişlerinin arasından aldı, puroya birkaç saniye baktı; ardından, zengin adamın yüzüne doğru fırlattı ve limuzinin kapısını tekme atarak kapattı.

zengin adam, sesini çıkaramamış ve bir daha çıkarmak istemeyeceğini de, çok iyi anlamıştı. çünkü, önceden yaptığı bir şey göğsünde bomba gibi patlamıştı. salgına neden olan virüs; ilk başlarda, çoğu insan tarafından kısa sürede atlatılan bir hastalığa neden oluyordu. hastalığın ağır seyrettiği insaları iyileştirecek ilaç da vardı, ama çok pahalıydı. zengin adamın sahibi olduğu ilaç firmasına gün doğmuştu. ilacı, stoklarında bekletiyor, neredeyse on katı fiyata satıyordu. hükümetleri köpek gibi peşinden koşturuyordu. bu durumun daha geniş kitleleri tehdit etmesi durumunda; kazanacağı parayı ve elde edeceğini gücü hayal edince, aradığı fırsatın ayağına geldini düşünüyordu.

virüsün dünyanın tek gündem maddesi olduğu bu günlerde; caddelerde, koruma araçlarının eşliğinde, zırhlı limuzinine kurularak, rahat rahat gezmekten çekinmeyen zengin adam; o gün trafikte durmuş, puro dumanının çıkması için camını biraz aralamıştı. nereden geldiği belli olmayan insanlar, birden aracın etrafını sarmış, kendisine fırsatçılığı nedeniyle hakaretler ediyordu. önünde ve arkasında bulunan korumalar araçlarınından, hemen fırlayan izbandut gibi adamlar; kalabalığa, tekme, yumruk ve joplarla dalmıştı. bu esnada camı kapatmaya çalışan zengin adam; camı elleriyle tutan bir göstericinin, parmaklarının sıkışmasına neden olmuştu. kalabalığı dağıtan korumalar, bu kişiyi araçtan uzaklaştırmaya çalışırken, parmaklardan çoğunu kırmıştı. en kötüsü de; zengin adam, bütün bunlar olurken, içtiği puroyu, sıkaşan bu parmaklara bastırarak söndürmüştü.

şöför uyku nedir, yorgunluk nedir bilmeden; iki gün iki gece, hiç durmadan yol aldı. limuzinin içinde, yiyecek ve içecek bir şey olmadığı için, torbasındaki ekmeği yiyordu. dev köpek yüzünden, mola vermesi için şöföre de seslenemiyordu. yol boyunca zengin adamın gözüne, hiçbir yaşam belirtisi çarpmamıştı. gördüğü tek insan yapısı olan yer, vardıkları bu çok eski maden şantiyesi olmuştu. şöför; önce aradaki camı, ardından kapı kilitleri açtı ve dikiz aynasından başıyla inmesini işaret etti. zengin adam; bez torbayı ve bastonu aldıktan sonra, söyleyecek bir söz bulamadan, kasıklarını tutarak limuzinden indi. limuzin tozu duma katarak, arkasına taşlar fırlatarak geldiği yoldan geri döndü.

ömrü boyunca yok saydığı, zayıflık olarak gördüğü, vicdanının; yarattığı bir dünyada bulunuyor olabileceği aklına gelice, kendine karşı dürüst olamıyordu. aslında büyük amacına ulaşmıştı; tam burada, bu yerde ölümsüzdü. istese de ölemiyordu. ama mücadele etmesi için, bir neden de yoktu. en yukarıda olmasına, insanları ayakları altında ezmesine izin vermeyen bir dünyada, ne için yaşamaya devam edebilirdi ki. boş gözlerle etrafına baktı.

yolda gelirken ekmeğin neredeyse tamamını yemişti. artık bir şeyler yemek, içmek istemesinin tek nedeni, aç susuz kaldığında çektiği acıydı. acısını dindirmek için yiyecek bir şeyler bulmak zorundaydı. paslanmış tenekelerle çevirili bir baraka dışında döküntü bir kamyonet vardı. madenin girişi ise, tahtalarla kapatılmıştı. barakaya girdiğinde duyduğu koku inanılmaz ağırdı. gazyağı dolu bir tenekenin yanında, yere serilimiş yatağa bakarken, her şeyin neden sürekli kötüye gittiğini düşündü. devrilen masayı yerden kaldırmak isterken, bir bacağı kırıldı ve tamamen koptu.

maden, yüksek bir dağın ortasında bir yerdeydi. soğuk ile mücadele etmek zorunda kalacağı anlamına geliyordu. barakanın bir yanında, beş yıl kadar yetecek odun yığılıydı. diğer yanında, yukarılardan gelen suyun sürekli aktığı paslı bir boru vardı. içeride bulunan tek dolabın kapağını açtı. bolca kibrit, gazyağı lambası, yamuk bir çaydanlık, kaplaması dökülmüş emaye bir kupa, küçük bir çakı ve biraz kahve tozu vardı. duvarda asılı duran aynaya bakarak ne kadar gençleşmiş olduğunu hesaplamaya çalışırken, akşam oluyordu.

üşüyüp titrememek için sobanın yanına dışarıdan biraz odun taşıdı. sobayı yakmasıyla, barakanın içi bir anda dumanla doldu. borunun teki zamanla yerinden gevşemişti. sandalyeye çıkıp düzeltmek isterken yere düştü. kalkacak gücü kendinde bulamıyordu. sürekli bir terslik geliyordu başına. işi en son ne zaman rast gitmişti hatırlayamadı. emeğinin karşılığını hemen alamıyor sürekli aksiliklerle karşılaşıyordu. ben; her geçen gün gençleşiyor olsam da, hala yaşlı bir adamdım, dedi ve yere uzandı. zorlukla nefes alabiliyordu. sobadan çıkan duman onu öldürmeyecek, sadece ona acı çektirecekti. o da dayanamayacak hale gelince kalkıp, yapması gerekeni yapacaktı.

nitekim öyle oldu. boruyu sağlamlaştırdı. çaydanlığı suyla doldurdu ve sobanın üzerine koydu. yatağın üzerindeki yarım battaniyenin tozunu, barakanın dışında çırptı. gazyağı lambasını doldurup yaktı. ilk kez gökyüzünde tek tük parlayan yıldızlar görüyordu. kahvenin kokusundan, zehir gibi acı olduğu belliydi. sobanın karşısında sandalyeye oturmuş, kalan son ekmeğiyle birlikte, iğrenç kahveyi yudumluyordu. isteksiz şekilde ağızına götürdüğü ekmekten bir parça yere düştü. ekmeğin sonuydu ve başka yiyeceği yoktu. küçük de olsa ekmeği yerden alıp yemek istedi. çünkü açlığın verdiği eziyetin, gerçekten dayanılmaz olduğunu öğrenmişti.

yere düşürdüğü ekmek parçasını, tam eğilip almak üzereyken, bir fındık faresi ekmeği kaparak, yerdeki yatağın üzerine çıktı. düşen parçayı bitiren fare bir yere gitmemiş, adamın elinde duran ekmek parçasına bakıyordu. zengin adam, bunun ne anlama geldiğini uzun süre düşünmedi. elindeki son parçayı da yatağın üzerine attı. fare ekmek parçasını olduğu yerde yedikten sonra, zengin adamın uzatmış olduğu sakat bacağına çıkarak, dizine kadar tırmandı. zengin adamın yüzüne bakarak ellerini ovuşturuyor; sanki, daha yok mu, diyordu. bir cevap alamayan fare, aşağı indi ve dolabın altına girdi.

zengin adam, sabaha karşı üşüyerek uyandı. soba sönmüştü. yarım battaniyenin altında iki büklüm kalan zengin adamı, bahçıvanın kalın paltosu bile sıcak tutamamıştı. barakaya bazı çatlaklardan soğuk giriyordu. kalkıp sobayı yeniden yakmaya üşendi, fakat soğuk dayanılır gibi değildi. nasıl olsa kahve için yakacağım, dedi ve sobayı tekrar yaktı. kahve katran gibiydi. bir yudum aldı. o esnada; fındık faresi, torbadan bir ekmek parçasıyla çıkıp, sobanın yanında tıkınmaya başladı. zengin adam, herhalde kalan kırıntıları buldu, dedi. kendisi de acıkmıştı, fakat henüz kıvranacak kadar aç değildi. fare önündekini bitirdikten sonra torbaya geri girdi ve daha büyük bir parçayla dışarı çıktı. zengin adam, acabalarla torbayı kucağına aldı. tobanın içinde kocaman bir ekmek duruyordu. hiç tiksinmeden bir parça kopardı ve fareyle karşılıklı kahvaltı yaptılar.

kahvaltıdan sonra biraz daha yatağa uzanmış, öğleye doğru tekrar kalkmıştı. barakanın çevresini dolaştı ve gördüğü açıklıkları bulduğu parçalarla kapattı. kamyonetin anahtarı üzerinde değildi. yokuş aşağı şekilde park edilmişti, ama önünde; on metre yükseliğinde, tamamen kayadan oluşan küçük bir tepe vardı. eğer o tepe olmasaydı; kamyonet yokuş aşağı hızlanır, yola çıkmadan önceki hafif düzlüğü geçer ve asıl inişe varabilirdi. bu noktadan sonra yol kilometrelerce düz gidiyordu. kamyoneti çalıştırabilmesi için elinde çok fırsatı olurdu. yine de kaputu açarak bir baktı. motor sağlam görünüyordu fakat akünün bittiğini anlamak güç değildi. eski tip olan elektrik tesisatını bir süre inceledi. anahtarsız çalıştıramayacağı ortadaydı.

madenin girişini kapatan tahtaların arasından içeriye baktı. karanlıktan bir şey görünmüyordu. maden girişinin etrafınında biraz yürüdü ve aşağılara baktı. tek görebildiği kıraç bir düzlük, hatta çöl benzeri, uçsuz bucaksız çorak bir yerdi. kendisinin de dünyanın her yerinde madenleri vardı. maliyetleri düşürmek, tekel olmak adına yaptıkları geldi aklına. çalışma koşullarıyla ilgili haber yapanların canına okumuştu. yeraltı kaynaklarını şirketlerine satmayan yönetimleri tek tek harcamıştı. neden burada olduğunu anlamasından, daha kolay bir şey yoktu aslında.

kar yağışı her an başlayabilirdi. paslı borudan akan su donar, diye endişe etmiyordu. sobanın üzerinde
kar suyunu eritip içebirilim, diyordu. yakacak odun, gazyağı ve kibrit sıkıntısı yoktu. fare ile olan, olağandışı dostluğu sayesinde, yiyecek sorununu da çözebiliyordu. akşam yine ekmeğin sonunu beraber getirdiler. zengin adam; artık, içerisinin soğumaya başladığı zaman uyanıyor, sobayı sönmeden önce, tekrar odunla doluruyor, hiç rahat etmese bile, geceleri çok üşümeden uyuyabiliyordu.

yine sabah kahvesini almış, farenin torbanın içinden çıkmasını bekliyordu. fare o sabah gelmedi. acaba ne olmuştu. ertesi sabah erkenden kalktı ve beklemeye başladı. artık gelmeyeceğini, içinde bulunduğu dünyanın kendisine ne göstereceğini düşünürken, fare torbanının içinden çıkıverdi. fakat bu defa ağızında ekmek yoktu. onun yerine bir ip çekiştiriyordu. bir karış ipin ucunda metal bir şey vardı. bir anahtar. bu kamyonetin anahtarıydı. sakat halini unutan zengin adam elindeki kahveyi havaya fırlattı ve kendini farenin üzerine doğru attı. fare güçlükle sürüklediği anahtarla kapının altından barakanın dışına çıktı. hemen ayağa kalkan adam farenin peşine düştü. epey sinirlenmişti. bu fareyle arasında bulunan dostluğa hiç yakışmamıştı. fare kamyonetin olduğu yere doğru giderken birden yön değiştirdi ve madenin girişine doğru gitti ve girişi kapatan tahtaların arsından içeri girdi.

tamam hayvanlardan hiç haz etmem; hatta hükmedebildiğim, güçlü, asil ama uysal atlar dışında, hayvanları kesinlikle hiç sevmem. bunun için mi; bir kedinin boynunda, bir farenin ağızında geziyor anahtarlar, diyerek, söylene söylene, madenin girişindeki çürümüş tahtaları eliyle söktü. fare, içerideki tahta sandıkların birinin üzerine anahtarı bırakmıştı. anahtarı aldıktan sonra içeriye bir göz attı. maden girişinin tavanı az ileride göçmüştü. hemen girişte el arabaları, kazı aletlerinden; kazma, kürek, balyoz ve birkaç kova vardı. sandıkların içinden çıkan iş elbisesi ve battaniyeler sanki sinirini yatıştırmak için bırakılmıştı. çalışmayacağını bile bile kamyonete giden zengin adam, en azından anahtarın kamyonete ait olup olmadığından emin olurum, dedi. kamyonetin marşından tık yok yoktu. akü tamamen bitmiş durumdaydı.

kamyonetin önündeki küçük tepeyi inceleyen zengin adamın gözü korkmuştu. tepe küçüktü ama tamamen çok sert kayadan oluşuyordu. eskiden madende çalışanlar bile bu alanı düzlemeyi gereksiz bulmuş olmalıydılar, diye düşündü ve hak verdi. çünkü girilecek zahmetin kaşısında ellerine neredeyse hiçbir şey geçmeyecekti. ne yapacağını kara kara düşünerek barakaya geri döndü. fareyle birlikte akşam yemeği yediler. zengin adamın içinden surat asmak geliyordu. fare başına iş mi aştı, yoksa yol mu gösterdi, düşünmek istemiyordu. bir şey olmamış gibi davrandı. kahveyi içerken yüzü daha az buruştu. yemekten sonra fare hoplayıp zıplarak deliğine gitti. iyi durumdaki battaniyeleri yatağına seren adam, buradaki en rahat uykusunu hiç uyanmadan çekmişti.

sabah ilk iş olarak; soğuk havaya aldırmadan, madenin girişindeki malzemeleri tepenin yanına taşıdı. kamyonetin yokuş aşağı inmesine yetecek kadar, tepeyi ortadan kaldırmak için çalışmaya başladı. sakat bacağı yüzünden tam güç alamıyordu. yarım saat içinde avuçları patladı. ellerine bez dolayarak devam etti. dünyanın en zengini olmak için gösterdiği inadın, bir benzerini koyacaktı ortaya. tek fark ellerindeki kan, bu sefer kendi kanı olacaktı.

hava kararırken yaptığı işe baktı. birkaç el arabaşı taş kırabilmişti ve haşat durumdaydı. fare, barakanın kapısında kensini bekliyordu. içinden bir şey yemek gelmediği gibi; midesi bulanıyor, kusacak gibi oluyordu. biraz uzandı. gözlerini kapatıp dinlenmek isterken uyuyakaldı.

birden üşüdüğünü düşünerek doğruldu, fakat içerisi sıcacıktı. soba tıpkı kaledeki kulübenin sobası gibi yanıyordu. fare her zamanki gibi bir parça ekmek almış, sobanın karşısında tıkınıyordu. kırık masayı tamir etmemiş, parçalarını sobada yakmıştı. yüzündeki hafif tebessüm, avuçlarındaki sızıyı hissetmesiyle birlikte kayboldu. sobanın karşısındaki sandalyeye oturdu ve bir parça ekmek almak için, eğilip elini torbaya soktu. elleri o kadar sızlıyordu ki, ekmeği bir türlü kavrayamadı. çuvalı kucağına aldı. ağzını açıp baktığında gördüğü şeyden çok mutlu olmuştu. bu irice bir elmaydı. avuçları bezle sarılmış iki elinin parmaklarıyla, bir kralın tacını tutar gibi tutarak; elmayı önce havaya kaldırdı , ardından ağzına götürdü. üzerindeki tüm yorgunluk uçup gitmişti. çakıyla elmadan bir parça keserek farenin önüne koydu. bacaklarını dizlerinden kırmadan yatağına uzandı. sobanın, barakanın tavanında oynadığı ışık oyununa kapılarak uykuya daldı.

kar düşene kadar çok az taş kırabilmişti. tepeyi gözle görülür bir boyutta parçalayamadan, yılmıştı. nasırla kaplanan elleri, tuttuğunu koparacak hale geliyordu ama sadece bu işi yapmak için yaşıyor olduğunu düşündükçe, delirecek gibi oluyordu. kış iyice bastırdıktan sonra; her sabah kaya kırma işine başlayabilmek için, metrelerce kar temizliyordu. fazladan kar ile mücadele etmek zorunda kalan zengin adam, yağış olmadığı gün sevinir hale gelmişti. kaç gündür çalıştığını bilmek için, tahtaların üzerine çakıyla attığı çizikler, kendiliğinden kayboluyordu. isyan ederek taş kırmadığı zaman; soba sönüyor, fare gelmiyor ve ekmeği bitince aç kalıyordu.

kamyonetin önündeki kaya gibi, kış da bitmek bilmiyordu. gün aşırı ısıttığı suyla vücudunu temizliyor, el arabasının içinde yıkadığı elbiseleri giyip kirlileri çıkarıyordu. küçük çakı ile, saçını sakalını keserken, beyazların azaldığını fark etmişti. sanki hergün biraz daha gençleşiyordu. sadece sobanın başında ısınmak için ara veren zengin adam; zaman ilerledikçe kayanın demirleştiğini düşünüyordu. defalarca aletlerin sapı kırılmış, etraftan bulduğu tahtalarda yeni saplar yapmıştı.

tarihin en eski mesleklerinden birini icra eden zengin adam, defalarca pes etmiş; kar yığının içinde saatlerce yatarak, çakıyı boğazına dayayıp çekerek, üzerine gazyağı dökerek, ölmeyi denemiş; ancak, sadece acıkmış, üşümüş, bir süreliğine felç olmuş ve nefessiz kalmıştı. köşeye sıkışmıştı ve başladığı işi bitirmekten başka çaresi yoktu. virüse yakalanmadan önceki hayatına dair düşünceleri, kafasından uzak tutmak için, en az taş kırma işine harcadığı kadar, güç harcıyordu. bedeniyle değil, aklıyla sonuca ulaşmaya alışkın olan zengin adamın, bazı fikirleri; taştan, demirden daha sertti.

tepeyi; kamyonetin sürücü koltuğuna oturduğunda, önünü net bir şekilde görebilecek kadar parçalayan zengin adam, zafer kazanamaya çok yaklaştığını hissediyordu. epeydir kar yağışı olmamasını da fırsat bilerek; tepeden çıkan molozun ufaklı kısmıyla, yola çıkmadan önceki düzlüğü besleyerek; eğimin devamını sağlamış, kamyonetin duraksamadan inişin başlangıcına varması için, ne gerekiyorsa yapmıştı. tekrar kar yağmadan yola çıkmayı hesaplayan zengin adamı, yoldaki buzlanma ve kamyonetin arızalı olma ihtimali düşündürüyordu. yaptığı hazırlığı tekrar gözden geçirdi ve sabah yola çıkmaya karar verdi.

bitmek bilmeyen şeyler arasında; iyi ki, bu zehir gibi acı kahve tozu da var, dedi. hava çoktan kararmıştı ancak; her akşam olduğu gibi erkenden, çok yorgun bir halde yatağa uzanıp, hemen uykuya dalmamıştı. sobanın karşısında oturmuş kahvesini yudumlarken; sakat bir bacakla yaptığı işi düşünüyordu. hem azmine hayret ediyor, hem de kendisiyle gurur duyuyordu. girdiği bunalımları unutarak; istersem her şeyi yaparım, gerekirse bu dağı olduğu gibi parçalarım, yarın beni bu hale düşürenlerin peşine düşeceğim, diyordu. iyice uykusu gelene kadar, gençleşen güzüne aynada hayranlıkla baktı.

gazlambasını kısmak ve yatağa gitmek için ayağa kalkan zengin adam, birden rüzgarın değişen sesini fark etti. barakanın kapısını açmasıyla bilikte, içeri doğru giren kar tanelerini görünce, hayalleri dağ gibi üzerine yıkıldı. tekrar sobanın yanındaki sandalyeye oturan zengin adam, kendini o kadar çaresiz hissediyordu ki; hırsını alamayarak elini sobanın kapağında içeri soktu. bir saniyede eli çok kötü yanmıştı. hemen dışarı çıktı ve elini kara gömerek soğutmaya çalıştı. avazı çıktığı kadar bağırıyor, gökyüzüne nefret kusuyordu. elindeki sızıyı geçirmek isteyen zengin adamın tüm vücudu titriyordu. bir müddet sonra sesi soluğu kesilen zengin adam, barakaya geri döndü yatağa uzandı.

sabah elindeki yanığın ne halde olduğunu görmek isteyen zengin adamın kafası yine çok karışmıştı. elinin sapasağlam ulduğunu görünce, yaşadığını düşündüğü şeylerin bir rüya olup olmadığını anlamak için dışarıya çıktı. etrafta tek bir kar tanesi olmadığı gibi; güneş açmış, yabani otlar yeşermeye başlamıştı ve hava hiç soğuk değildi. işte yine başladık, diyerek; rahatlamış bir şekilde, fare ile son kalvaltısını yapmak üzere, ekmek torbasın yanına gitti, ancak fare ortalıkta görünmüyordu.

madenin girişindeki benzin bidonlarını kamyonetin kasasına dün akşamdan koymuştu. sağlam elbiselerini tobaya doldurdu ve ön koltuğa bıraktı. tekerin önündeki takozu alacak, el frenini bırakacaktı. yeterince hızlandıktan sonra moruru çalıştıracak ve yolu takip edecekti. her şey hazırdı. fare hala kendini göstermemişti. zengin adam artık beklemek istemiyordu. daha fazla burada kalamazdı. direksiyonu sıkıca tuttuktan sonra, sağa sola şöyle hızlıca çevirip yokladı. ellerini ayı kapanı kadar güçlü hissediyordu. el fireni bıraktı. kamyonet yokuş aşağı doğru akmaya başlarken birden yavaşladı ve dolgu yaptığı yere hafifçe saplanarak durdu.

inişten hemen önceki düz kısımı takılmadan geçebileceğini düşünen zengin adam, yanılmıştı. kamyoneti kapı açıkken biraz ittirebilir, ardından tekrar koltuğa oturup çalıştırmayı başarabilirdi. fakat bu sakat haliyle bunu denemesi, oldukça riskliydi. eğer kamyonete binemezse; hem emekleri boşa gider, hem de buradan hiç ayrılamayabilirdi. araçtan inip bir karar vermeye çalışırken, fare barakadan çıkıp yanına geldi. içine düştüğü çıkmazı bir an için unutan zengin adam; galiba acıktı, diyerek, kamyonete koyduğu torbadan; önce bir parça çıkarıp önüne koydu, ardından ekmeğin tamamını barakaya götürüp sobanın yanına bıraktı. döndüğünde; fare, kamyonetin arka tekerine ön ayaklarını dayamış bir şekilde bekliyordu. zengin adam, hiç tereddüt etmeden; neden olmasın, dedi ve tekrar direksiyona geçti.

inişi başlangıcında biraz hızlanır hızlanmaz motor çalışmıştı. aynadan fareye son kez baktı ve gülümsedi. artık gülümserken hiç zorlanmıyordu. hava kararana kadar, bahar gelmiş ovada hiç durmadı. kamyonetin farları yanmadığı için, gece yola devam edemiyordu. aracı bir yokuşu inerken durdurdu. tekerin önüne irice bir taş koydu. yiyecek bir şeyi yoktu. yanında getirdiği sudan biraz içti ve yola çıkmadan önce yıkadığı temiz battaniyeyi üzerine çekerek koltuğa kıvrıldı. uyuyamasının nedeni, havanın serin oluşu veya koltuğa sığamıyor oluşu değildi. gökyüzünde çoğalan yıldızlara, ellerindeki nasırlara, iki numara küçük sağ ayağına bakarak; gençliğini, insanları, hayvanları ve doğayı düşünüyordu. ne olursa olsun, bu işin peşini bırakmayacağım, dedi ve dinlenmek için kamyonete geri döndü.

yol, başka bir yol ile kesişmediği için nereye gideceğini düşünmek zorunda kalmıyordu. yakıt göstergesi bozuk olduğu için, her mola verdiğinde; yanına aldığı yedek yakıtla, kamyonetin deposunu sürekli dolu tutmaya çalışıyordu. yol boyunca hiç yiyecek bulamayan zengin adam; yaklaşmakta olduğu yeri hatırladı. burası limuzinle gelirken durdukları benzin istasyonuydu. birileri olabilir ümidiyle markete girdi, ancak içerisi talan edilmiş vaziyetteydi. raflarda birkaç paket hazır yiyecek ve içecek dolabınında bir koli maden suyu kalmıştı. depoyu ve yanıdaki benzin bidonları doldurarak yola devam etti.

iki gün boyunca direksiyon sallayan zengin adam, sonunda bir yol ayrımına gelebilmişti. bunlardan biri, limuzine bindiğim yere, diğeri bilmediğim bir yere doğru gidiyor, dedi. gelirken ne tarafa döndüklerine hiç dikkat etmemişti. direksiyonu sola çevirip gitmek isteyen zengin adam, eğer ayağını gazdan hemen çekip frene basmasaydı, yolun karşısındaki şarampole burun üstü girecekti. sakat bacağıyla gösterdiği refleks karşısında, şaşırıp kalmıştı. ne kadar uğraşsa da kamyonetin direksiyonu sola çeviremedi. mecbur sağa dönmek zorunda kalan zengin adam, bundan hiç memnun olmamıştı, ta ki ileride beliren çatıları görene kadar.

geldiği yer küçük bir tren istasyonuydu. kara yolu ile tren raylarının kesiştiği noktanın çevresine kondurulmuştu. görevlilerin kaldığı lojman dışında, küçük bir postane binası ve bir bekleme salonu vardı. burada geceyi geçirebileceğini düşündü. terk edilmiş gibi görünen bu yer, geride bıraktığı benzinlik gibi yağmalanmamıştı. sanki her şey yerli yerindeydi. kapılar camlar sağlamdı. yalnız rayların üzerindeki pas, uzun zamandır bir trenin geçmediğini işaret ediyordu.

girdiği odanın postacıya ait olduğunu, dolapta duran kıyafetlerden anladı. kişisel eşyalarının tamamını orada görünce, belki birazdan gelir diyerek dışarı çıktı. hava kararıncaya kadar etrafı gezdi. kilerdeki patates dolu sebze kasası dışında, kayda değer bir şey yoktu. postacının odasına geri döndü. koridordaki gaz ocağı çalışıyordu, fakat elektrik sadece postacının odasında vardı. bez torbasını getirip elbise dolabının yanına bıraktı. lavabodaki aynaya bakarken sükunetini korumakta zorlanıryordu. aynaya bakmasa, bahçıvanın eski kulübesinde kendine gelmesi üzerinden, yıllar geçtiğini nasıl bilebilirdi. sanki bir gece uyumuş, rüya görmüş, rüyasında yine uyumuştu. şimdi de o uykunun rüyası içindeydi ve uyumadan önce aynaya bakıyordu.
postacının eşyalarını kendisininmiş gibi kullandı. tıraş oldu, losyonu hiç beğenmemişti ama sürdü. pijamalarını giyerek yatağa oturdu. yatak ve çarşaflar temiz görünüyordu. sehpanın üzerinde duran radyoyu açmak için uzandı ama vazgeçti. o müzik biraz hoşuna gitmiş olsa da, şimdi duymak istemiyordu. pijamayı dizlerine kadar sıyırdı. sanki zayıf bacağı biraz güçlenmiş gibi duruyordu. ayağı da biraz büyümüş göründü gözüne. bir gözü tembeldi. göz nakli yapılacaktı fakat beğendiği bir çift göz bulamadığı için sürekli erteliyordu. bu yüzden gözlük kullanıyordu. ocağa koyduğu patatesler pişmişti. ocağı söndürdü. yarın yerim dedi ve kapıyı kitledikten sonra ışığı söndürüp yattı.

güzel bir yaz sabahına uyanan zengin adam, aynanın karşısına geçmiş; postacının resmi kıyafeti üzerinde nasıl durmuş, ona bakıyordu. servetiyle yaşlanmasını geciktirebilmişti ama sahip olduğu devasa güç, kendini bu kadar iyi hissetmesini sağlayamamıştı. şapka biraz küçük durmuştu başında ama üzerine tam oturan kıyafeti tamamlıyordu. sıra ayakkabıları giymeye geldiğinde duraksadı. ayakkakıların tabanlarını birbirine yapıştırdıktan sonra gülmeye başladı. önce sol tekini giydi. çok rahattı. sağ tekinin yine de ayağına bol geleceğini düşünüyordu, lakin, o da ayağına tam oturdu. sanki ödüllendiriliyor gibiydi. başına gelenlere şaşırmamaya çalışan zengin adamın keyfi yerine gelmişti. patatesleri soğuk olmasına rağmen lezzetli buldu. dışarı çıkmadan önce, aynanın karşısında bir daha durdu. krallığının başına tekrar geçeceği günü hayal ediyordu, ancak yaklaşmakta olan trenin düdüğü bu güzel anı kesip attı.

önce torbasına sarılan zengin adam, eline geleni içine dolduruyordu. bir ara aynanın karşısında tekrar durdu ve gerçekten bir posta memuru olabilir miyim, diye düşündü. odanın ortasında telaşlı bir şekilde bir sağa bir sola bakarken, trenin çoktan istasyonda durmuş olduğu fark etti. zengin adam ses çıkarmadan beklemeye başladı. sonra yavaşça pencereye yaklaştı ve dışarı baktı. rayların üzerinde buharlı bir lokomotifin ardına dizili beş vagon saydı. herhangi bir hareket görememişti. yalnız buharların arasından bir an için makinisti görür gibi oldu ve başını hemen geri çekti. her ne kadar başına gelenlere artık şaşırmayacağını düşünmüş olsa da, makinistin limuzindeki sinir bozucu şöföre benzemesi karşısında şoka girmişti. emin olmak için takrar bakmayı hiç istemiyordu.

trenin ikinci vagonuna binmiş, boş koltuklardan birine oturmuştu. makinist, limuzindeki güneş gözlüklü adamın ta kendisiydi. o da traş olmuş ve gençleşmiş görünüyordu. üzerinde kendisi için dikilmiş çok özel elbiselerden biri vardı. kafasıyla trene binmesini işaret ettikten sonra, purosunu dişlerinin arasına götürüp, yine pis pis sırıtmıştı. hayır, bu sefer istediğini yapmayacağım, dediği sırada; odanın kapısında beliren koruma müdürünü görmüş, ne yapacağını şaşırmıştı. koruma müdürünün üstü başı perişan bir durumdaydı. çıplak ayaklarının bazı parmakları kopmuş, bazılarını da sadece deri parçaları tutuyordu. asıl korkunç olan ise gözlerinin oyulmuş olmasıydı. üstelik ağızı keman teliyle dilmiş, kulakları da kesilmişti. elindeki çekiçten damlayan şey kan olmalıydı. odanın penceresini açıp kendini dışarı attı. ne tarafa dönüp koşmak istese, karşısına korkunç koruma müdürü çıkıyordu. işte böyle, kaçmak için bir yol bulamayarak, çaresizce bitmişti trene. tren, hortlağa dönmüş koruma müdürünü geride bırakarak hareket etti.

dünya üzerinde mutlak hakimiyet kurma peşinde olan zengin adam, gerekli altyapıyı oluşturduktan sonra, tüm insalara elektronik çip takmayı planlamıştı. virüs tehditi ve ilaç tekeliyle tuzağa düşürdüğü dünyaya kesin kurtuluş olarak bu çipleri sunacaktı. insanlar çaresiz olduklarını anladıkça hastalıktan kurtulmak ve yaşamak için, zengin adamın kölesi olmayı kabul edeceklerdi. koruma müdürün başına böyle bir şey gelmiş olabileceğini düşünen zengin adam; eğer o koruma müdürüm ise, sadık yardımcım nerede, diyordu.

koruma müdürünü bu halde gören zengin adam; sadık yardımcısını, başına gelenlerin sorumlusu olarak görmeye başlamıştı. buradaki tecrübelerinden sonra, o yaraları alan birinin yaşıyor olmasına pek şaşırmamıştı; ancak, güvendiği, canını teslim ettiği birini bu halde görmek; karşı karşıya olduğu sıkıntının büyüklüğünü, bir kere daha göstermiş ve tedirgin etmişti. geride bıraktığı şeyleri arar mıydı, biraz endişeliydi.

lokomotiften çıkıp gelen makinisti karşısında görünce, endişe duyması gereken daha önemli şeyler olduğunu anladı. makinist, zengin adama doğru yaklaşırken; sanki her adımında, bir böcek eziyordu. zengin adam başını öne eğip derin bir nefes aldı ve bir şeyler söylemek için ayağa kalkacaktı ki, makinist zengin adamın omuzuna eliyle yüklenip, geri oturmasını sağladı. parmağında, koruma müdürünün mezun olduğu askeri akademinin yüzüğü vardı. yanın geçip arkadaki vagonlara doğru yürüyen makiniste bakan zengin adam, cesaretini tekrar topladıktan sonra ayağa kalktı ve makinisti takip etmeye başladı. yemekli vagonu, ardından yataklı vagonu geçtiler. en sonda malzeme vagonu vardı. malzeme vagonun girişinde duran makinist, vagon bağlantısını söküyordu. zengin adam da son vagona geçmek için hamle yapmıştı, fakat koruma müdürünü bu defa boynuna bir tasma geçirilmiş vaziyette görünce, kaç tane var bunlardan, dedi ve başını çevirerek arkasına baktı.

son vagon ayrılmıştı. makinistin elinde; dizleri ve elleri üzerinde duran koruma müdürünün, boynuna geçirilmiş taşmanın kayışı vardı. lokomotifin sesi değişmişti. tren tünelin içine girerken son vagon, siyah bir fon üzerindeki beyaz noktanın içindeki küçük siyah noktaya dönüşmüştü. biraz yakından bakabilse, o küçük siyah noktanın ortasında, makinistin parlayan dişlerini görebileceğine emindi. zengin adam, karanlıktan başka bir şey görünmeyene kadar, geride bıraktığı raylara baktı.

vagon aydınlatmaları oldukça zayıftı. her şey solmuş ve eskimiş gibi duruyordu. belki bir saat geçmişti, fakat tren hala tünelin içindeydi. treni baştan sona iki kez dolaştı ve kendinden başka kimsenin olmadığına kanaat getirdi. kömür vagonu oldukça uzundu ve ortasındaki dar koridor; yolcu vagonundan, lokomotif kabinine geçişi sağlıyordu. kömür kazanın içine bakan zengin adam, kömürün bitmek üzere olduğunu görünce; trenin durmaması için, kazandaki ateşin sönmemesi gerektiğini düşündü ve kazana biraz kömür atmak istedi. iş yine başa düştü, diyerek; dar koridorun her iki yanında bulunan kömürü, kürekle kazanın içine atmaya başladı. zengin adam kömür attıkça, kömür yığını öne doğru geliyordu. buharlı tren, tek kişinin kullanabileceği şekilde tasarlanmıştı. trenin bu ilginç ve özel tasarımı, zengin adam üzerinde çok kötü bir etkiye neden oldu.

bu yolcuğun bir tür bela olduğunu anlayan zengin adam, trende bulunanları tekrar gözden geçirdi. yiyecek ve su boldu. içki dolabı silme votkayla doluydu. o çok kaliteli ve pahalı şarap da geçmişti eline. lokomotif, treninin tamamını ısıtıyor ve aydınlatıyordu. tuvalet, banyo, yatak ve elbise, ne gerekiyorsa vardı. zifiri karanlıkta bir tünelin içinde kalmak istemiyorsa, tek yapması gereken kazana kömür atmaktı.

kazana doldurduğu kömür ne kadar yetecekti bilmiyordu. gün ışığına ne kadar mesafe var, varmak ne kadar zaman alır, onu da bilmiyordu. kömür kazanın karşısında, ne olduğunu ne, ne olacağını düşündükçe; bir cevap bulamayan ve canı çok sıkılan zengin adam, yemek vagonuna gitti. şarabı içmeyi çok istiyordu, ama içemeyeceğini çoktan kabul etmişti. bakalım bunu da içince kendimi yerde bulacak mıyım, dedi ve votkadan içmeye karar verdi. silme doldurduğu ilk kadehi bir dikişte içti. votka değil saf alkol içiyordu sanki. boğazından aşağı ergimiş maden dökülüyordu. sonra ikinci kadehi de dikti. ardından kadehi bıraktı ve şişeyi kafasına dikti. çevresindeki aydınlık gitgide azalıyor ve her şey yavaşlıyordu. koltuğa doğru yıkılırken, şu adi votkayı bile içemeyecek miyim, diye geçirdi içinden.

tekrar kendine gelmeye çalışan zengin adam, fırıldak gibi dönen başını toplamaya çalışıyordu. her şeyin geçtiğini düşünerek doğrulmak istedi, ama hala sarhoş gibiydi. gözlerini açtığında gördüğü şey sadece karanlıktı. gözlerinin açık olduğundan emin olmak için parmağıyla göz kapaklarına dokunmak isterken, neredeyse gözünü çıkarıyordu. midesinde bir ateş topu geziniyordu. votka yüzünden kör olmuş olabileceği geldi aklına. panikle ceplerini yoklayan zengin adam; çakmağını yüzüne yaklaştırıp çaktı. sanki burnunun dibinde bir atom bombası patlamıştı. kipikleri ve kaşlarının bir kısmı yanan zengin adam, gevrek gevrek gülümsedi. zurna gibi sarhoştu ve tren de durmuştu. durursa dursun, dedi. yemek masasının üzerindeki mumlardan birini yaktı. şamdanı tutan koluna bir şişe votka kıstırtı ve koridor duvarlarına sürtünerek yataklı vagona gitti. feleği şaşan zengin adam; sövüp sayıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. sızacağını anladığı an; şamdanı, mumun alevi perdeye değecek şekilde pencereye yanaştırdı.

dili damağı kurumuştu ve hareket ettikçe başının ağrısı katlanarak çoğalıyordu. haleti ruhiyesinden ölmediğini çok rahat anlayabiliyordu. şamdandaki mum işi batırmıştı ve çakmağını ceplerinde bulamıyordu.  zifiri karanlıkta kalmaya alışkınım ben, sizden korkmuyorum, diye bağırmaya çalışırken, zonklayan başını elleriyle sıkıştırıyordu. hafızasında yer ettiği kadarıyla lavabonun musluğuna ulaşmaya çalışan zengin adam, kendini tekrar içki dolabının karşısında buldu. içki şişelerinin üzerinde elini bir süre gezdiren zengin adam, şarap şişesini kavradı ve karanlık vagonun içine fırlattı. bir şişe daha votka aldıktan sonra, kömür kazanına doğru yürümeye başladı. baston olmadan, trenin dar koridorlarında, sağa sola tutunarak ilerleyebiliyordu. lokomotif kabinine vardığında şişenin yarısını içmişti.

kömür kazanın kapağındaki delikten gelen ışık, ateşin tam olarak sönmediğini gösteriyordu. kazanın kapağını açınca lokomotif kabini biraz aydınlandı. kapağın karşısına oturan zengin adam, kazanın içindeki kor ateşe, bugüne hiç kimseye seslenmediği gibi sesleniyordu;

o resmi gördüğüm an anlamıştım; hafızamın, bana söylediği kişi olmadığımı. zengin bir adam olarak çektiğim acının, en başından beri yalan olduğunu biliyordum. ben, babanım. karnındaki çocuğu öldüren katilinin halini, kahrolmuş bir halde yaşayabilmek için; onun ağızından konuşur, onun gözünden görürüm. bundan sonra kör olmak istersem; bil ki, o namussuz katilin hissetiğini, ilk elden hissederek; intikamımın lezzetini, olabildiğince sıcak tatmaktan başka, bir niyetim yoktur. bunu iyi bilesin. ben, o nefret ettiğim ben, katilinim. kudurmuş bir zengin piçi olmak ve yaptıklarımın karşılığını görmek istedim; bakalım, adalet var mıymış.

trenin neresinde ayıldığını, içki dolabına nasıl gidebileceğini, elleriyle hemen anlayabilecek duruma gelmesi ne kadar zaman almıştı bilmiyordu. vagonların tabanının, kat kat boş şişelerle kaplanmış olması dışında, geçen zamana dair fikir verebilecek başka bir şey yoktu. votka içebilmek için; şişenin ucunu, yüzündeki kıl yumağına saplayıp sağa sola gezdirdikten sonra dudaklarıyla buluşturması gerekiyordu. bazen bunu yapmaya üşenen adam ağızı açıp yukarıya kaldırıyor ve votkayı yukardan döküyordu. kendisinden ne yapması isteniyorsa, asla yapmayacaktı. sonsuza kadar bu şekilde yaşamaya razıydı. trenden dışarı çıkamıyordu. treni ateşe veremiyordu. lokomotifin kazanındaki ateş sönmek üzereydi ama sönmüyordu. kömür atılacak ve ateşi sürekli canlı tutulacak ki, tren gidebilsin. gitmesin, işte benim cezam, işte benim belam. buradan bir yere ayrılmayacağım, yakacaksa beni, çılgınlar gibi yanamayan o ateş yaksın, diyordu.

tuvaleti ve su kullanmayı uzun süre önce bırakmıştı. el yordamıyla bulmak istediği tek şey votka şişelerinin bulunduğu dolaptı. içerideki koku, votkadan daha sersemletici bir düzeye gelmişti. çok ama çok rezil bir durumdaydı. dışkısına basıp düşüyordu. görme, duyma ve koku alma duyusunu kaybetmiş olabilirdi. uzayan tırnaklarını diplerinden söküp aldığını hatırlamıyor ancak ayılmaya başlarken korkunç acısını çok şiddetli bir şekilde hissediyordu.

kendine gelir gelmez yine, içindeki şişelerin bitmek bilmediği içki dolabından; bir tane daha alabilmek için kolarını uzatarak, her karışını ezberlediği vagonların içinde hareket etmeye çalıştı. her dokunuşta yaralı parmakları sızlayan zengin adam, bir an önce içmek ve acısını azaltmak istiyordu. dolabın karşısında durdu ve bir şişe almak için elini uzattı. elleriyle dokunduğu şey bir içki şişesi değildi. sıcak, yumuşacık ve pürüssüz bir küreydi. elini üzerinde durduğu esanada, kürenin içinden avucuna doğru küçük bir darbe geldi. hamile bir kadının karnına dokunduğunu anlayınca hemen elini geri çekti. sanki görebiliyormuş gibi; karanlıkta başını sağa sola, yukarı çeviren zengin adamın niyeti, buruna hafiften gelen kokunun, naif olup olmadığını anlamaktı.

karanlıkta olduğunu; ne zaman, nasıl fark edebilir, bir insan; bıkmaması için, kaç yüzyılda bir dokunması gerekir sevdiğine, diyerek; tekrar avucunu açıp dolabın içine doğru uzatırken tereddüt ediyordu. parmakları votka şişelerden birine deyince avucu açtı. ama aniden bir el kolunu sıkıca kavrandı ve elini, az önce dokunduğuna inanmadığı hamile kadının karnına şiddetli bir şekilde bastırdı. o kadar güçlü bastırıyordu ki, sonunda eli kadının karnını delerek içine girdi. içerdeki bebek, buz gibi soğuk elleriyle adamın parmaklarını kavrayarak ağızına görtürüp emmeye başladı. dehşete kapılan zengin adam; diğer eliyle, kolunu tutan eli takip ederek, bunu yapanın yüzüne ulaştı. ağzı dikilmiş, kulakları kesilmiş, gözleri oyulmuş biri vardı yine karşısında. parmaklarını koruma müdürünün göz yuvalarına bağırarak soktu ve elini son bir gayretle hamile kadının karnından çıkardı. vagonun içinde kendini yerden yere vuran zengin adam, kırılan şişelerin vücudunda açtığı kesiklere rağmen durmuyor; zifiri karanlıktaki tünelin çıkışına sesini duyurabilmek için, deliler gibi bağırıp çırpınıyordu.

boş içki şişelerinin üzerine yığılan zengin adam; içi tamamen kanla dolan gözlerini yavaşça kapadı. trende kimlerin olduğu görebilmek için, lokomotif kabinine doğru sürünerek ilerledi. kazanın kapağındaki delikten, köz halideki kömürün azıcık ateşini görünce, dizlerinin üzerinde doğruldu. kapağı açtı ve yaralı elleriyle, ateşin üzerine kömür parçaları atmaya başladı. ateşin büyümeye başlamasıyla birlikte pistonlar tıslıyor, tren yavaş yavaş hareket ediyordu. lambalardaki küçük titremeler; yerini, soluk ama sürekli parlayan ışığa bıraktı. zengin adam kazanı tamamen kömürle doldurana kadar hiç durmadı. trenin raylarda çıkardığı coşkulu ses, kulağa çok ikna edici geliyordu.

lambaların tekrar yanmasıyla birlikte yaşadığı kepazelik ortaya çıkmıştı. koruma müdürü ve hamile kadından bir iz yoktu. vagonlara ve haline bakarak, hayaller görmesinin normal olduğu çok rahat düşünülebilirdi. yataklı vagona ulaşıp yıkanmak, temizlenmek geldi içinden. üzerindeki elbiselerden geriye pek bir şey kalmamıştı ve kasıkları da yara içindeydi. vücudunda kesilmeyen yer kalmamıştı. sakalı ve saçları beline kadar uzamıştı. vagonlar neredeyse diz boyu votka şişesiyle dolmuştu. duyduğu koku yüzünden bilinci gidip geliyordu. şu durumda içeriye bir kelebek girse, kanatlarını iki kez çırpamadan havada kuruyup toz haline gelebilirdi. son bir gayretle banyoya ulaştı. aynada gördüğü şey karşısında söyleyecek tek kelime bulamadı. küvet soğuk suyla dolarken, üzerinde kalan elbise parçalarından kurtuldu. kırmızı tavşandan sonra görüdüğü tek kırmızı şey, tüm vücudunu soktuğu küvetteki kanlı suydu.

treni başta aşağı temizlerken, bu şekilde yaşadığına bir türlü inanamıyordu. iyi haberler; yaralarının hızlı bir şekilde iyileşmesi, içki içmiyor olması ve en güzeli de artık gözlük kullanmaya ihtiyaç duymamasıydı. dökülen saçlarıın bir kısmı tekrar çıkmış dahası saçları gittikçe siyahlaşmaya başlamıştı. aklını kurcalayan tek şey, bileğindeki geçmeyen morluktu. bir kelepçe veya pranga nedeniyle oluşabilecek bir yaradan arta kalan bu iz; nedenini düşünürken, zengin adamın gözlerinin dalıp gitmesine neden oluyordu.

lokomotifin hızlı gitmesi için düzenli bir şekilde kazanı kömürle besliyordu. zamanın hızla geçmesi karşısında hissetikleri hiç bu kadar olumlu olmamıştı. aynaya bakarak tünelde ne kadar zaman geçirdiğini hesaplamaya çalıştı. bunun için yanlış yere baktığını; gözleri, bileğindeki morluğa kayınca anladı. entrikalarla başını döndürerek, zorla birlikte olduğu genç bir kadının; koruma müdürünün planlayıp uyguladığı bir komployla, hiç suçu olmadığı halde, hapise düşmesini sağlamıştı. genç kadının hamile olduğunu öğrenince de, çocuğun ölü doğması için, hapisane doktorunu satın almıştı. dört yıl sonra hapisten çıkan genç kadın, kendini bir trenin altına atarak intihar etmişti. hala tünelde olduğuna göre, dört yıldan az oldu, diye düşündü.

kömür tozuna bulanan üzerini temizlemiş, bir şeyler atıştırdıktan sonra biraz dinlemek için yatağa uzanmıştı. gözleri kapalı olmasına rağmen ışıkların azalmaya başladığını fark edebiliyordu. yataktan kalkıp lokomotife varamadan tren durdu. durmuştu ama, vagonlar pencelerden gelen hafif ışıkla aydınlanmış durumdaydı. açık duran vagon kapısından inen zengin adam, tünelin dışına çıktı. gözlerini rahatsız eden gün ışığı kaşısında biraz bekledi. omuzlarından ağır bir yük kalkmış, bedel ödemiş birinin yaşadığı rahatlığa benzer bir duygu içindeydi. trende bulduğu bavula biraz yiyecek ve giyecek koyduktan sonra, dayanamadı. birkaç şişe votka ve o meşhur şarabı da yanına aldı. kudretli günlerine dönmeyi hayal eden bir posta memuru olarak bindiği trenden, bedeni gençleşmiş ama hafızası paramparça olmuş bir kondüktör olarak indi. ormanlık bir alana çıkan tünelin ucundan uzaklaşırken, tren hareket etti. geldiği yöne doğru geri geri gidiyordu. trenin önünde bulunan ışığa, karanlıkta kaybolana kadar bakan zengin adamın bileğinde, parmağını karanlıkta kavrayan o minik elin soğukluğu vardı.

asırlık ağaçların altında, bavulunu koltuğunun altına sıkıştırmış, sık çalılıkların etrafından dolanarak, güneşin doğduğu yöne doğru yol alıyordu. orman çok sessizdi. o ana kadar çalışan bir saat, bir takvim göremeyen zengin adam, kendini elli yaşından genç hissediyordu. başına gelen korkunç olayların tek tesellisi de buydu. tüm yaşadıklarının kısa bir sürede son bulacağı beklentisi içindeyken; günleri saymayı başaramamış, tünelde geçirdiği zaman boyunca da; gün ışığından, mevsimlerden ve gerçeğe olan inancından mahrum kalmıştı.

kendisine hem arkadaşlık etmesi, hem de serin havayı kendisinden uzak tutması için; taşlardan oluşturduğu küçük çemberin içine, bulduğu kuru ağaç dallarıyla bir ateş yaktı. hayır içmeyeceğim diyerek bavula geri koyduğu, votka şişesini geri almış, yudumluyordu. niyeti biraz rahatlamak ve sakinliğini korumaktı. bileğindeki soğuk duygunun azalmamasını ateşin zayıflığına bağlayan zengin adam, ateşe biraz daha odun attı ve ardından içki şişesini, daha sık dudaklarına götürmeye başladı.

geceyi bir kutlama şeklinde geçirmeye karar veren zengin adam içtikçe; benim yerimde kim olsa aynısını yapar, hiç kimse krallığını; biraz zevk almak için kullandığı bir kadının, dünyaya getireceği çocuğa teslim etmez, diyordu. ayağa kalkıp yanan ateşin etrafında topallayarak dans etmeye başladı. ateşten sıçrayan kıvılcımlar etrafta bulunan otları tutuşturuyor fakat hemen sönüyordu. treni yakmak istediğinde de böyle olmuştu. ormanı ateşe vermek istese de başaramayacağını düşünüyordu.

ikinci şişeyi açmak için bavulunun yanına giden zengin adam, sırtının birden aşırı derecede ısındığını hissetti. aymaz bir halde, işte böyle içimiz biraz ısınsın, dedi. bileğindeki soğuk duygudan eser kalmamış neşesi yerine gelmişti. votkayı kafasına dikerken, ağaçların yukarıda bulunan dallarının alev aldığını gördü ve hemen dönüp arkasına baktı. gördüğü tek şey, her yanı sarmış alevlerdi. ağızındaki içkiyi püskürmesiyle birlikte, alevler zengin adamın yüzüne hücum etti ve zengin adam; bir elinde içki şişesi, ormanın ortasında bir fitil gibi yanıyordu. ağaçlar da bu fitili besleyen yakıt gibiydi.

çırpınamadan, bir çığlık bile atamadan günlerce bu şekilde yandı. yangın söndükten sonra esmeye başlayan rüzgarın getirdiği yağmur bulutları sayesinde, üzerindeki kül ve kömürleşmiş tabaka dökülmeye başladı. tekrar vücudunu hareket ettirmeye çalışan zengin adamın derisi çok tuhaftı. bedenini kaplayan şey deri değildi. bedeninin her yeri kaplumbağaların sırtında taşıdığı kabukla kaplıydı. dumanı türen kütük parçaları arasında, yangından hiç etkilenmemiş şekilde duran bavulunu gördü. sağ bacağını hiç bu kadar güçsüz hissetmemişti. lanet okuyarak içki şişelerini attı. elbiseleri bu haldeyken üzerine olmazdı ancak hepsini bu durumdan kutulurum ümidiyle bavulda bıraktı.

gördüğü manzara dehşet vericiydi. her yer yangın nedeniyle kömürleşen hayvanlarla doluydu. yuvasının ağızında can çekişen bir köstebeği eline aldı. kesik kesik soluyan hayvancağız son nefesini verdiğinde, zengin adamın aklında; otel yapabilmek için, sadık yardımcısının bağlantısıyla kundaklattığı, orman arazisi vardı. önce bir yöne doğru yol almak istemedi. sonra hiçbir şey yapmadan beklemenin ne kadar kötü olduğunu hatırladı ve ardından bu eziyeti de atlatacağı fikri ağır bastı.

her seferinde biraz daha gençleşerek yoluna devam etmiş olmak, adamın güç aldığı tek gerçek olmuştu. kışın gelmesiyle birlikte havalar soğumuştu. hava aydınlanır aydınlanmaz yürümeye başlıyor, akşam olunca bir kuytuya çekilip bekliyordu. düşünmenin ne demek olduğunu düşünemez olmuştu. bacağı o kadar güçsüzleşmişti ki, bir kamlumbağa kadar hızlı ilerleyebiliyordu. günler geçtikçe bedeninden yere düşen kabuklar, yapaması gereken şeyi yaptığını gösteriyordu. yiyeceği biten adam, kuru taze ayırmadan ot yemeye bile razıydı fakat çevrede yanmış kütüklerden başka bir şey yoktu. yağan kar, yere düştükten saniyeler sonra katran damlacıklarına dönüşerek, küllerin arasında kayboluyordu. avuçlarında biriken kar tanelerini yalayıp açlığını bastırmak istediğinde ise, zengin adamın midesine sadece zehir iniyordu.

bir müddet sonra kabuklardan tamamen kutuldu. açlık nedeniyle çektiği acıdan iki büklüm olmuş zengin adam, elbiselerini giymek için bavulunu açtı. içki şişelerinin hala bavulunda olduğunu görünce çok sinirlendi ve ikisini de yine fırlarttı ama şişeler yine kırılmadı. baharın ilk günleriydi ancak içi titriyordu. bedenini saran kabuklar sayesinde, kışın bile bu kadar üşümemişti.

sanki kısa süre önce sönmüş bir yanardağ krateri içinde bulunuyordu. görebildiği kadarıyla dört yanı çok dik kayalıklarla çeviriliydi ancak olduça uzakta bir geçit varmış gibi duruyordu. o noktaya doğru yaklaştıkça yanıp kül olan orman arazisinin son bulduğunu gördü. yangın bu geçit noktasına kadar gelmiş fakat daha ileri gitmeden sönmüştü. kendi yaktığı ateş yüzünden yanan orman için, hala içinde bir pişmalık kırıntısı bile bulamıyordu. geçit biraz dardı fakat yürüyerek geçilebilirdi. agaçlık alana kısa bir mesafe kala bir hareket gördü ve hemen yere çöktü. büyük bir ayı iki dakikalığına göründü ve ağaçların arasına dalarak gözden kayboldu. mecbur ayıya yakalanmadan geçmeyi deneyecekti ama, bunu nasıl yaparım, diye kara kara düşünüyordu.

rüzgarın gideceği yönden esmeye başlamasıyla cesaretlenen zengin adam, biraz daha yaklaştığında, geçidin ağzında bir köstebek ve bir sincabın daha dolaştığını gördü. sincap köstebeğin kazdığı küçük çukura bir meşe palamutu atıyor, köstebek daha sonra geri dönüp bu çukurları kapatıyordu. ikisi ormanı yeniden canlandırmak için çalışıyordu. zengin adam çalışmaktan bıktığı için, tamam işte ne güzel sorunu çözüyorlar, diyerek, yanlarından geçip gitmek istedi ama birden karşısında kucağında meyvelerle beliren ayıyı görünce kendini yere attı ve ölü taklidi yapmaya başladı.

köstebek, sincap ve ayı zengin adamın yanına geldiler. ayı burnuyla adamı yerde yuvarlıyor, sincap ve körtebek üzerinde zıplıyordu. buna daha fazla dayanamayan zengin adam, ani hareketler yapmadan ayağa kalktı; yapmam gerekeni biliyorum, size yardım edeceğim, dedi ve ayının getirdiği meyvelere yavaş yavaş yaklaştı. taze sulu meyvelerle karnını doyurduktan sonra işe koyuldu. ayı ile meşe ağaçlarını silkeleyip palamutları düşürüyor, meyve ağaçlarından topladığı meyvelerle yemek işini çözüyordu. zengin adam işin durumuna göre kah meşe palamutu ve meyve taşıyor, kah çukur kazıyor veya kapatıyordu. yedikleri meyvelerin çekirdeklerini de toprağa ekerek, yüzlerce dönüm arazinin tekrar ağaçlanması için çalışıyorlardı.

zengin adam işin büyüklüğü nedeniyle, geçitten uzaklaşmış olmayı fırsat bilerek, birkaç kez kaçma girişiminde bulundu; ancak, hem çalışkan bir işçi, hem de çok akıllı bir çavuş olan ayı, buna izin vermedi. zaman ilerledikçe kendilerine başka hayvanlar da katıldı ve ağaçlandırma işi hız kazandı.

nihayet orman, küllerin arasında filizlenen yeni sürgünlerle canlanmaya başlamıştı. o kadar hızlı büyüdüler ki, sanki birkaç hafta içinde orman eski haline dönüvermişti. mevsimin yaza dönmesiyle birlikte, siyah manzara ortadan kaybolmuştu. ortadan kaybolan sadece siyah manzara değildi. köstebek, sincap, ayı ve diğer hayvanlar da görünmez olmuştu. ormanda yoluna devam eden zengin adam, hayvanların çıkardığını düşündüğü sesleri duyuyor fakat hiçbirini göremiyordu. yine böyle bir sese kulak kesildi, hangi canlıya ait olduğunu tahmin etmeye çalışırken, duyduğu sesin bir akarsudan gelmekte olduğunu anladı.

akarsuyu takip ederek bir yere varmayı umuyordu. bazen akarsu boyunca, bazen ormanın içine dalarak, eski bir sandala rast gelene kadar su boyunca yürüdü. bacağı biraz daha iyi durumdaydı. kürekleri kullanarak sadece sandala yön veriyor, neredeyse hiç yorulmuyordu. güneş batmak üzereyken su geniş bir alana yayıldı ve sandal durma noktasına geldi. sandalın içinde dikilen zengin adam, ileride ağaçların git gide azaldığını gördü. az ilerideki ahşap iskelenin bulunduğu arazi göz alabildiğine düzlüktü. küleklere asılarak o yöne doğru gitti.

iskeleye çıkabilmek için sandalı yanaştırdı. bavulunu aldı, ayağa kalkı fakat sandal sarsılarak iskeleden uzaklaştı. elindeki bavulu sandalın içine düşürmüş, kendini suya düşmekten zar zor kurtarabilmişti. arkasını dönüp bakan zengin adamı iskelede karşılayan kişi, kendisini zorla trene bindirten makinistti. oldukça zinde görünen adamın üzerinde golf oynarken giydiği kıyafet ve bir elinde golf sopası vardı. tekrar sandaldan inmek istediyse de golf sopasını omuzunun üzerinde tutan adam, ayağıyla kayığı geri ittirdi. golf sopasıyla bavulu işaret ederek yine ver diyordu. adam bavulu açtı. meyve ve mantarların arasında duran içki şişelerini gördüğüne şaşırmadı. içkileri eline aldı ve güçlükle iskeleye çıktı. önce votkayı uzattı. elinde, golf sopasıyla parçalanan şişenin sadece boğazı kalmıştı. artık canına tak eden zengin adam, diğer elindeki şarap şişesini suya fırlattı ve hışımla golf sopalı adamın boğazına sarılmak için ileri atıldı.

bir katırın sırtındaki yem çuvalı gibiydi. kanayan ve zonklayan başı golf arabasından sarkmış, bir eli de ara ara çimlere değiyordu. direkisyodaki adam gof sopasını bırakmış, güzel şarabı kafasına dikiyordu. doğrulmak istedi ancak sırtı ve omuzları berbat durumdaydı. çok kötü dayak yemişti.

golf sopasıyla arabadan aşağı ittirilip atılan adam, muhteşem bir şatoya doğru ilerleyen golf arabasının arkasından bakakalmıştı. eliye omzunu tutarak etrafa baktı. birkaç çim biçme makinası ve bahçe bakım aletleriyle dolu, daire şeklindeki bir bungalovun önünde oturuyordu. görebildiği kadarıyla tatlı suyla çevrilmiş bir adacıktaydı. golf arabası yaklaşırken şatonun kapısı açıldı. kapının önüne çıkan bir uşak, içeriye giren adamı yere kapanırcasına selamladı. bungalova giren zengin adam üzerinde saman bulunan bulunan bir sedirin üzerine uzandı. gece olmuştu. bir an önce uyumak isteyen zengin adam havanın neden tam kararmadığı merak ederek tekrar dışarı çıktı. kocaman olmuş ay gökyüzünde parlıyordu. en son insanlar aşağıda hastalıktan kırılırken, gökdeleninde verdiği partide, terasa çıkıp bakmıştı böyle bir gökyüzüne.

ertesi gün ayağa kalkıp sandala geri dönmeyi düşünen zengin adam, bu gücü kendinde bulamadı. üçüncü günün sonunda zar zor kendine gelebilmiş, gitmek için gece olmasını beklemişti. ay ışığında gideceği yere rahat ulaşabileceğini hesap ediyordu. bungalovda bulunan aletlerden birin sapını söküp yanına aldı. yürürken hem ondan destek alacaktı, hem de golf sopalı adam yine karşısına çıkarsa tüm gücüyle karşılık verecekti. bulunduğu yerden yüz metre uzaklaşmamıştı ki bir patlama sesleriyle birlikte ortalık birden gündüz gibi oluverdi. kendini gizlice gözetleyen nöbetçilerin, kaçmasına engel olmak havaya aydınlatma fişeyi attıklarını düşündü bir an. ancak patlamalar birbirini izliyor, etrafa bir şenlik havası veriyordu.

zengin adam geri dönüp şatonun kapısına varana kadar havayi fişek gösterisi devam etti. eğlenirken kendinden geçen insaların sesi dışarıya kadar geliyordu. dans ettikleri müzik harikaydı. bu zamana kadar hiç böylesi olmamıştı. içeride bildiği, yaşadığı, vazgeçemediği bir hayat vardı. elindeki sopayla kapıyı dövmeye başladı. o kadar hızlı vuruyordu ki müziğin kesildiğini bir süre fark edemedi. yavaşça açılan kapıdan önce limuzindeki köpek çıktı ve hemen oraya oturdu. ardından uşak, üzerinde;  pantolonu dizlerine, ceketi kollarına kadar yanmış bir kıyafet ile ve ağzının, burnunun etrafı simsiyah olmuş bir şekilde, gelerek köpeğin yanına durdu. içinde bir şişe içki olan tepsiyi iki eliyle tutuyor ve çok tuhaf bakıyordu. karşısında bir insan değil sanki bir makina duruyordu.

biraz daha yaklaşarak yakından baktığı uşak, zengin adamın sadık yardımcısından başkası değildi. uşağın yanına gitmek istediğinde ise köpek ayağa kalktı. uşak elinde tuttuğu tepsiyi öne doğru eğip şişeyi yere attı. yuvarlanan votka şişesi zengin adamın elinde tuttuğu sopaya çarparak durdu. bir hamlede olduğu yerede dönen uşak, şatoya geri döndü. köpek de bir süre bekledikten sonra içeri girdi ve kapı kapandı. ardından takrar müzik başladı ve insanların neşeli çığlıklarıyla parti kaldığı yerden devam etti.

morali çok bozulan zengin adam şişeyi kapıya çarptı. kaçış planını uygulamak üzere kapıdan birkaç atım uzaklaştıktan sonra aniden durdu ve arkasına baktı. içki şişesi kırılmamıştı. dönüp şişeyi aldıktan sonra koşar adım şatodan uzaklaştı. canını sıkan şatafatın sesini duyamayacağı kadar uzağa gitmek istiyordu. ne tarafa gideceğini bilmeyen öfkeli adamın karşısına su birden çıkıverdi. şato artık görünmüyordu. ancak az da olsa sesleri duyuyor, ara sıra patlayan havayi fişekler hala sinirlenmesine neden oluyordu. kıyı boyunca sandalı veya başka bir çıkış yolu bulana kadar hiç durmadan yürüyecekti.

iskele parçalanmış kayık da batmıştı. bavuldaki mevyaların bir kısmı suyun üzerindeydi ve ay ışığında parlıyordu. yenilebilecek gibi olanları yanına aldı. ertesi gün öğlene doğru bitkin bir vaziyette başladığı yere geri dönmekte olduğunu gördü. ada etrafında tam bir tur atmıştı. yüzerek ayrılmayı deneyecekti fakat çok yorulmuştu. saman serili sedirine uzanıp dinlenmeye karar verdi. adadan ayrılmak için en uygun yer, yine iskelenin olduğu yerdi. suya batmamasına yardımcı olacak bir şey bulacak sonra kolayca karşıya geçecekti.

hava kararmaya yakın şatoda parti yeniden başladı. müzik bu gece daha kışkırtıcıydı. çılgın eğlencenin dışında tutulan zengin adam, içeride kimlerin olduğunu, nasıl eğlendiklerini merak etmeyi bıraktı. o artık istenmeyen insaların tarafındaydı. patatesten üretilmiş votkası gerçekten berbattı ama yıldırım gibi de çarpıyordu. ormandaki ağaçlardan topladığı meyveleri meze yaptı.

bahçe bakım aletlerinin saplarının hepsini söktü ve iple sıkıca bağladı. kendisini suyun üzerinde tutacak küçük bir kütük çıkmıştı ortaya. ağır değildi fakat suya olan mesafe nedeniyle taşıması yorucu olacaktı. güç kaybetmemek için bazen kütüğü yuvarlıyor, mecbur kalınca da taşıyordu. parçalanan iskelenin yanında biraz dinlendikten sonra kütüğü suya attı. kütük suyun üzerinde durmakla kalmıyor ayrıca güven veriyordu. üzerindekileri çıkarmaya gerek duymadan zengin adam da suya girdi. kütüğü bir koluyla sardıktan sonra diğer eliyle kulaç atmaya, ayalaklarını çıpmaya başladı. akıntı yok denecek kadar azdı ve gayet iyi gidiyordu.

suyun ortasına geldiğinde, bir şey yaptığı kütüğü suyun altına çekiverdi. zengin adam suya batmamak için büyük çaba harcıyordu. derken kütüğü oluşturan parçalar dağılmış bir şekilde tekrar suyun üzerine çıktı. zengin adam tahta parçalarından yakalayabildiklerini tekrar bir araya getirmek isterken daha da yorulduğunu hissetti. geri dönemezdi. karşıya varmaya da gücü yetmezdi. suya batıyordu. bilinci kapanırken umarım ölüyorumdur dedi.

ıslık sesiyle kendine gelen adam, dev gibi bir timsahın çeneleri arasındaydı. timsah adamı tam ortasından hafifçe kavramıştı ancak dişlerinin uçları bedeninde yaralar açmıştı. timsah, golf sopalı adamın önüne gelince çenesini açtı ve adamı çimlerin üzerine bıraktı. vücudunda onlarca delik olan zengin adam yine golf arabasından sarkmış vaziyette geri gidiyordu. bu sefer elleri, yaklaşık bir karış uzunluğundaki çimlere değiyordu. bungalovun önünde duran araçtan yine golf sopasının ucuyla itilen adam; golf sopalı adamın iri güneş gözlüklerinin camında, ay ışığıyla aydınlanan yüzünü bitik bir durumda görüyordu.

güneş gözlüklü adam golf sopasını kaldırdı ve ileride bir noktayı işaret etti. güçlükle doğrulan zengin adam, kıyıdaki yeni iskelenin ve oldukça uzakta duran bir teknenin ışıklarını gördü ama hiç bir şey anlamadı. güneş gözlüklü adam golf sopasıyla çimlerin üzerindeki hayali bir topa vurduktan sonra, tekrar tekneyi işaret etti. zengin adam yine bir şey anlamamıştı. golf sopasını birkaç kez daha çimlere savuran adam arabasına binerek şatoya doğru gitti. suyun üzerindeki tekneye bakan zengin adam, teknenin iskeleye doğru biraz yaklaşmış olduğunu gördü.

bungalova girdikten sonra yapması gerekenin ne olduğunu anlamıştı. çim biçme makinaların yanında beliren benzin bidonları her şeyi açıklıyordu. votkası hiç içilmemiş gibi, samandan yapılma döşeğinin üzerindeydi. meyvesi de vardı. aynı saatte başlayan eğlencenin dozu bir tık daha artmıştı. bu duruma katlanmak zoruna gidiyordu ancak, buradan gitmek istiyorsa, kendisinden isteneni mecbur yapmaktan başka çaresi olmadığını da biliyordu.

bastona veya koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. bir gözü çim biçme makinasının gittiği yerde, diğeri iskelenin açıklarında duran teknedeydi. sabahın köründen beri çim biçiyordu fakat teknede en ufak bir kımıldama olmamıştı. golf sopasıyla biçseydim, tekne şimdi şatonun tepesinde olurdu, dedi ve yüksek sesle sövdü. eğer akşama doğru tekne kıyıya doğru biraz yaklaşmamış olsadı, trende duyduğu karamsarlığa kapılacaktı ve yine isyan edecekti.

koca yaz bitmişti ama tekne hala iskelenin epey uzağındaydı. çılgınca eğlenen insanların sesleri ve havayi fişek gösterileriyle kendisine işkence yapılmış, bu da yetmezmiş gibi, sabah akşam çalışması karşılığında alacağı vaad edilen şeyi alamamıştı. klişeleri katlanılabilir bulması için, en sonunda kazananın hep kendisi olması gerekiyordu. şatodaki adam olamadığı için kendinden nefret ediyordu.

git gide gençleştiğini hatırlayarak sabır etmeye karar verdi.

üç gündür aralıksız yağan yağmur, kış mevsiminin yaklaştığını haber veriyordu. içkinin dibine vuran zengin adamın canı zaten hiç çalışmak istemiyordu. gözlerini kapatıp yağmurun sesini dinleyen zengin adam, en son helikopter sesini gökdeleninden ayrılırken duymuştu. şatodan havalanan helikopter iki dakika sonra görünmez oldu. zengin adam yağmura aldırmadan şatoya doğru yürüdü. açık kapıdan içeri girdiğinde, orkestranın bulunduğu yer dışından her yer darmadağındı. konfetiler, şampanya şişeleri, etrafa saçılmış yiyecekler, kırılmış bardaklarla ortam terk edilmiş gibiydi. odalarda dolaşan zengin adam kandırıldığını düşünüyordu. kim bilir ne kadar kalacaktı burada. en son çıktığı kuleden, dışarıya bir göz attı. havanın kapalı olması ve yağış nedeniyle pek bir şey görünmüyordu. ancak iskeleye dikkatlice baktığında, kıyıda duran şeyin tekne değil hatırı sayılır büyüklükte bir yat olduğunu gördü. emin olmak için bir süre dikkatlice bakan zengin adam, yanıma ne alabilirim diye düşündü. sonra yat hala iskelede duruyor mu diye tekrar dışarı baktı.

şatoda bulunan diğer insanların yata binip iskeleden ayrılacağı korkusuyla koşar adım geldiği yatta hiç kimse yoktu. bir zamanlar sahibi olduğu dev yat kadar olmasa da oldukça lüks bit yattı. usta kaptanlarla dünya turuna çıktığı sırada yat nasıl kullanılır öğrenmişti. hemen motorları çalıştırdı. çöken sise rağmen adadan ayrılmak istiyordu. bir süre yol alacak, istikamet alacağı bir kıyıya ulaşamazsa da demir atıp açıkta bekleyecekti. sis görüşü sıfıra indirene kadar bir yer bulamayan zengin adam demir attı.

yat gerçekten de mükemmel durumdaydı. dolaplar yiyecek ve içecekle doluydu. bira bile vardı. çeşit çeşit güzel kıyafetler, hatta olta takımları, dalış tüpleri ne ararsan vardı. o uğursuz şarabı görene kadar kendini harika hissetmişti. morali bozulmasına rağmen bulduğu kaptan kıyafetlerini giydi. şapkasını ve güneş gözlüğünü taktı. aynanın karşına geçtiğinde golf sopalı adamı görür gibi oldu. içinden acaba beni bu dünyadaki gücüne, saltanatına ortak eder mi, dedi. birlikte takılabilirlerdi. sadık yardımcısının, koruma müdürünün başına gelenler benim de başıma gelebilir dedikten sonra gözlüğü çıkarıp, şarap şişesiyle birlikte denize attı.

kış gelmiş, dalgalar yükselmişti. sis kene gibi üzerine yapışmıştı sanki. çekinerek içtiği ilk kutudan sonra favori içkisi bira olmuştu. günlerce balık tutmaya çalışmıştı. oltasına gelenler, balıktan çok her şeye benziyordu. yiyecek stoğu tükenirken, içki dolabı gözüne hep dolu görünüyordu. motorları birkaç kez çalıştırıp sisin ortasında körleme gitmeyi denedi. etrafında su ve sisten başka bir şey yoktu. yakınlarda bir kıyı varsa bile yanından geçmiş gitmiş olabilirdi.

dalgalar bir kaç kez tekneyi alabora edecek kadar yükseldi fakat korktuğu şey başına gelmemişti. son  yiyeceğini yemesinin üzerinden haftalar geçmişti. bira ile karını daha fazla doyuramayacağını düşünen zengin adam, içme suyuna fazla dokunmamıştı. oltaların hepsini suya atan zengin adamın umudu, balığa benzeyen bir balıktı. sudan çıkan yaratıklar çok çok anormaldi. bir tanesini parçalayıp yem yapmak istedinde, elleri yara olmuştu. balıkları bu hale getiren şeyin ne olduğunu adı gibi bilmesine rağmen, bunu hiç düşünmemeye çalışıyor, iyi durumda olan balıkları yakalayarak karnını doyurmanın hayalini kuruyordu.

yine dalgalar yükselmiş, hafiften kar serpiştirmeye başlamıştı. oltaları kontrol etmek için dışarı çıkan zengin adam, oltanın birinde hareket gördü. bu şimdiye kadar karşısına çıkan en inatçı yaratıktı. epey uğraştıktan sonra çektiği şeyin bir yaratık değil gayet temiz ve sağlıklı bir balık olduğunu gördü. on kilo civarındaki balığı eli hiç yakışmasa bile güzelce temizledi. pişirirken bulamaca dönen balığı yine de afiyetle yemek istiyordu. çünkü bira bitmek üzereydi ve sisin dağılmaya hiç niyeti yoktu.

yaklaşık on gün boyunca tadı her şeye benzeyen balığı, sırf daha iyisini yakalayamadığı için yedi. son lokmayı da ağzına atıp zorla yuttuktan sonra nihayet bitti de kurtuldum dedi. yemek yedikten sonra uykusu geliyor, kafasını kaldıracak hali kalmıyordu.

yemekten sonra uyumuş, uyandığında yine  kendini hiç dinlenmiş gibi hissedememişti. gözünü açar açmaz canı bira çeken zengin adam, bira içmek istemiyordu. üzerindeki uyuşukluğu dağıtmak isterken, ellerini saçının arasına soktu, parmaklarını sakallarının arasında gezdirdi. saçı sakalı patır patır kucağına döküldü. fırlayıp aynanın karşısına geçen zengin adamın yüzündeki organlar yamulup kaymaya, yer değiştirmeye başlamıştı.

nasıl iğrenç bir yaratığa dönüşeceğini düşününce aklı yerinden çıkacakmış gibi oldu. aynada gördüğü değişimin beyninde yarattığı korku dalgalarıyla boğuşurken, sisin dağıldığını çok sonra fark edebilmişti. güneş açmıştı ve hava çok güzeldi. artık denizin ortasında olduğuna emindi. karaya ne kadar yakın olduğunu bilmesi ise neredeyse imkansızdı. çapa çok uzun zaman önce kopmuştu. sağa sola sallanan, eğilip kalkan oltaların hepsini denize attı. motorları çalıştırarak gaz verdi. ne tarafa gideceğinden emin olamıyor, suyun ortasında daireler çiziyordu. yarım yol gaz verip yatın dümenini sabitledi.

sürekli gençleşiyor olması zengin adamın tek mutluluk kaynağıydı. şimdi tanınmaz hale gelmeye başlayan yüzü, deforme olmaya başlayan bedeni, kendine, sonuna mı geldim, sorusunu sormasına neden oluyordu. bu da geçecek, dedi kendine ama nasıl ve ne zaman.

tekrar votkaya başlamıştı. gözlükten kurtulduğuna sevinen zengin adamın gözleri artık her şeyi birbirine girmiş şekilde görüyordu. eğilip bükülen parmaklarıyla içki şişesini zor tutuyordu. yakında elleri de iş görmez hale gelecekti. virüs sana bulaşmadı, o zaten hep içinde ve seninleydi, ne zaman başardın, içine edilmiş bir durumda da olsa, dünyanın tek hakimi oldun, işte o zaman virüs seni ele geçirdi; ve şimdi seninle işi bitti, bugüne kadar herkese yaptığın şeyi sana yapıyor, diyordu.

gün geçtikçe kötüye giden zengin adam, akordeon gibi açılıp katlanıyordu. artık sona geldim dediği anda, martıların sesini duydu. yat cennet gibi bir kumsala doğru yol alıyordu ancak zengin adam buna sevinecek bir durumda değildi. en iyi bildiği işi yapmak için yine içki dolabına yöneldi. o uğursuz şarabı tekrar dolapta görünce, önce gözlerini tamamen kaybettiğini düşündü. ardından, bir sen eksiktin, dedi ve şarabı alarak güverteye çıktı. şarabı, tüm organlarından arta kalanları kullanarak, vücudunun her santimini şekilden şekile sokarak açtı. ilk yudumunu alırken tekne harika bir kumsala çıktmıştı. ayak basmam artık neye yarar dedi ve şarabı üzüntüyle içmeye devam etti.

lanetli şarabı içtiği için tekrar bilincini kaybetmesi sürpriz olmamıştı. sırtına yine inanılmaz bir sıcak vuruyordu. yoksa hala ormanda yanıyor muyum diye mırıldanırken, açık ve yamuk şekilde duran ağızına tuzlu suyla karışık deniz kumu girip çıkıyordu. gözlerini açtığında; sövdüğü şarap şişesinin de, boş bir şekilde suyla gidip geldiğini gördü. şarabın dibini görebilmişti sonunda ve hala net görebiliyordu. aniden, dört ayağının üzerine düşmeye çalışan bir kedi gibi, havaya fırlayıp oturdu. bacağı dışında bedeninin her tarafı çok iyi görünüyordu. saçları yerindeydi. sakalı uzamıştı.

zengin adam sevinçten dans ederken, dalgalar yatı kumsaldan uzaklaştırmaya başlamıştı. nereye geldiğinden emin olmayan zengin adam kendini toparlayıp suya atladı. neyse ki yetişip güverteye çıkabilmişti. motorları çalıştırdı ve sahilinden fazla uzaklaşmayarak kıyı boyunca ilerledi. tropik bir bölgede olduğu belliydi. bir iskele bulamadığı için, çapasız yatı denizde bırakıp karaya çıkamadığı gibi, tekrar denizde kaybolmamak için dümeni de bırakamıyordu. kıyı şeridini gözden kaybetmeden, resiflere dikkat ederek yol almaya devam etti.
yakıtı bitmek üzere olan yatı, uygun görünen bir kumsala doğru sürdü ve yatın burnunu kıyıya çıkardı. yakındaki güçlü bir palmiye ağacına, eline geçen tüm halatlarla sıkıca bağladı. birkaç hafta yatta kaldıktan sonra sahilden uzaklaşıp, kıyıdan içerlere doğru yürüyüşler yapmaya başladı. topladığı meyvelerle karnını doyuruyor, yediği balık yüzünden başına gelenleri hatırladıkça, şimdiki haline bakıp derin bir nefes alıyordu. vücudu zımba gidi olmuştu. yine gençleştiğini görüyor, hissediyor, yaşadığı kötü şeyleri; kaybettiğine en çok üzüldüğü şeyin kendisine geri verilmesi nedeniyle çabuk atlatıyordu.

fırtına mevsimin yaklaştığını tahmin eden zengin adam, yatı bağladığı halatlara, elde kalan son malzemelerle takviye yaptı. tatlı su kaynağı vardı ve meyve boldu. kaptanın şapkasını takmıştı. elinde de kaptanın şık bastonu vardı. palmiye yaprakları ve bambulardan yaprığı kulübede keyif çatıyordu. elinde kalan içkiyi yavaş içiyor, sarhoş olmamaya dikkat ediyordu. denizden çıkacak olan şeylere karşı bir korku oluştuğu için denize sadece yüzmek ve temizlenmek için giriyordu.

şiddetli iki fırtına atlatan yat, üçünsünde yana yatarak su almıştı. hayatı boyunca daha daha daha diyen zengin adam, burada yaşamaya razı olmuştu. içinde biraz yakıtı bulunan yata bakıp, istersem buradan giderim ama gitmiyorum, çünkü burayı seviyorum, diyordu. aslında değişen pek bir şey olmamıştı. yattan kendisine lazım olabilecek şeyleri zaten kumsala taşımıştı. yatı sahilde tutan halatları kesti. yat kıyıya vuran dalgalar nedeniyle biraz daha sulara gömüldü ama tamamen gözden kaybolmadı.

denizde yolculuk imkanını kaybeden zengin adamın aklına; gitmek, artık daha çok gelmeye başlamıştı. kıyadan içeri yaptığı yürüyüşler kısa sürüyordu. çünkü dağlar hemen yükseliyordu ve çok dikti. bu yüzden sahil boyunca gidip gelmeye başladı. kayda değer bir şeye rastlayamayan zengin adam, artık geri dönmüyordu. gerekli gördüğü malzemelerden taşıyabileceği kadarını bir çantaya doldurarak yanına almıştı. yiyecek ve su sıkıntısı çekmediği için günlerce bu şekilde yürüdü.

haftalar sonra vardığı küçük sahil kasabasında kimseleri bulamıştı. çoğu evin çatısı uçmuş, kalanlar da tamamen yıkılıp gitmişti. gördüğüne sevindiği tek şey dağlara doğru uzanan bir yoldu. binaların arasında gezinirken bulduğu motorsiklet çalışır durumdaydı fakat tekerin jantı yamulmuş ve kullanılamaz haldeydi. arabalar da deniz havası nedeniyle çürüyüp gitmişti. karşısına çıkan kayık ve küçük teknelerin durumuyla yakından ilgilenmiyor ama yerlerini ezberlemeye çalışıyordu. sonunda kasabadaki bisiklet tamircisin atölyesini buldu. motorsiklete uygun bir teker bulamayan zengin adam, sağlam durumda olan en iyi bisikleti altı. çantasına birkaç yama ve bir pompa koydu. hava kararmadan önce berber dükkanından arta kalanlarla saçına sakalına bakım yaptı. kasabanın çıkışındaki otobüs durağında geceyi geçirecek, sabah yola düşecekti.

sabahın güneş doğmadan yola çıktı. bir saat geçmeden yol yokuşa sardı. bir yandan yürüyor, bir yandan bisikleti itiyordu. çanta da cabasıydı. sahilde geçirdiği zamanları sıkıcı bulurken, golf sopalı adamın karşısına tekrar çıkmasını hiç istemiyordu. yokuşun bittiği tepelerden bisikletiyle aşağı ineceği anı düşünmeye çalışarak, yorgunluğunu azaltma derdindeydi.
günler geceler geçiyor yokuş bitmiyordu. yukarılara çıktıkça hava serinlemişti. ayakları şişmiş, tabanları yara olmuştu. bu zorlu yürüşün eğlenceli hiçbir yanı yoktu. küçük inişlerde bisiklete binen zengin adam kısa süre sonra karşısında daha dik bir yokuş buluyordu. neredeyse golf sopalı adamın gelip başını tekrar belaya sokmasını, acı çektirmesini isteyecekti.

uzun bir süre sonra nihayet zirveye varabilmişti. iki gündür su içmemişti. sürekli meyve yemekten dili tad almaz durumdaydı. oldukça virajlı olan iniş sırasında çok dikkatli olmak zorundaydı. yoksa kendini yüzlerce metrelik uçurumlardan düşerken bulabilirdi. pek çok kez ölmeyi deneyen ama başaramayan zengin adam; böyle korkunç bir duruma düşmekten, yine bu korkunç durumdan tek başına kurtulmak zorunda kalacağı için korkuyordu.

iniş beklediğinden de zor geçiyordu. sürekli fren yapmak zorunda kaldığı için fren pabuçları hızla aşınıyordu. en tepedeyken aşağıya baktığında pek bir şey görmemişti. ne bulacağına, ne bulmak istediğine dair kafasında net bir düşünce yoktu. şatoda eğlenen insanların sesini duymuştu. şu an neredeydiler. bu defa yanlarına yaklaşabilir, tanışabilir miydi bilmiyordu.

sıradaki mevsim sonbahar mıydı yoksa ilkbahar mıydı emin değildi. karşısında duran düzlüğe varabilmesi için önünde bir iniş kalmıştı. son yokuşu inerken duracak kadar yavaşlaması gereken bir dönüş vardı. eğer hızını iyi ayarlayamazsa tahmini beşyüz metre aşağı düşecekti ama nereye düşecekti.

frenleri çok sıkmadan mümkün olduğunca dengeli gidiyordu. çok hızladığını hissetiğinde yavaşlamak için ayaklarını yola sürtüyor, frenlere çok yüklenmeden işini garantiye almaya çalışıyordu. rahatlamak için viraja kalan mesafenin bir an önce bitmesini isteyen zengin adam; ayaklarını pedala koydu. son metreleri fren yaparak geçebileceğinden artık emindi.

fren pabuçlarındaki plastiğin tükenip sıyrılmasıyla birlikte, tekerin jantına değen metal kısımdan kıvılcımlar ve kulakları tırmalayan bir ses çıkmaya başladı. ayaklarını koyup durmayı denerken başarısız olan zengin adam, bisikleti yatırırıp kendini yol kenarına atma fıtsatını da kaçırmıştı. uçurumdan aşağı düşerken bisikletin gidonunu bırakamıyordu. elinden gelse seleye oturarak pedal çevirmeye devam edecekti. tek isteği bir şeylere tutunmak ve düşmemekti. hayatı boyunca zirvede olmaktan başka bir şeyden zevk alamamıştı. hep zirvede ve tek olacaktı. şimdi düşerken yalnız olmamak için bisikletten ayrılmak istemiyordu.

kesik kesik nefes alarak gözlerini açan zengin adam, doğrulmaya çalıyordu. sol yanında oturan sadık yardımcısı, masmavi gözleriyle zengin adamın gözlerinin içine bakarak, omuzlarına hafifçe bastırdı ve tekrar uzanmasını sağladı. boğazına irice bir pilastik bir boru sokulmuş, kolunda serum iğnesi olan zengin adam; korkudan kocaman olmuş gözleriyle, sadık yardımcısın gözlerine bir daha baktı. sağ yanında oturan doktoru hatırlayamadı, çünkü ilk kez görmüştü. yükseklik korkusundan benzi sararmış doktor kusmamak için kendini zor tutuyor gibiydi. etrafında gördüğü her şeyin rengi yerli yerindeydi ama gözlükleri gözünde olmadığı için iyi göremiyordu. siyah beyaz dünyadan eser kalmamıştı. bir şeyler söylemeye çalışacaktı ama helikopterin sesi başını döndürüyordu.

sadık yardımcısı, zengin adamın çok gergin olduğunu anladı ve rahatlamasını sağlamak için kulağına doğru eğildi. biraz bağırarak, ateşinin düştüğünü, cigerlerinin virüsün olumsuz etkisiden büyük ölçüde kurtulduğunu, her şeyin yolunda gittiğini, söyledi. ardından ayak ucunda oturan koruma müdürü, ne olduğunu anlamaya çalışan zengin adamına doğru eğilerek, kalede bir güvenlik sorunu oluştuğunu, doktorların onay vermesinden sonra yedek planı devreye soktuklarını, bir dağın zirvesinde bulunan askeri bir sığınağa nakledildiğini bağırarak, söyledi.

koruma müdürünün gözlerine dikatlice bakan zengin adam, gördüklerine inanamıyordu. virüs yüzünden geçirdiği havale sonucu hayaller görmüş olabilir miydi. kimsenin kendine bakmadığı bir an, bacaklarını dümdüz uzattı ve topuklarını birleştirdi. her şey yolunda görünüyordu. zengin adam, bir elinin işaret ve baş parmağıyla yuvarlak yaparak, elini bir gözüne götürdü. sadık yardımcısı özür dileyerek, cebinden gözlüğü çıkardı ve zengin adamın gözlerine taktı. yaşlanmadan dolayı ellerinin üzerinde beliren lekeleri tekrar gören zengin adam, daha çok oksijene ihtiyacım var, diyordu.

sadık yardımcısı, her zaman ki itaatkar duruşuyla yanı başındaydı. koruma müdürünün kulakları sağlam, ağzı burnu yerindeydi. yanında bostan korkuluğu gibi duran doktorun, kendini kötü hissetmemek için başını çevirdiği pencereden; renk renk harika manzaralar ilişiyordu gözüne. başına geldiğini düşündüğü şeyleri, hissettiklerini asla kimseye anlatmayacaktı. sesini katılaştırarak işlerle ilgili sorular sormak istiyordu fakat ciğerlerine kadar uzanan boru; vermek istediği mesaja, tatmak istediği tahakküm duygusuna engel oluyordu. ne kadar zamandır böyle olduğunu öğrenmek ilk isteklerinden biri olacaktı.

bir saattir uçuyorlardı. beynine saldıran düşünceler nedeniyle zengin adamın gözleri ağırlaşmıştı. kesinlikle kendinden geçmek, uyumak istemiyordu. bir an önce sığınağa varmak ve eski günlerine geri dönmek istiyordu. midesi kazınan, damağı kuruyan adam huysuzlanmaya başlamıştı. koruma müdürüne elleriyle işaret ederek saat kaç diye sordu. koruma müdürü sağ elinin işaret ve orta parmağıyla iki yaptıktan sonra orta parmağını katladı ve işaret parmanın ortasına baş pamağının ucuyla iki kez dokundu.

zengin adam gözlerini birkaç saniye kapattı. iki buçuk. saat iki buçuk dedi ve ardından gözlerini fal taşı gibi açtı. hemen koruma müdürün parmalarıına baktı. bir daha bir daha baktı. yüzüğü parmağında değildi. ardından sadık yardımcısını süzdü. gözleri helikopterde bulunanların yüzleri arasında gidip geldi. endişe içinde bekdiği tepki kimseden gelmiyordu. sadık yardımcısına, çekinerek eliyle yaklaşmasını istedi. ardından yine eliyle, önce kendi omuzunun üzerine vurdu ve zafer işareti yaptığı parmaklarını, pilot koltuğu ile gözlerinin arasına götürüp getirdi. sadık yardımcısı bir dakika efendim, dedikten sonra, pilot koltuğuna doğru başını uzattı ve gülümseyerek oturmaya devam etti.

bir dakika geçmişti. bir dakika değil, sanki bir asır geçmişti. bir açıklama bekleyen zengin adama, hiç bir şey söylenmiyordu. sanki az önce helikopterin pilotuyla ilgili bir şeyler anlatmaya çalışmamıştı. uzandığı sedyeden başını pilot kabinine doğru çevirirken, pilot da başını zengin adama bakmak için çevirmeye başlamıştı.

kaosun içinden kurtulduğuna inamasına ramak kalmıştı. birkaç dakika içinde, yok olmak üzere olan  son şüphe kırıntıları, tekrar kafasına balyoz gibi inen dev soru işaretlerine dönüşmüş; ve ruhu, o soğuk elin içinde bir taş gibi ufalanıp, toz haline geldikten sonra parmaklar arasından yere dökülmüştü. top sakal bırakan pilotun gözlüklerinde, bu sefer kendini parçalarına ayrılırken gördü. pilot, koruma müdürünün yüzüğünü taktığı eliyle dışarıyı işaret etti. açılan kapı ile içeriye giren şiddetli rüzgara doğru başını çeviren zengin adam; sadık yardımcısını yarısı yanmış uşak kıyafetleri içinde, kazık yutmuş gibi başında dikilirken buldu. sağ yanında üzerine doktor önlüğü giydirilmiş samandan bir korkuluk vardı. bu sırada koruma müdürü, oyulmuş gözlerindeki karanlığa daha yakından bakabilmesi için, parçalanmış suratını zengin adamın yüzüne doğru yaklaştırıyordu.

kaşla göz arasında çöp poşeti gibi atılmıştı helikopterden. sımsıkı tuttuğu bisiklet gitmişti. samandan yapılma doktor ile, el ele vermiş bir şekilde yere çakılmak üzereydiler. yaklaşmakta oldukları bir nokta dışında her şey rengini yitiriyordu. siyah beyaz bir resmin ortasındaki, küçük sarı bir noktaya doğru hızla düşüyorlardı. birkaç saniye içinde büyüyerek kocaman olan sarı nokta, altın bir para gibi parlamaya başladı. samimityetsiz bir teslimiyetle gözlerini kapatan zengin adam, saman doktoru kendine çekip sıkıca sarıldı. korkuluğa; korkmana hiç gerek yok, diyen zengin adam, kendini çok yorgun hissediyordu.
saman yığının içinden çıkmaya çalışırken attığı kahkalar, isyan yüklü bir haykırışa dönüştü. gözlerine dolan saman tozuyla canı yanan zengin adam, dizlerinin üzerine çökmüş bir vaziyette, sıktığı yumruklarını yukarıya kaldırarak avazı çıktığı kadar bağırıyordu. kinlenen zengin adam, ağızına avuç avuç saman tıkarak yemeğe çalışıyordu. ancak yutkunamadan öğürüp tükürüyordu. daha sonra ayağa kalktı ve gözleri kapalı bir şekilde topallayarak koşmaya başladı. öküz arabasının tekerine çarpıp yere düştü. hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktıp koşmaya devam etti. değirmenin kapısına çarpıp düştüğünde, alnındaki küçük kesik kocaman bir yarığa dönüşmüştü. olduğu yere çöken adam başından akan kan ile yüzünü silmeye çalışıyordu.

sağa sola koşmaya devam ederek kendini yara bere içinde bırakan zengin adam, en son avlunun ortasında bulunan suyu kuyusunun içine kafa üstü düştü. istese ayağa dikilerek kafasını sudan çıkarabilirdi. ancak suyun altında duruyor, tıpkı saman yutmaya çalıştığı gibi su yutmayı deniyordu. ciğerlerinin en ücra köşesine kadar dolan su, arkasında büyük acılar bırakarak ağzından burnundan geri çıkıyordu.

iyice güçsüz kalınca, kolunu kuyunun duvarına, kanayan başını da koluna yasladı. şimdi oldu, işte şimdi yüzlerce metre yüksekten düşmüş birine benzedim, diyordu. kuyudan nasıl çıkacağını bulmak için kafasını yukarıya çeviren zengin adamın suratına, ipe bağlı ağır kova hızla çarpıverdi. suyun içinde tekrar ayağa kalkan zengin adam, çok sakin bir şekilde ipe tutundu ve yukarı doğru tırmandı. sırtını kuyununun ağızındaki taşlara yaslanan zengin adam; rüzgarın, doktor önlüğüyle birlikte sürüklediği samanlara bakıyordu.

değirmenin yanında bulunan odaya girdi. içeride fırınlı bir kuzine, kap kacak ve bir de yatak vardı. elektirik düğmesine basınca, tavandan sarkan ampül yandı. yatakta oturan zengin adama, kalkıp ışığı söndürmek, kapıyı kapatmak zor gelmişti. ıslak üstü başıyla uyuyakalan zengin adamın aklında hiçbir şey yoktu.

sabah uyandığında neredeyse tamamen iyileşmiş durumda olduğunu gördü. yanlız çok kötü kokuyordu. ışığı södürmeden dışarı çıktı. yaşlı bir öküzün koşulu olduğu öküz arabası, tepeleme çuval dolu bir halde değirmenin kapısında bekliyordu. etrafına baktıktan sonra, kendisine dayatılan işi bu sefer kesinlikle yapmama niyetindeydi. bu zinciri kırmanın bir yolunu bulacağına dair, bir söz daha verdi kendine. tüm yolları sonuna kadar deneyecek, bir zamanlar dünyaya hükmettiği gibi, içinde bulunduğu bu yere de hükmetmeyi başaracaktı.

öküz arabasındaki buğday çuvallarını hemen olduğu yere gelişigüzel atıverdi. elini yüzünü yıkadıktan sonra üzerine, değirmencinin elbiselerini giydi. ve öküz arabasına binerek yola çıktı. hava sıcaktı ve yaşlı öküz çok yavaş ilerliyordu. akşama doğru yolun sağ tarafında, bir köyden arta kalanlar belirdi. köy yoldan yaklaşık bir kilometre içerideydi. düz gitmekle geceyi bu viran olmuş köyde geçirmek arasında kararsız kalmıştı. yaşlı öküz, köye doğru giden yola saparak. zengin adamı bu karasızlıktan kurtardı.

köyedeki çeşmelerin hepsi kurumuştu. evler birer kerpiç yığınına dönüşmüş, bazı evler ise yanmıştı. köy meydanında öküz arabasını durduramayan zengin adam, kararları tamamen yaşlı öküzün inisiyatifine bırakmıştı. yaşlı öküz, köyün içindeki yolun sonunda, ambara benzeyen büyük tahta kapılı, sağlam bir yapının önünde durdu. kapının bir kanadını açam zengin adam, içerisinin buğday çuvalarıyla dolu olduğunu görünce, yaşlı öküze bir bakış fırlattı. yiyecek içecek bir şeyi olmayan zengin adam sabahı bekleyecek, yaşlı öküzü yola getirebilirse öküz arabasıyla, getiremezse yürüyerek yola devam edecekti.

sabah arabanın yine tepeleme buğday çuvallarıyla dolu olduğunu gören zengin adam, geviş getiren yaşlı öküze; çok beklersin, dedi ve geldiği yöne doğru yürümeye başladı. bacağı ilk haline göre biraz iyi durumdaydı. fakat bastonsuz hem yoruluyor, hem de hızlı yürüyemiyordu ama pes etmeyecekti. gerekirse haftalar, hatta aylar sürse de bu durumu kabul etmeyecekti. eline geçen bir ağaç dalından destek alarak yürümeyi sürdürdü. yol ayrımına yaklaştığı sırada; yaşlı öküz, buğday dolu çuvalların yüklü olduğu arabayı yavaş yavaş çekerek, zengin yanından geçip gitti. zengin adam, değirmene giden yola dönmeyerek, tam ters istikamette yürümeye devam etti.

gece olmasına rağmen yürümeye devam eden zengin adam, artık sakat bacağını kaldıramıyor, sürüyordu. gökyüzünde yarım ay ve gittikçe çoğlan yıldızlar çok güzel parlıyordu. yol kenarındaki bir taşın üzerine oturdu ve dizini ovmaya başladı. gitmekte olduğu yönden bir ses geldiğini duyan zengin adam, kalkıp yolun ortasında dikilmek istedi. fakat çok yorgun olduğu için oturmaya devam etti. güneş gözlüklü adamın tekrar karşısına çıkabileceğini düşünüyordu ancak, kendisine doğru yaklaşan, buğday çuvallarıyla dolu bir öküz arabasıydı. yaşlı öküz, tam zengin adamın karşısında kısa bir süre bekledikten sonra, değirmene doğru yavaş yavaş yol alarak gözden kayboldu.

yiyecek bir şey bulamayan adam üç gündür yürüyordu. yaşlı öküz buğday yüklü arabasıyla günde bir iki kez yanından geçip gidiyordu. nihayet karşısına bir köy daha çıktı. bu köy, tam yolun üzerindeydi ve uzaktan derli toplu görünüyordu. açlığın ve susuzluğun verdiği acı karşısında zengin adamın inadı kırılmak üzereydi. yolunun üzerindeki köye ulaşan adam, son bir gayretle yolun bir sağına bir soluna koşmuş, ama ne su ne de yiyecek bulabilmişti.

köyün ortasında, yaşlı öküzü tekrar karşısında gören zengin adamın inadı, her ne kadar kırılmak üzere olsa da, içinde biriken öfke taşmak üzereydi. eline geçen taşı yaşlı öküze fırlatmaya başladı. attığı her taş yaşlı öküzün üzerinde parçalanıyordu. hırsını alamayan adam yaşlı öküzün başına elindeki değnekle vurmaya başladı. geviş getiren yaşlı öküz hiç etkilenmeyerek, değirmene doğru yola koyuldu. öküz arabasın arkasından bakarken, yine yenildiğini kabul etmişti. değneği kırılan zengin adam, topallayarak öküz arabasının arkasından gidiyordu ama yetişemiyordu. yaşlı öküzün ardından bağırmaya başlayan zengin adam, tekrar oyuna katılmak istiyordu.

çuvalların tepesinde yol boyunca yarı baygın yatan zengin adam, değirmene gelir gelmez kana kana su içti. değirmenin önünde buğday çuvallarından oluşan kocaman bir dağ vardı. burnuna gelen enfes kokuyu takip eden zengin adam, odaya girerken lambayı söndürdü ama hemen geri yaktı. gece olduğunu unutacak kadar açtı. kuzinedeki fırının kapağını açarken elini yaktı ama hiç umursamadı. mis gibi pişmiş ekmeğin hepsini sıcak soğuk demeden bir güzel yedi.

yaşlı öküzü atlatamayan adam değirmene girdi ve nasıl çalıştığını keşfetmek için içeride epey vakit geçirdi. alttaki taş sabit, üstteki taş hareketliydi. ters duran piramitin şeklindeki ahşap teknenin ucu, harekeli taşın ortasındaki deliğin üzerindeydi. buğdayı piramit şeklindeki tekneye dolduracaktı. deliğin ortasına dökülen buğday iki taşın arasından un olarak çıkacaktı. yediği ekmeğin tadı damağında kalmıştı. hayatı boyunca çok az ekmek yemiş olan zengin adam, aynı lezzetli ekmekten tekrar yiyebilmek için şarteli indirdi.

sabaha kadar çalışan zengin adam epey buğday öğütttü. çıkan unu doldurduğu çuvallar değirmenin girişini kapatmaya başladı. yediği ekmek karnını tok tutmuştu. öğlene kadar uyuyan adam tekrar işe koyuldu. bırak ekmek yapmayı, iki yumurta bile kırmamıştı. bulduğu derin kaba biraz un koydu. biraz su, biraz un, derken hamur kaptan taşmaya başladı. daha önce odun atıp yaktığı kuzinenin fırınına, hamuru pişmesi için koydu ve dışarı çıktı.

yaşlı öküz, un dolu çuvallarla yüklü arabayı yine yavaş yavaş çekerek avludan çıkıyordu. hamurun kıvamını bir türlü tutturamasa da ekmek fırından mis kokular saçarak çıkmıştı. değirmenin önünde hiç buğday çuvalı kalmamıştı. rutine bağlayan öğütme işleri, sabah buğdayın gelmesiyle başlıyor, akşam unun yola çıkmasıyla bitiyordu. ekmek dışında başka bir şey yemeyen zengin adamın yüzündeki kırışıklar azalmaya devam ediyordu. çalıştıkça ışıldayan bir demire benziyordu adeta.

yaşlı öküz hiç ara vermeden çalışmış, zengin adam da buna hiç söylenmeden ayak uydurmuştu. iyi bir ekip olduklarını düşünen zengin adam, üzerine düşeni eksiksiz yaptığı için kendisiyle gurur duyuyordu. aynada kendine baktıkça neşesi yerine gelen zengin adam otuz yaşların sonunda gösteriyordu değirmeni terk etmek, kesinlikle aklına gelmiyordu. belki ilerleyen günlerde işler azalır ve etrafta yürüyüşe çıkabilirim, diyordu.

sabah işe başlamak için dışarı çıkan zengin adam, öküz arabasını boş bir şekilde değirmenin önünde dururken buldu. arabanın üzerinde eski tahta bir bavul vardı. kendini fazla kaptırmamasına rağmen, planları suya düşen zengin adamın yüreği biraz burulmuştu. önceden bilseydim yanımda götürmek için fazladan ekmek pişirirdim, diye geçirdi içinden. nihayetinde gitme vaktinin geldiği kabul eden zengin adam, dünden kalan ekmeği içine koymak için bavulu açtı. bavulda yeni kıyafeler, ayakkabı, çakmak, tarak, cep aynası ve malum şarap şisesi vardı. beklemenin bir anlamı yok, diyerek arabaya bindi. ağır ağır avludan çıkarken arkasına dönüp bakan bakan adam, odanın lambasını söndürmeyi unutmamıştı.

ilk köyün yol ayrımına vardıklarında yaşlı öküz durdu. arabadan inen zengin adamın kucağına aldığı bohça sıcacıktı ve içinde bir ekmek ile biraz ceviz içi vardı. ekmeğin sıcaklığını kalbinde hissetmek için bohçayı göğsüne bastıyordu. karşılarına çıkan her köyde yeni fırından çıkmış ekmek ve yanında türlü türlü yiyeceklerle karşılandılar. kuru üzüm, fındık ve badem içi, tuzlanmış et, yeşil zeytin ve çeşit çeşit meyveler.

yazın sonuna kadar bu şekilde, sayısız köy geçerek yollarına devam etmişlerdi. adımları git gide yavaşlayan yaşlı öküz, öğle vakti dik bir yokuşu çıkarken yere yığıldı. zengin adam, nefes alışı durana kadar yaşlı öküzün boynunu okşadı. bir süre başında bekledikten sonra arabadaki bohçalarla emektar dostunun üzerini örttü ve tahta bavulunu yanına alarak yola tek başına devam etti.

virüs yüzünden yatağa düşen adam, o günden beri doğasını hala tam olarak çözemediği bir yerin bilmem neresinde, yıllardır topallayarak yürüyordu. aklına, başta vicdanı olmak üzere, bir şekilde zihnine girilmesi, rüya, koma hali, bilinçaltının oynadığı oyunlar gibi şeyler gelmiş ama kesin bir kanıya varamamıştı. hayatı boyunca, kötü bir insan olarak tanımlanmaktan hiç rahatsızlık duymadan, parayla elde edilen gücün limitlerini zorlamış ve yaşadığı zamanda bu işi en iyi yapan adam olmuştu. empati yoksunu biri değildi. nasıl bir adım atarsa karşısında duran engel büyür aşılmaz hale gelir onu buluyor ve tam tersini yapıyordu.

aslında başarısının sırrı bu kadar basitti ama bu lanet yerde o şekilde hareket etmek kendisine hiç bir üstünlük kazandırmıyordu. itip kaktığında, aşağılayıp hor gördüğünde, hep bana hatta hadi al biraz da sana dediğinde bile, karşısında duranı, önüne çıkanı, kişi olarak değil, merdiveni kapatan bir çöp kovası, hortumu tıkayan bir pislik olarak görüyordu. yaşadığı dünya böyleydi ve o sadece yapması gerekeni yapmıştı. çünkü yapılabilirdi, yapılabiliyordu, ki yapılıyordu. en güzelini de o yapmıştı.

sadece açlığın verdiği acıdan kurtulmak veya hapsedilmemek veya fiziksel işkencelere maruz kalmamak için veya sevdiği, değer verdiği birinin görece iyiliği için köle gibi çalışmak zorunda kalsaydı, hastalanıp yatağa düşmeyi beklemez, hemen hayatına bir son verirdi. ki krallığının başına tekrar geçemeyeceğini anladığında intihar etmiş fakat bu absürt yer bunu gerçekleştirmesine izin vermemişti. bir bakıma bu kahrolası yerin olaylara yaklaşımı, sahibi olmakla övündüğü karakteriyle bire bir örtüşüyordu. burası da hep kazanıyordu. önünde sonunda hep buranın dediği oluyordu. ne yapıyor ne ediyor, istediğini muhakkak alıyordu. buraya diş geçirmek imkansızdı. çünkü adam buraya gelene kadar hiç ısırılmamıştı.

sakat bacağı görmezden gelinirse, yavaş yavaş kendisine geri verilen gençliği dışında eline geçenler, acı çekmesine engel olmaktan başka bir işe yaramayan ıvır zıvırlardı. bu koşullarda kendini kaybetmeden, bu oyuna devam etmeyi içine sindiremiyordu. kendini bildiğinden beri kazanan biri, sahip olduğu hazineyi bir hiçmiş gibi varlığından söküp nasıl atabilirdi. her duvarda bir çatlak, her cephede zayıf bir nokta, her idealde çürük bir elma bulmuştu. duvarındaki çatlağı, mevzisindeki gediği herkesten önce hep o bulduğu için, son ana kalesine düşmanlarını sokmamayı başarmış, kralların kralı olabilmişti. belki bu yavşak yeri, gözünde fazla büyütüyordu. belkide yenilgiyi kabul etmek için acele ediyordu. pusuda beklemek dahil her seçeneği aklının bir köşesinde, geç tanımasına rağmen çok sevdiği kuzinede pişmiş ekmek gibi hep sıcak tutmalıydı.

günlerce yürüyen adamın karşısına ne bir yol ayrımı ne de uzun süre konaklamayabileceği bir yer çıkmıştı. ayakkabıları parçalanan, üstü başı dağılan adam yanındaki yeni elbiseleri giydi. aç susuz kalmıyordu fakat yol kenarında karşısına çıkan yiyeyecekler azalmış, gıdı gıdına yetmeye başlamıştı. sonbahar yağmurlarının başlamasına çok az kalmıştı ve yürümek atık işkenceye dönüşmüştü. dinlenmek için durduğunda, güzel bir süprizle karşılanmak umuduyla tahta bavulunu açıyor, eski elbiseleri ve bir şişe şaraptan başka bir şey bulamıyordu. kumsaldaki etkisini hatırlayarak şarabı içmeye niyetleniyordu ancak durduk yere başına iş açmaktan da korkuyordu.

ertesi gün yiyeceği biten ve çok susayan zengin adam, yolun kenarındaki ıslak toprağı takip ederek yakındaki bir tepenin yamacında bulunan çeşmeye ulaştı. etrafı görebileceği bir yükseklikte olan tepenin çevresini dolaşarak yakınlarda neler olduğunu görmek istedi. buralarda belki bir meyve bahçesi vardır, diyen zengin adam; tepenin diğer yüzündeki yamacın bitiminde, henüz biçilmemiş bir buğday tarlası keşfetti. tekrar o lezzetli ekmekten yiyebileceğini düşünerek tarlaya doğru yürüdü. tam burçakları kopartıp bavuluna doldurmaya hazırlanmış ki, nereden geldiğini anlayamadığı bir domuz sürüsü üzerine doğru koşmaya başladı.

çıktığı kaya parçasının üzerinde gün batana kadar beklemek zorunda kalan zengin adam, domuz sürüsün gitmesiyle birlikte, bavulunu tıka basa burçakla doldurdu ve çeşmenin yanına geri döndü. civardan bulduğu yarım mette çapındaki bir taş parçasını suyun yanına getirdi ve onun yanına da bir ateş yaktı. burçaktan dökülen buğday tanelerini avucuna aldığı taşla ezen zengin adam, sabaha karşı ekmek pişirecek kadar un elde etmişti. yaktığı ateşi büyüttü ve üzerinde buğday ezdiği taşa benzer bir başka taşı, ateşi çok yakından görecek şekilde yerleştirdi.

çok acıkan zengin adam emeğinin karşılığını alacağından emin bir şekilde uğraşmaya devam etti. elde ettiği hamuru ateşin karşısındaki kızgın taşın üzerine serdi ve pişmesini bekledi. bu kokuyu o kadar çok sevmişti ki, ekmeğin pişmesini beklerken dudaklarını ısırıyordu. nihayet etmeği pişirmiş ve sıcak sıcak, eksiğine gediğine bakmadan yemişti.

hava kararmadan burçak toplamaya giden zengin adam yine domuz sürüsün saldırısına uğradı. domuzlar, gündüz tarlaya girmesine izin vermiyordu. zengin adam da yağmur yağdıktan sonra ekinin bir işe yaramayacağını bildiği için mümkün olduğunca çok ekmek pişirmek istiyordu. yaklaşık on gün bu şekilde geceleri burçak toplayarak ekmek pişirdi.

yağmurun yağdığı gece ağaç dallarından yaptığı küçük sığınağın altında ne yapacağını düşünüyordu. iki büklüm uyumaya çalışan zengin adam gece içi tirtereyek uyandı ve ilerideki düzlükte yine bir ışık gördü. yağmurun hızı kesilmişti ama hala hafif bir şekilde yağmaya devam ediyordu. iyi bir seçenek olmadığını bildiği halde, başka çarem yok, diyerek, ışığın geldiği yöne yürümeye başladı. gün doğumuna kadar çamurda yürüyen zengin adam ışığın geldiği yere ulaşamamıştı. ışığın geldiği yer görülmez olunca, yakındaki bir azattlığın altında uyudu. pişirdiği ekmekle karnını doyuran zengin adam, tarlada kalan buğdaya yanıyordu.

havanın kararmasıyla tekrar beliren ışığa doru yürüdü. gece yarısı vardığı yerde; dağılmış yüzlerce çadır, çadırların ortasında; geniş bir salon büyüklüğünde ve bir metre yükseliğinde, sahne olarak kullanılmış, ahşap bir platfom bulunuyordu. sahnenin önünde yanan ateşin karşısında, tek kişilik çok güzel bir koltuk duruyordu. umduğundan daha iyisine kavuştuğu için sevinen zengin adam, tahta bavulunu yanına koyduğu o güzel koltuğa kurulup, ayaklarını ateşe doğru uzattı. içi ısınmaya başlayan adamın uykusu geliyordu.

sabah olunca yapabileceklerinini düşünerek uykuya dalmak üzere olan zengin adam, tüm bedenini sarsan bir darbeyle gözlerini açtı. kamp ateşinin üzerinden sahneye doğru uçuyordu. kafa üstü çakılmasıyla birlikte gevşek taban tahtaları da havalanıp tekrar yerlerine geri oturdu. yüzü koyun yatan zengin adam koltuğa doğru bakıyordu. iki saniye sonra bıraktığı yerde göremediği tahta bavulu da yanına düştü ve kapağı açılarak içindekiler etrafa saçıldı. sarsılan başını tutarak doğrulan zengin adam, neyi yanlış yaptığını bulmaya çalıyordu.

geceyi sahnenin altında geçiren zengin adam doğru düzgün uyuyamamıştı. gün ağarınca yakın çevreyi dolaşmış, ardından koltuğun yanına gelerek, baston olarak kullandığı çadır direğiyle, koltuğu devirip sağını solunu incelemişti. açıkçası bir daha üzerine oturmaya çekiniyordu. koltuğu bastonuyla iteleyerek, alevleri azalan ateşin üzerinde bıraktı ve yıkılan çadırların arasında dolaşmaya devam etti. işe yarar sağlam şeyler bulmuştu. giyilebilecek durumda kışlık elbiseler, botlar, dünyanın konservesi ve bol bol bira vardı. kendini soğuktan koruyabilecek bir yer yapabilmesi için ne gerekiyorsa vardı.

tekrar ateşin yanına geldiğinde, koltuk hiç bir şey olmamış gibi ateşin karşısında duruyordu. bu koltuk başıma bela olmazsa iyi, dedi ve sahnenin döşeme tahtalarını söküp istif yapamaya başladı. sahnenin yıkılan direklerini yakındaki bir boşluğa çekti. çadır naylonlarını, iplerini bir araya getirene kadar akşam olmuştu. kendine ayrı bir ateş yakmak için yığdığı odunları tutuşturmak üzere, koltuğun yanındaki ateşten bir köz parçası aldı. kor halideki közler, odunların yanına gelene kadar buz parçalarına dönüşüyordu. sadece koltuktan değil, havanın durumuna göre alevleri azalıp çoğalan ama sönmek bilmeyen, ateşten de çekeceğim var, diyerek, bulduğu bir uyku tulumun içine girerek, ateşin yakınında uyudu.

başka bir yerde ateş yakmayı başaramayan zengi adam, en azından ateş yakmakla uğraşmam, tesellisiyle, ateşi ve koltuğu içine alacak şekilde bir baraka yapmaya karar verdi. direklerin ucunu kazdığı çukurlara sokup şağlamlaştırdı. ipleri ve diğer malzemeleri kullanarak çadır naylonlarıyla kendine epey sağlam bir baraka yapmayı becerebildi. zeminini tahtlarla döşediği barakada, boş bir koltukla birlikte kalan zengin adam pek rahat sayılmazdı.

kışın bastırmasıyla birlikte ateşin alevleri de canladı. barakanın bir tarafı bira ve konserve yığılıydı. yağan kar barakanın her yanını kapladığı için neredeyse dışarı hiç çıkmayan zengin adam yavaş yavaş kurulmaya, koltuğa kafayı takmaya başladı. tekrar kontrolden çıkmamak, kışı sorunsuz bir şekilde atlatmak için koltukla dost olma niyetindeydi. tulumun fermuarını beline kadar çektikten sonra, baş ucuna dizdiği biraları içemeye başlıyor, çakırlayınca da başınden geçenleri en ince ayrıntısına kadar boş koltuğa saatlerce anlatıyordu. en sevdiği aktivite ise sızmadan önce ayna karşısında, siyahlaşarak gürleşen saçlarını sekilden şekile sokmaktı.

bira ve konserve vardı fakat anlatacak hikayesi bitmişti. virüse yakalanmadan önceki hayatına hiç girmek istemiyordu fakat karşısında boş duran koltuk; kendisine, bir eli yağda bir eli balda yaşadığı o rahat günlerden başka bir şey hatırlatmıyordu. hayatını, oturduğu koltuktan daha rahat bir koltukta oturanları kaldırıp, yerlerine geçerek sürdürmüştü ve tam kral tahtına kurulup dünyanın tamamına hükmetmeye başlamıştı ki hastalanıp buraya düştü.

koltukla muhabbeti kesen adam artık koltuğa sırtını dönerek yatıyordu. koltuk da buna tepki olarak sürekli ateş ile adamın arasına girecek şekilde konumunu değiştirmeye başladı. işte, bu yüzden, hep koltukta oturan ben olmak istemiştim, diyerek, geçmişte ne kadar doğru bir yol izlediğini, kendine izah ediyordu. atları ehlileştiren binicileri düşünerek kafayı bulan zengin adam, daha fazla dayanamadı. ipleri, koltuğun etrafında doladı ve her yanını sağlamca bağladıktan sonra içine girerek oturdu. iki eliyle ipleri sıkıca tutan zengin adam, koltuğun vereceği tepkiye dayanabileceğini düşünüyordu.

ipleri sıkmaktan elleri yorulan zengin adam, bir süre sonra gevşeyerek koltuğa yayılmaya başladı. tam koltuğu yola getirdim derken, barakanın üzerinde bulunan naylonlara sarılmış bir şekilde yine uçtu ve kar birikintisin içinde düştü. naylonun altından çıkan zengin adam, yüzüne çarpan soğuk rüzgarın etkisiyle hemen ayılıp kendine geldi. çatısı uçmuş barakanın ortasında yanan ateş, koltuğu saran ipleri çubuk makarna gibi içine çekerek hüplettiyordu.

barakanın üzerini tekrar kapatamadan, baharın gelmesini bu zor koşullarda beklemek zorunda kaldı. yüzünü bir daha ateşten ve koltuktan çevirmeyen zengin adam, ele geçiremediği bu ikilinin karşısında sıçan gibi ıslanıp ıslanıp kurumuştu. tahta bavulu kışı atlamayarak dağılıp duman olduğu için, bulduğu bir sırt çantasına taşıyabileceği kadar yiyecek ve eşyalarını koydu. şarabı koltuğun üzerine bırakan zengin adamın aklında, değirmene geri dönmek vardı. fakat yaşlı öküz öldüğü için buğday gelmeyecekti. biraz daha gençleşmiş olmanın verdiği gayretle yola koyuldu.

o koltuğa yaslanıp keyif çatamamanın verdiği sıkıntıyı, yaz gelene kadar atamadı üzerinden. sakat bacağında en küçük bir iyileşme yoktu. sırt çantasında yiyecek kalmamıştı ancak meyve ağaçlarından ve böğürtlen çalılarından karnını doyurabiliyordu. acaba şimdi karşıma ne çıkacak, diye düşünmek istemediği gibi, iyilik bekleyecek neşesi de kalmamıştı. sağa sola sapmayan, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi uzayıp giden yolda topallayarak yürüyordu. etrafındaki manzara bazen bir hafta değişmiyor, değişiklik beklentisiyie aştığı bir teplerin ardında yine benzer bir manzaralarla karşılaşıyordu.

sıcak yüzünden, dinlenmeden uzun süre yürümek imkansız hale gelince, gündüzleri bir gölgede uyumaya başlayan adam, gökyüzünde çoğalan yıldızların ve ay ışığının yardımıyla geceleri yola devam ediyordu. o gün öğlen sıcağı bastırmasına rağmen, uzaktan bacaları görünen fabrikaya varmak için yürümeye davam etti. tek çatılı, stadyum büyüklüğünde, çaydanlık imalatı yapan bir yerdi. fabrikasın ortasında makinalar ve imalat bantları bulunuyordu. bir köşe paketlenmiş ürünlerin konulduğu, diğer köşe hammaddelerin bulunduğu yer olarak düzenlenmişti. tam karşıda ise çalışanların ve yöneticilerin bulunduğu ofisler bulunuyordu.

sanki fabrikada yemek molası verilmiş, on dakika sonra sirenin çalmasıyla birlikte bütün çalışanlar işlerinin başına geçerek, imalat gürültüyle kaldığı yerden devam edecekmiş gibi duruyordu. yiyecek bulma umuduyla fabrikayı dolaşan adam, ofislerin karşında durdu. zeminde işçi, üzerinde usta, onun üzerinde şef, onun üzerinde müdür ve en üstte patron şeklinde sıralanmış katlar vardı. üst katların ön cephesi tamamen camekanla kaplıydı. katların solundaki asansörün kapısında usta, şef ve müdür yazıyordu. sağdaki asansörün kapısında ise patron yazıyordu. hemen yakında bulunan fabrika kapısının üzerinde de özgürlük yazıyordu. işçi bölümünün kapısını açamayan adam, camlarını kırmayı denedi fakat başaramadı.

fabrikanın kalan yerlerini karış karış gezen adam, sadece üretim bantının sonunda bulunan, bir çikolata otomatının karşısında durdu. ne kadar uğraştıysa da bir tanesini aşağıya düşüremedi. devirdiği otomatın yanında ayaklarını uzatıp oturan zengin adam, siren sesini duyunca ayağa kalktı. hiç kimsenin gelmemesine rağmen iki dakika sonra tüm makinalar çalışmaya başladı. otomatın üzerine çıkan zengin adam kimseyeyi göremedi. üretimin son kısmında bulunan bantın üzerinde ışıl ışıl çaydanlıklar gözükmeye başlamıştı. zengin adam bantın başından çıkan çaydanlıkların yanına gitti ve onlarla birlikte bantın sonuna doğru yürüdü. ilk çaydanlık bantın sonundan aşağı tam düşmek üzereyken tüm makinalar bir anda duruverdi. adam bantın sonundaki çaydanlığı yakından incelemek için eline aldığında, fabrika bir çaydanlık daha üretecek şekilde kısa süreliğine çalışıp durdu.

işçi üçyüzelli adet, usta dörtyüz adet, şef dörtyüzelli adet, müdür beşyüz adet, patron bin adet, özgürlük beşbin adet. her yüz adette bir çikolata yazıyordu. boş çaydanlık paketlerinin yanında duran panodaki liste bu şekildeyedi. listenin üzerinde de ışıklı bir tabela vardı. bir çikolata için yüz tane çaydanlık paketlenip istif edilir mi diye düşündü ve çok aptalca buldu. attığı bir imzayla bunun gibi yüzlerce fabrikayı isterse batıran, isterse kazanca sokan birine böyle bir teklif yapılamazdı. dışarı çıkıp yoluna devam etmeyi daha akıllıca bulan zengin adam, içeri girdiği kapının kapalı olduğu gördü.

başka bir çıkış bulmak için saatlerdir mücadele eden zengin adam sonunda pes etti. yine çok kötü tezgaha gelmişti. çikolatasını, çaydanlığını, müdürünü, patronunu ayrı ayrı, özgürlüğü toptan, diyerek sövüyordu. öfkeden yorularak uzandığı otomatın üzerinde midesi kazınarak uyanan zengin adam çok az uyuyabilmişti. panodaki listeye bakarak hesap yapıyordu. bir şeyler yemek zorundaydı yoksa çektiği acı katlanarak dayanılmaz hale gelecekti. çaydanlıkları kutuya koyuyor, ardından yanındaki tekerlekli nakil kasasına diziyordu. seri bir şekilde çalışırsa üretim bandı hiç durmadan önüne çaydanlık getiriyordu. çalışmaya başlamasıyla birlikte, yanında bulunan tabelanın ışıkları yanmıştı. üstteki satırda yirmidört saatten geriye doğru azalan rakamlar, alttaki satırda paketlediği çaydanlık sayısı ve yanında bir adam silüeti vardı. tekerlekli sepet yüz kutu alacak şekilde tasarlanmıştı. sepet dolunca otomattan bir çikolata düştü.
dört saattik çalışması karşılığında bir çikolata hak etmişti. dolu sepeti alıp boş sepeti getirene kadar çikolatayı yeyip bitirdi. onaltı saate yakın bir süre çalıştıktan sonra üçyüzelli paket hazırlayan zengin adam, büroların olduğu yerde bulunan işçi bölümün ışıkların yandığını gördü. içeride bulacağını merak ederek çok yorgun bir şekilde büroların olduğu yere vardı. açık duran kapı zengin adamın içeriye girmesiyle birlikte kapandı. oda serin sayılırdı. içeride bir sandalye, üzerinde bir çalar saat, bir sandiviç ve bir kutu ayran olan küçük bir masa vardı. masanın yanında duran kampetin üzerindeki battaniye ve yastık temiz görünüyordu. elbise dolabının içinde yine temiz görünen bir iş elbisesi, dolabın yanında da sırayla lavabo, klozet ve etrafı naylonla çevirili bir duş teknesi duruyordu.

gururu kırılan zengin adam fazla dayanamadı. savdiviç ile ayranı on saniye içinde yuttu. duş aldı, temiz elbiseleri giydi ve kampete uzandı. duvarda, dışarıdaki saatle eş zamanlı olarak azalan, küçük bir saat ekranı vardı. diğer bürolarda ne olabileceğini değil, fabrikadan çıkmanın başka bir yolunu bulmalı mıyım, diye düşünüyordu. beşbin kutu karşılığı özgürlük imkansız diyordu uykuya dalarken.

siren sesiyle yataktan fırlayan zengin adam, odayı dolduran acı duman yüzünden yerde sürünerek kapıyı bulmaya çalışıyordu. dışarı çıktıktan sonra yaşaran gözlerini sildi. kapının kapanmasıyla birlikte odadaki duman da çekildi. bu çile çekilir miydi. üç çikolata, bir sandiviç ve ayran için yarım günden fazla çalışılır mıydı. beşbin kutuyu düşündüğünde ise kafayı yiyeyecek gibi oluyordu. üretim bantının sonuna gitmeden önce yine tüm çıkışları ve bir müdahale ile çıkış noktası olabilecek yerleri dolaştı. gün ışığını bile göremiyordu. gece mi gündüz mü onu bile bilemiyordu.
hiçbir şey yapmadan çikolata otomatının önünde bekledi. açlığın verdiği acıya yenik düşen zengin adam yine çalışmaya başladı. bu sefer dörtyüz kutu yaptı ve asansöre bindi. ustanın olduğu bir üst kata çıktı ve içeri girmeden, odanın ortasındaki masanın üzerinde duranlara baktı. aşağı kattan farklı olarak masanın üzerinde sıcak bir tost ve meşrubat vardı. kampetin yanında da bir çitf terlik duruyordu. odadaki küçük ekran daha yedi saatten fazla zamanı olduğunu gösteriyordu. bantın sonuna gidip elli paket daha hazırlayıp geri döndü. şef katındaki ofisin önünde yine içeriye girmeden masanın üzerindekilere baktı. bir kap sıcak yemek, biraz ekmek ve iki kutu bira vardı. beş saatten fazla zamanı kalan zengin adam, içeri girdi ve kapı kapandı. içerisi sıcak sayılmazdı. bamya yemeğininde kıyma tadı vardı ama kıyma gözükmüyordu. hızlıca yedi bitirdi. kampete uzanmasıyla ayağa fırlaması bir oldu. kalan zaman göre çalar saati kurdu ve tekrar uzandı.

çalar saatin sesine kulak vermeseydi yine o zehirli dumana maruz kalacaktı. dünden kalan iki kutu birayı aç karna yürürken içti ve çalışmaya başladı. birkaç gün bu şekilde çalıştıktan sonra, vites artırarak, üzerinde temiz çarşaf serili bir çekyatta uyumaya başlayan zengin adam; iki kap yemek, biraz ekmek, bir dilim tatlı ve bir şişe ufak rakı karşılığında, onbeş saat çalışıyordu. bu performansa ulaşması tahmini üç ay sürmüştü. duvarlara veya herhangi bir yere, geçen zamanı hesaplamak için attığı çizikler ertesi gün yine kaybolduğu için zaman hakkında düşünmeyi bırakmıştı. otomatın önüne koyduğu kutunun içine düşen çikolata sayısı da yirmibiri geçmiyordu. bazı günler sandiviç ve ayranla idare ediyor, fabrikayı köşe bucak dolaşıp bir çıkış deliği bulmaya çalışıyordu. birkaç yerde tünel kazmayı denemiş ama yerdeki betonu, madendeki kaya zeminden daha sert bulmuştu.
günde yirmi saat çalışma hedefi koyan zengin adamı hırs basmıştı. patron koltuğuna oturma aşkı depreşmiş, gençleşiyor olmanın verdiği enerji ile sekizyüz kutuya yaklaşmıştı ama günler geçtikçe iki saatlik uykuyla çalışma temposunu kaldıramaz olmuştu. önce gün aşırı, sonra üç dört günde bir bin kutu hedefine varmaya çalışan zengin adam; sonunda istediği tempoyu yakalamış, zamanın tükenmesine beş dakika kala, bin kutuyu tamamlamayı başarabilmişti. aceleyle bindiği patron asansöründen inerek, patron odasının kapısına sefil adımlarla ilerliyordu ki, kapı kapandı. ilk kez patron katına çıkan adam, tıpkı önceki hayatındakine benzer bir sofrayı kaçırmıştı. büyük masa dünyada sayılı kişilerin yediği yiyecekler ve içeceklerle donatılmıştı. harika bir yatak ve mükemmel döşenmiş mobilyalarla doluydu. sahibi olduğu gökdelenin tepesinde bulunan makamına çok benziyordu.
otomatın yanına gelen adamın bir şey yiyecek hali kalmamıştı. elindeki çikolatanın ambalajnı açtı ama bir ısırık almadan uyuyakaldı. uyandıktan sonra dört beş haftayı moral bozukluğuyla sadece çikolata, sandiviç ve ayranla geçirdi. bacağı hariç fiziksel olarak çok iyi durumdaydı. bu hali, zamanın geçip gitmesinden şikayet etmemesine yarıyordu. ancak bu böyle gidemezdi. buradan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı.

işi hızlandırmanın bir yolu yoktu. bir keresinde tuvalete gidip vakit kaybetmemek için paketleme yaptığı yere işemiş, ekrandaki paketleme sayısı birden otuz tane azalmıştı. bunu üzerine bulduğu uzun bir hortumun ucuna bir huni bağlayıp yanında bırakmış, diğer ucunu da tuvaletin deliğine sokmuştu. işin süresiyle ilgili yapabildiği en iyileştirme buydu. bir kişi daha olsaydı dedi, kutuların altını koli bandıyla yapıştırsa, ben kutunun için çaydanlığı altlı üstlü yerleştirip kapağını kapatsam. sonra yine o kişi paketin ağzını koli bandıyla yapıştırıp tekerlekli kasaya yerleştirip götürse. sarı öküzü hatırlayınca gözleri dolan zengin adam, ne güzel değirmende işleri birlikte tıkır tıkır götürüyorduk, diyerek hüzünlenmişti.

mahzun bir şekilde düşünen zengin adam, otomatın başında çikolatalarını çatur çutur yiyen iki şempanzenin kahkahalarıyla irkildi. şempanzeler birbirlerine sarılıyor sonra zengin adamın haline bakarak gülüyorlardı. şaşkınlığını üzerinden atan zengin adam bastonuyla bu ikisin üzerine yürüdü. genç şempanzeleri tutmanın, yakalamanın imkanı yoktu. zengin adam siniri geçene kadar biraz peşlerinden koştu ve dinlenmek için otomatın yanına dönerek oturdu. çikolataların hepsini yemişlerdi. bastonunu şempanzelere doğru sallayan zengin adamın asabı yine bozulmuştu.

sakinleştikten sonra şempanzelerin girdiği yeri bulmak için fakrikayı iki kez turladı. bu sırada fabrikanın içinde sağa sola zıplayan şempanzelerin keyifleri yerindeydi. bir delik bulamayan zengin adam, tekrar dışarı çıkmak isteyeceklerini düşünerek, bu ikisini takip etmeye başladı ancak yorulmak bilmeyen şempanzelerin peşinden gitmek çok yorucuydu. açlıktan gücü tükenen zengin adam, tekrar çalışmaya başladı. doksandokuz paket yaptıktan sonra duran zengin adam, otomata baktı. şempanzeler de açıkmış bir vaziyette otomatın başında bekliyorlardı. çikolatayı kaptırmak istemeyen zengin adam bir süre bekledi. daha sonra acıkmış durumdaki hayvanlara acıyarak yüzüncü kutuyu paketledi ama otomattan çikolata düşmedi.

zengin adamın yanına gelmesiyle birlikte otomattan çikolata düşüverdi. bu esnada kaçan şempanzeler çkolatayı alamamanın üzüntüsü içindeydi. en başta yediklerini saymazsa, otomat kimsenin hakkını kimseye yedirmiyordu. zengin adam ambalajı açtı fakat çikolatayı yemedi. birbirine sarılmış halde kendisine bakan şempanzelere doğru çikolatayı fırlattı. çikolatayı alan şempanze yarısını diğer şempanzeye verdi. zengin adam bu paylaşımdan oldukça etkilenmişti. verdiği çikolataları paylaşarak yiyorlardı.

dörtyüz kutuyu tamamladıktan sonra asansöre binen zengin adamın yanına şempanzeler de geldi ancak asansör hayvanlar inene kadar çalışmadı. duş alıp kampetine uzanan zengin adamın aklında, bu ikisiyle işbirliği yapma fikri vardı. hatta bu ikisini eğitip istediği gibi kullanabilirdi. nasıl yapacağını düşürken, çalar saati kurmayı unutup uykuya daldı.

odadan yine sürünerek çıkan adamın gözleri ve cigerleri çok kötü yanıyordu. paketleme yapmaya başlayan zengin adamı dikkatle izleyen şempanzeler, zengin adamın yaptığı hareketleri taklit ediyorlardı. bunu gören zengin adam, çalışırken gülmeye başladı. çikolataları artık yakınlarına fırlatmıyor, elinden almaları için cesaretlendiriyordu. birkaç gün sonra şempanzeleri sevmeye başlayan adam, ikisini pakatleme yerine götürüyor, boş kutuları, çaydanlıkları önlerine koyuyor, işi öğretmeye çalışıyordu.

sürekli bu ikisininden faydalanmanın bir yolunu bulmaya çalışan zengin adam, birasını yudumlayarak paketleme yerine doğru yürüyordu. yolun yarısındayken makinalar çalışmaya başladı. merakla işin başına geldiğinde, iki şempanzeyi harıl harıl çalışırken buldu. heyecanını bastırmakta zorlanan adam, farkında olmadan ellerini ovuşturmaya başlamıştı bile. işi düzgün yapamadıkları için tekerlekli kasaya dizdikleri her kutu, sayaca artı değer olarak yansımıyordu. yüz kutuyu tamamladıklarında otomattan düşen çikolatayı ikisi paylaşıp yedi. buna biraz bolzulmuş olsa da, bir şey yokmuş gibi çalışmalarını izlemeye devam etti. dört saat kala üçyüzelli kutuyu tamamladılar ve işçi kısımına girdiler.

peşlerinden giden zengin adam ikisini dışarıdan izliyordu. masanın üzerinde ikişer sandiviç ve ayran olduğunu görünce deliye döndü. bu haksızlık, üstelik benim bir bacağım da sakat diyerek, isyan ediyordu. onlar iki kişiydiler. aynı sayıda mal paketlemesine rağmen, kazancı onların yarısı kadardı. bu ikisi böyle çalışmaya devam ederlerse patron koltuğa oturur, hatta çok sürmez buradan basıp gidebilirlerdi. kapının önünde sinirle volta atan adam çıldırmak üzereydi. derken ikisinin sarılıp uyuduklarını gördü. çalar saati kuramayı akıl edemeyeceklerini düşünerek, ikisinin dumana boğulduğunu seyredip gülmek için beklemeye başladı.

beklerken dışarıda uyuyakalan adam, çalar saatin sesiyle uyandı. kapı kapanıyordu ve duman yoktu. ikisinin nerede kaybolduğunu merak ederken, makinalar çalışmaya başladı. paketleme yerine giden adam çok öfkeliydi. kendisi çalışmak için bu ikisini bastonuyla kovaladı. işin başına geçen adam, makinaların çalışmasını bekledi fakat hiç hareket yoktu. makinalar durmuştu ve rakamların yanında artık bir şempanze silüeti vardı ve sayaç yavaş bir şekilde şempanzelerin hesabına artmaya devam ediyordu. paketleme istasyonundan uzaklaşıncaya kadar da artmaya devam etti.

otomatın yanında her saat hızlanarak çalışan şempanzeleri izleyen zengin adam çaresizdi. daha onsekiz saatleri olmasına rağmen üçyüz kuyu paketlemişlerdi. engel olup kovalamaya çalıştığı zaman sayaç daha hızlı artıyordu. daha onbeş saatleri varken beşyüzü geçtiler. on saatleri kaldığında dokuzyüzü buldular ve yarım saat sonra da bin kutuyu tamamladılar. patron asansöründen yukarıya çıkarken zengin adama bakıp dalga geçiyorlardı. üstelik düşen çikolataların da hepsi kendileri yemişti.

patron makamının penceresini görebileceği uzaklığa çekilen zengin adam, şempanzeleri odanın içinde hoplayıp zıplarken görüyordu. birinin elinde viksi, diğerinin elinde şarap şişesi vardı. patronun mekanındaki ziyafet kalan sürenin sonuna kadar sürdü. çalar saatin sesiyle, kollarını birbirinin omuzuna atmış bir şekilde, zil zurna dışarı çıkan şempanzeler, asansöre varamadan koridorda sızıp kaldılar.
sinirden mosmor olan zengin adam sadece ölmek istiyordu. şempanzelerden faydalanmak isterken, çöküp kalmıştı. artık fabrikanın patronları vardı. bu iki ortakla rekabet edebilmenin imkanı yoktu. ikisi ziyafete çekildiklerinde, karnını doyurmak için, sanki tek kolu kesilmiş gibi istemeye istemeye geçiyordu işin başına. iyice gücü tükenen zengin adam sadece açlık dayanılmaz hale gelince, mecbur kalınca çalışmaya başladı. bu tükenmiş hali şempanzelerin umurunda bile değildi.
 
şempanzeler fişek gibiydiler. oniki saatte bin kutu yapıyor, dört saat tıkınıyor, sekiz saat uyuyorlardı. günler, haftalar sonra şempanzeler hergün çalışmayı bıraktı. zengin adam bir şeyler yemek için bantın sonuna geçti. bunu gören şempanzelerden biri yanına gelerek zengin adamın gözlerine biraz baktı ve boş kutuların yanında beklemeye başladı. diğer şempanze de çalışmaya hazır bir şekilde bekliyordu. zengin adam ikisine, sayacı ve kalan süreyi gösterek, bugün buradan çıkacak şekilde hızlı çalışacağını söyledi. her ikisi de tamam der gibi gözlerini ayırmadan zengin adama baktı.

üçü hızlandıkça makinalar da hızlarıyordu. birkaç saat sonra üretim öyle bir artmıştı ki, dışarıdan bakan biri, fabrika birazdan kanatlanıp uçacak, diyebilirdi. şempanzelerin bacakları da birer kola dönüşmüştü sanki. oniki saat kala ikibindörtyüz kutuyu geçtiler. geride olmalarına rağmen yazan rakamı önemsemediler. son beş saattir sayaca bile bakmıyorlardı artık. baksalar farkı kapattıklarını görebilirledi ama bakmadılar. sürenin bitmesine saniyeler kala makinalar durdu ve siren çaldı. durmalarına rağmen üçünün de kolları, bacakları seyriyordu.
açılan dev kapının sesiyle sevince boğulan zengin adam, dışarıya çıkmak için zigzaglar çizerek yürümeye başladı. içeriye vuran güneş ışıklarından mevsimin yaz olduğunu tahmin etmek mümkündü. kapının önünde bekleyen limuzin, içindeki sevinci doya doya yaşamasına engel oldu. bunca zamandır bunun için emek vermiş olamam, diyordu. ancak o kadar güçsüz hissediyordu ki kendini, ne olacaksa oldu dedi ve limuzin arkasına girip arka koltuğa uzandı.

gece kendine gelen adam, limuzinin içinde oturdu. limuzinin arka kapısı hala açıktı ve suratsız şöför ortalıkta görünmüyordu. dışarı çıkıp fabrikanın kapısına yaklaşan zengin adam, ziyafet çeken şempanzelerin sesini duyabiliyordu. şöförün ölmüş olmasın umarak ön kapıyı açtı. biri limuzini buraya getirmiş ve anahtarları üzerindeyken bırakıp gitmişti.

çalışarak özgürlüğünü kazandığı fabrikandan, örselenmiş bir şekilde ayrılıyordu. gün batımını elinde viski kadehiyle izlerken, varoluşa bakışının ne kadar değiştiğini soruyordu kendine. yirmili yaşların sonunda otuzlu yaşların başında görünüyordu ama tam yaşını bilmiyordu. her ne kadar genç bir adam gibi görünse de, o yetmiş yaşından büyük zengin bir adamdı. gözüne kestirdiği her mevkiye, her türlü yolu deneyerek ulaşan zengin adam, üst üste iki koltuk ıskalamıştı. yolların, geri dönülmeyecek şekilde arkasında kalmasını, bazen bu sebeplerden dolayı içine bir türlü sindiremiyordu. belki dedi, gücü tekrar elime geçirir ve geldiğim yolları yakıp yıkarak başladığım yere geri dönerim.
yaz bitmek üzereydi. küçük bir derenin yanına park ettiği limuzinin içinde kalıyordu. yakaladığı onlarca balıkta herhangi bir anormalliğe rastlamayınca, korka korka bir tanesini yemiş, neyse ki hiçbir şey olmamıştı. sadece açlık ve barınma ihtiyacını karşılamak isterken, yine teşkilata gelerek, eşek gibi çalışmak istemiyordu. limuzin, fabrikada çektiği eziyete karşılık verilmiş gibi görünse de, mal zaten benim diyordu. bacağının sakat olmasına rağmen, bu kadar emek karşılığında bir arabaya sahip olmayı hiçde mantıklı bulmuyor, böyle bir alışverişi ancak kölelerin bir kazanç olarak görelebileceğini düşünüyordu.

balık bol ve lezzetli, su tertemizdi. kurduğu kapan hiç boş kalmıyordu. yıllardır başına gelmeyen kalmamıştı. gençleştiğini hesaba katmayan zengin adam, kendisine geri verilen tek şey olarak sadece bir arabayı görüyordu. eskiden sahip olduklarının yanında bir araba, okyanusta bir damlaydı o kadar. bazen gerçekten uyanmayı, her şeye kaldığı yerden devam etmeyi istese de; bu saatten bunun olmayacağına iyice inanmaya başladığı için; artık yeter, burası son, diyordu. intikam alacağı kişiyi bile tespit edememişti hala. hükmetmek istediği dünyadan da eser kalmamıştı. burada yiyecek ve içecek için çok uğraşması gerekmiyordu. limuzinin arkası oldukça geniş ve rahattı. dayanabilirdi. özellikle başına gelenleri düşünerek sabredebilirdi.

evlenmemesinin, çocuk istememesinin arkasında, aslında kötü bir gaye vardı.  ölümsüzlüğü bulamazsa arkasında kaos bırakacaktı. ölmesiyle birlikte ardında bırakacağı güç ve zenginlik nedeniyle, herkesin birbirine düşmesini, savaşırken birbirlerini tüketmelerini istiyordu. kendisi sürebildiğince sefasını sürecek, geride bıraktığı maldan kimse kendisi gibi faydalanamayacaktı. bunun için tek yapması gereken bir varis bırakmamaktı. sadece kendim için mücadele ederim, eğer belirlediğim vakitte bir fazla olarak geri almayacaksam, kimseye bir şey vermem, demişti ve öyle de yapmıştı.

önce kapanlardan balık çıkmamaya başladı. ardından su azaldı ve dere kurumaya yüz tuttu. havanın geceleri iyice soğuması nedeniyle limuzini çalıştırmak zorunda kalmıştı. yarım depo benzin fazla dayanmazdı. bir zamanlar ölümsüzlüğün peşinde koşan zengin adam, kendini bir türlü öldüremiyordu. buradaki tek gerçek acıydı. açlığın verdiği acı, ya sıcak yakıyordu ya da soğuk. yaraları cabuk iyileşiyordu ama o ana kadar dayanılmaz acı veriyordu. tekrar fabrikaya dönebilir, bir sandiviç ve ayran için robot gibi çalışarak zamanını tüketebilirdi. gençleşiyordu ancak bunun ne kadar süreceği belli değildi. bir süre sonra olduğum gibi kalır, ne ileri ne de geri gidemezsem, o çalışma kampı gibi fabrikada ben ne yaparım dedi ve gaza bastı.

ertesi gün akşam üzeri patlayan tekeri değiştirmek isterken bijonlardan ikisini kopardı. gündüz gözüyle işi tamamlamaya karar veren zengin adam, kriko üzerinde duran aracın içine bir önlem almadan girince, limuzin fren diskleri üzerine düşerek hasar gördü. sabah uğraşmasına rağmen tekeri değiştiremedi ve elleri boş bir şekilde yürümeye başladı.

aç suzuz iki gün yürüdükten sonra karşısına, bir ayva bahçesi çıktı. sulu ve lokum gibi ayvalarla karnını doyuran zengin adam, havanın kararmasıyla birlikte üşümeye başladı. limuzinde üzerine giyebileceği hiç bir şey bulamamıştı. sırtını ağacın hangi tarafına dayasa, soğuk rüzgar o taraftan esmeye başlıyordu. sabahı nasıl edeceğim diye kara kara düşünürken karanlıkta parlayan bir çift gözü fark etti. iki üç derken etrafının bir kurt sürüsü tarafından çevirildiğini gördü. hemen yanında bulunan ağaca tırmanan zengin adam, kısa süre sonra söverek, ağacın dibinde bekleyen kurt sürüsünün içine kendini bıraktı.

sonuna kadar gideceğine dair verdiği sözü tutamayacağını, artık dayanacak gücü kalmadığını, parçalanarak yok olacağını düşünenen zengin adam, yine çok kötü çuvallamıştı. kutlar zengin adamın her yerini vahşice ısırıdıktan sonra çenelerini salallıyor o ama etini koparmıyorlardı. üstelik bütün bunlar olurken adamın bilinci hiç kapanmamıştı. sadece üşüdüğü için acı çeken zengin adam, artık yüzlerce dişin bedeninde açtığı yaraların her biri için inanılmaz acılar çekiyordu.

gün ağarana kadar sürünerek ağaca çok zor yaslanabilmişti. kurtlar zengin adamın çevresinde dolaşıyor ama saldırmıyordu. vücudunu her kımıldatışında, zarar verdiği canlılar geliyordu aklına ama hissettiği acı fiziksel acıdan başka bir acı değildi. akşama doğru kendini biraz toparlayan zengin adam, kurtların hala etrafta olması nedeniyle küçük bir ağaca tekrar çıktı. hava karardı ve o soğuk rüzgar tekrar esmeye başladı. içinden bağırmak çağırmak geliyordu ama takati yoktu. bir ara kendine gelen zengin adam ağaçtan düştüğünü fark etti. elleriyle dallara tutunmaya çalıştı ama sırt üstü yere düştü. acıya alışma denemeleri hep hüsranla sonuçlanan zengin adam, kurtlar tarafından yine delik deşik edilmeden, ağaca çıkmak için çırpındığı sırada, üzerine doğru tutulan çok güçlü ışık nedeniyle donakaldı.

elleriyle ışığa engel olmaya çalışan zengin adamın karşısında, korumalarına tahsis etmiş olduğu araç hasarsız bir şekilde duruyordu. iki büklüm vaziyette aracın şöför kapısına yaklaştı. tam kapıyı açmak üzereyken açılan camdan, güneş gözlüklü top sakallı helikopter pilotuyla yüz yüze geldi. şöför başıyla önce kurtları, sonra ağacı gösterdi. ardından yine başıyla arabanın içini işaret etti ve camı kapattı. zemini yüksek araca güçlükle bindi. arabanın içi sıcaktı ama adam hala titriyordu. sinirden çenesi kitlenen zengin adam konuşacak halde değildi.

ara sıra dikiz aynasına bakıyor ama şöförle göz teması kurmamaya çalışıyordu. limuzine ilk bindiğinde, yanında oturan iri av köpeğinden çekinmekle ne kadar doğru yaptığını düşündü. şöföre bir şeyler söylemek istese de asla konuşamayacaklarını anlayalı çok uzun zaman olmuştu. kim bilir nasıl bir işkenceye doğru götürülüyordu. giderken uslu durması için de, önceden kurt sürüsü gönderilmişti. galiba, bu sefer isyan edeceğimi biliyordu ve arabanın içinde tek bir köpek tarafından ısırılmamı hafif buldu, diyerek, sızlayan yerlerini tutuyordu. arabada sadece ikisi vardı ama, şöförün hazırda beklettiği numaraları karşısında hiç şansım yok, diyordu. nerede, ne tepki vereceği alayhine taktik olarak kullanılıyordu. yola dikkat etmek, sapakları hafızaya kazımak bir işe yaramayacaktı. acizlik icinde koltuğa kıvrılıp uzandı. şöförün yaktığı puronun kokusunu alabiliyordu.

bir hafta önce bir ağacın tepesinde tir tir titreyen adam, aracın kliması sayesinde çöl sıcağının vereceği azaptan korunabiliyordu. şöför zöngin adamın beynini okuyormuş gibi tam gerektiği zamanlarda kısa molalar veriyordu. araçta bulunan mini buzdalabı, soğuk bira ve sandiviç doluydu. her ne kadar yolculuk iyi geçse de varacakları yerin kendisi için berbat bir yer olacağı kesindi. umutsuzca, şöförü alt etmenin bir yolunu bulabilir miyim, diye soruyordu kendine. bunun imkansız olduğunu bir türlü kabul edemiyordu. dünyaya hükmedecek konuma geldiğine, birden her şey tersnine dönmüş tepe taklak olmuştu. şimdi yine her şeyin ters dönmesi de pek ala mümkündü. bunu başarabilirim, bu yolunu bulabilirim diyordu.

kaldırdığı tozun geçip gitmesini beklemeden arabadan inen güneş gözlüklü şöför bagajı açtı ve beklemeye başladı. bagajda deriden yapılmış, oldukça sağlam bir bavul vardı. şöförün üstü başı pırıl prıldı. zengin adam, şöförün gençleşmiş yüzüne bakmadan ağır bavulu aldı. şöför bagajı kapattıktan sonra direksiyonun başına geçti ve geldiği yöne doğru gitmeden önce pencereyi açıp, çöl kumlarının üzerine soğuk altılı bira attı.

zengin adam tozun dağılmasından sonra üzeri biraz kumla kaplanmış biraların yanına gitti ve birini açıp yudumlamaya başladı. bira saniyeler içinde ısınmıştı. gitmesi gereken yerin uzağında bırakıldığı için, açtığı ilk birayı kaynamadan bir dikişte içip bitirdi. fabrikada yaşadıklarından sonra daha dikkatli olmayı kafasına koyan zengin adam, hava kararana kadar olduğu yerde bekleyecekti. başına saracak bir şey bulmak umuduyla bavulu açtı. bavulda büyük beden gömleklerden başka şifreli bir mücevher kutusu vardı. gömleğin birini kafasına doladı ve ilerideki vahayı gözetlemeye başladı.

vaha iki ağaç kümesinden oluşuyordu ve aralarında yaklaşık dörtyüz metre vardı. küçük olan bir futbol sahası kadardı. güçsüz görünen ağaçların arasında, yer yer büyük kayalar vardı. büyük olan ise onun, üç, dört katıydı ve sık ağaçların arasında ne var ne yok görünmüyordu. tekrar bavulu açan zengin adam, bir bira daha içmek istedi ama hem sıcak olduğu için hem de idareli kullanmak amacıyla vazgeçti. attığı boş bira kutusunu da bavula koydu. karanlık çökene kadar mücevher kutusunu açmaya uğraştı ama başaramadı.

dolunay ve yıldızlar her zamankinden daha parlaktı. yeşil bölgeye doğru yaklaşan zengin adam, sesler duymaya başladığı büyük vahaya doğru yürüdü. bavulunu kumların bittiği yerdeki bir ağacın yanına saklayarak içerilere doğru sessizce ilerlerdi. küçük bir havuz büyüklüğündeki suyun yanında bir ateş ve etrafına toplanmış kangurular vardı. biraz daha yaklaştığında kendisini iki kez üzerinden atan o koltuğu ve üzerine kurulmuş yüzelli kiloluk iri kanguruyu gördü. su içmek için kendini açığa çıkarmak istese de buna önceki tecrübeleri engel oldu. gecenin ilerlemesiyle kangurular uykuya daldı. toplamda ondokuz kanguru saydı. dili damağı kuruyan adamın havuza yaklaşması imkansızdı. bavulunu alıp küçük vahayı da keşfetmek üzere sessizce geri döndü.

her yerini dolaştığı küçük vahada hiçbir hareket göremedi. büyük bir kayanın altına bulduğu oyuğa, karanlık olduğu için bakmaya çekinmişti. en son oyuğa girmeye karar veren adamın aklında ortalıkta gözükmemek vardı. içi görünmeyen oyuğun içinde birkaç metre gitmişti ki bir yaratık kendisine çarpıp yere yıktı ve dışarı çıktı. bir süre hareketsiz oyuğun çıkışına bakan adam, cesaretini topladı ve bavula sarılarak dışarı çıktı. etrafta kimseleri göremeyince tekrar oyuğa girdi. çok tedirgin olduğu için uyumak istememesine karşın, ağırlaşan göz kapaklarına engel olamamıştı.

yüzüne çarpan sıcak esintiyle gözlerini açan adam, burnun dibinde duran kanguruyu görmesiyle birlikte havaya zıpladı ve bavulu kangurunun üzerine attı. oyuktan çıkmak için ikisi de canhıraş bir şekilde koşuyorlardı. bu esnada birbirlerine dolaşıp yere düşüyor ama tekrar ayağa kalkıp gün ışığına varmaya çalışıyorlardı. dışarı çıkınca adam bir kayanın, kanguru da bir ağacın arkasına geçmişti. kanguru topallayarak ağacın arkasından çıkarken adam da aynı şeyi yaptı. ikisinin de bir bacağı sakattı. adam bacağına rağmen fizik olarak güçlü görünse de kanguru oldukça çelimsiz duruyordu.

birbirlerini kollayacak şekilde ikisi de gölge yerlere çekildiler. zengin adam bavulundan bir bira çıkardı ancak büyük vahadan gelen ürkütücü sesleri duyunca vazgeçti ve hemen toparlandı. sanki koçbaşıyla peşpeşe büyük kapılar kırılıyordu. kucağında tuttuğu bavulla birlikte saklanacak mıydı yoksa kaçacak mıydı bir türlü karar veremiyordu. bu esnada kangurunun sakin bir şekilde yerinde kaldığını ve kendisini izlediğini fark etti. korkulacak bir şey olmadığı anlayınca fazla bozuntuya vermeden tekrar gölgeye çekildi ve bir bira açıp içmeye başladı. büyük vahada gürültüler ara ara gelmeye devam ediyordu. topallayarak yanına gelince, zengin adam dayanamayarak biranın yarısını kanguruya verdi. kanguru adamın yaptığı gibi kutunun deliğini ağızına götürüp kafasına dikti. birayı zengin adamın yüzüne püskürtüp kutuyu havaya fırlatarak kaçtı.

kutunun içinde kalan birayı rahatsızlık duymadan içen zengin adam, boş kutuyu tekrar bavula koydu ve devam eden gürültünün sebebini öğrenmek için büyük vahaya doğru gitmeye karar verdi. bavulu yanında götürmek istemediği gibi ortalıkta da bırakmak istemiyordu. güç bela tırmandığı bir ağacın üzerine bavulu düşmeyecek şekilde bıraktı ve çok dikkatli bir şekilde büyük vahadaki ağaçların arasına daldı. kangurular dağılmış her yerde geziniyordu. öğlene doğru seslerin gelme sıklığı git gide azalmış hatta kesilmişti. epeydir ses gelmeyince ve ortalıkta kanguru görülmez olunca, kısılıp kaldığı çalının arasından çıkmak isteyen zengin adam, tekrar çalıların arasına döndü.

yakınına gelen kanguru bir ağacın karşısına geçmiş, kuyruğundan destek alarak ayaklarıyla ağaca vuruyordu. öyle sert vuryordu ki ağaca, ağaç devrilecekmiş gibi oluyordu. önce portakal büyüklüğünde bir meyve düştü. düşen meyveyi alıp kesesine koyan kanguru, ağacı tekmelemeye devam etti. çok geçmeden bir meyve daha düştü. onu da kesesine koyan kanguru suyun olduğu yöne doğru gitti.

ateş yanmıyordu ve kangurular suyun etrafındaki gölgeliklere dağılmışlardı. iri kanguru büyük ağacın gölgesindeki koltuya yayılmış, ayaklarını uzatarak meyve yiyordu. uzaklardan yine meyve düşürmeye çalışan bir kangurun çıkardığı ses gelmeye başladı. bir müddet sonra son kanguru da suyun olduğu yere geldi. karnındaki keseden çıkardığı meyvelerden birini iri kanguruya verdi ve meyvesini yemek üzere o da bir gölgeye çekildi. meyvesini yiyen kanguru uyuklamaya başlıyordu. yakalanmadan su içmenin imkanı yoktu. ondokuz tane kanguru sayan adam meyve bulabilmek için tekrar ağaçların arasına daldı.

su içemeden tek bir meyve dahi bulamadan küçük vahaya geri dönen zengin adam, sakat kanguruyu bavulunu koyduğu ağacı tekmelerken buldu. çelimsiz kanguru bazen ağaca vurmak isterken yere düşüyor, ağacı tutturabildiğinde ise ağacı hiç sarsamıyordu. kangurunun buraya neden sürgün edildiği ve zayıf kaldığı anlaşılmıştı.

zengin adam ağaçların beslendiği suya ulaşmak için çukur kazmaya başlamıştı. gözüne kestirdiği bir kayanın hemen dibinden, geniş ağaç kabuklarını kürek gibi kullanarak hava kararana kadar, boyu derinliğinde bir çukur kazdı. kumun giderek nemlediğini görünce de, bitkin düşene kadar kazmaya devam etti. şansına kayanın eğimi tam istediği gibiydi. kazdığı çukura fazla yorulmadan inip çıkmasını sağlıyordu.

kazdığı çukurun içinde uyuyakalan adamı ayağına değen ıslaklık uyandırdı. çıkan çok az suyu avucunun içinde toplayarak içti. tepesinde bekleyen çelimsiz kanguru aşağıya inmeye korkuyordu. bavuldan aldığı boş bira kutusuna biraz su dolduran zengin adam kutuyu çelimsiz kanguruya uzattı ama kanguru geri geri gitti. bunun üzerine irice bir yaprağın ortasına suyu döküp öyle verdi. suyun içen kanguru zengin adamın etrafından dönüyor havaya zıplamaya çalışıyordu.

ertesi gün yine ağaçları tekmeleyen kanguruların sesiyle uyanmıştı. ilk iş kendisi ve çelimsiz kanguru için biraz su çıkardı ve nasıl meyve elde edebileceğini düşünmeye başladı. iri kanguru ve çelimsiz kanguru dışındaki diğer kanguruların sanki tornadan çıkmış gibi birebir aynı oldukları dikkatinden kaçmamıştı. oyuğun gölgesinde oturan zengin adam seslerin kesilmesini beklemeye başladı. açlığını bastırması için üçüncü birayı açmış yudumluyordu. derken yakınlardan gelen sesi duyarak oyuğun içine doğru çekildi. büyük vahadan bir kanguru gelmişti ve kazdığı çukurun başında dikiliyordu.

bir süre sonra çelimsiz kanguru, gelen kangurunun yanına gitti. gelen kanguru karnındaki keseden bir meyve çıkarıp çelimsiz kanguruya verdi. boyunları ve başlarıyla birbirlerini okşadılar. kardeşi gidince çelimsiz kanguru zengin adamın yanına geldi ve meyveyi uzattı. zengin adam meyveyi ikiye böldü ve beraber yediler. ikisi de gayet mutlu görünüyorlardı.

seher vakti kuyuda çok az su birikiyor yarım saat geçmeden tekrar kayboluyordu. iki üç günde bir gelen tek meyveyi beraber yiyorlardı. meyveyi getiren kanguruyla tanışmaları gerçekten çok olaylı olabilirdi fakat çelimsiz kangurunun araya girmesiyle her şey yolunda gitti. meyveyi getiren kanguru zengin adama çok mesafeli duruyordu ama meyve gerçekten çok doyurucuydu. büyük vahadaki yiyecek sistemini çözmek için günlerce büyük vahada casusluk yapan zengin adam sonunda çarkın nasıl döndüğünü buldu.

her sabah on tane ağaç meyve veriyordu. yarısını iri kanguruya vermek şartıyla, her kanguru istediği kadar meyve toplayabilirdi. ağaç başında kavga eden, topladığı meyvenin yarısını iri kanguruya getirmeyen çok kötü dayak yiyordu ve su içemiyordu. çelimsiz kangurunun kardeşi bazen dört tane bazen de hiç meyve toplayamıyordu ama iki üç günde bir kendisi yemeden, gizlice meyvesini kardeşine getiriyordu. günlerce kangurular uyanmadan meyve toplamaya çalışmış, ağaçları takip etmiş ancak bir sonuç elde edememişti. meyveler güneş doğduktan kısa süre sonra fırt diye olgunlaşıp öğlene kadar büyük vahayı karış karış gezen kangurular tarafından toplanıyordu. gereksiz cesarete kapılıp yakalanmaktan çekindiği için, gelen yarım meyve ve çukurdaki biraz suya razı olmuştu olmasına ama bir yandan da sinsi sinsi koltuğa geçmenin çarelerini aramaktan vazgeçmiş değildi.

kalan üç birasını içmemiş, oyuğun içinde serin bir yere, bir türlü açamadığı mücevher kutusuyla birlikte gömmüştü. bavuldaki gömleklerini yere sermiş, çelimsiz kanguruya beğendiği bir tanesini giydirmişti. bavulunu bir minder gibi yanından ayrımayan zengin adam gölgeden gölgeye koşuyor, büyük vaha hakkında elde ettiği bilgiler ışığında, düzeni ele geçirmenin planlarını yapıyordu yapmasına ama iki topal savaşçıyla olacak iş değildi bu.

yeil bölgenin üzerinde, gündüz yakıcı güneş, gece ay ve yıldızlar eksik olmuyorudu. ne yağmur yağıyordu ne de bir bulut geçiyordu üzerinden. günleri sayma girişimleri her zamanki gibi boşa giden zengin adam vakit geçirmek için kendine iş çıkarıyordu. oyuğun önünü ağaç dallarıyla sağlamca kapatmış, giriş için küçük bir yer bırakmıştı. oyuğa girdikten sonra içeriden deliği sıkıca kapatıyor rahat rahat uyuyordu. çelimsiz kanguru isterse yanına geliyor, istemezse dışarıda kalıyordu.

meyve veren ağaçlardan on tane de küçük vahada vardı. neden meyve vermediklerini bir türlü bulamamıştı. bu ağaçlara su taşıyabilmek için, su kuyusuna bir merdiven yapmış ve biraz daha derinleştirmişti lakin, sadece güneş doğmadan önce alabildiği su miktarında bir çoğalma olmamıştı. kardeş kanguru dışında kanguruların hiçbiri küçük vahaya gelmiyordu. meyve toplamaya çıkmadıklarında hep suyun başındaydılar. iri kanguru suyun yanındaki büyük ağacın gölgesindeki koltuğa oturmuş, geceleri yanan gündüzleri sönen bir ateşin karşısında, gelen meyveleri tıkınıyordu. kafası estiğinde suyun içine girip çıkıyor krallar gibi yaşıyordu.

karnının acıktığını hisseden zengin adam çelimsiz kangurunun da aynı dertten muzdarip olduğunu görünce, büyük vahaya bir göz atmaya karar verdi. kaç gündür kardeş kangurunu gelmediğini hatırlayamayan zengin adam, güneşin batmasıyla birlikte dikkatli bir şekilde yola çıktı. çöl kumlarının bittiği yerde oturan kanguruyu görünce hemen yere yattı. kangurun neden suyun yanında olmadığı düşünürken, kangurunun tekrar ağaçların arasına doğru gittiğini gördü. takip etmek için peşinden giden zengin adam birkaç dakika sonra gelen sesler nedeniyle geri dönüp kumların üzerine tekrar yattı. beş altı kanguru bir kanguruyu çöl kumlarına kadar kovalamıştı. hırpalanmış vaziyette, büyük vahanın ucunda bekleyen kanguruyu takip ediyordu.

bu kangurunun cezalandırıldığını anlaması uzun sürmedi. uzun zamandır meyve gelmediğini de düşünce bu kangurunun kardeş kanguru olabileceğini düşündü. kalkıp yanına gitmek çok aptalca geliyordu ancak artık bunu denemenin zamanı geldi, dedi ve ayağa kalktı. kanguruda hiç tepki vermiyordu. üzgün durumdaki kanguru kardeş kanguruydu. kanguruyu kolundan çekip küçük vahaya götürmek istediyse de kanguru yerinden kımıldamadı. haklıydı. sakat kardeşi açtı. kendisi de giderse kimse yiyecek getirmezdi. üstelik su da yoktu diye düşündükten sonra hayır su var dedi. oyuğa zulaladığı boş bira kutusundaki suyu ve kase şeklinde yaptığı geniş yaprağı alıp geri geldi.

kardeş kanguru çelimsiz kangurunun yanına gelmişti ama su kuyusunu hep kuru vaziyette görmüştü. zengin adamın getirdiği su ile ikna olan kardeş kanguru küçük vahaya geldi. üçü birlikte oyukta oturdular. iki kardeş şakalaşıyor birbirlerine sarılıyorlardı. zengin adam sadece su ile yaşayabileceklerini biliyordu ancak bu çok sıkıntılı olurdu. nasıl yiyecek bulacağını kara kara düşünürken, artık üç kişiyiz ve birimiz sağlam diyerek gülümsüyordu.

güneş doğmadan kuyuya inen zengin adam biraz suyun çoğaldığını gördü. yedekte su tutmak için bir bira açtı ve hızlıca içmeye başladı. bu sırada yanında duran kardeş kanguruya bira vermeyi düşündü ama çabuk vazgeçti. boşalan bira kutusuna su doldurdu ve zeminde kaybolan suyu izledi. yiyecek ile ilgili sorunun çözümünü düşünmek için bir gölge arayan zengin adam, büyük bir gürültüyle irkildi. gürültünün geldiği yere giden zengin adam, kardeş kanguruyu bir ağacı tekmelerken buldu. hemen yanına gidip engel oldu çünkü açığa çıkmak istemiyordu. zengin adam, ağaç ile kardeş kangurunun arasına girdi.

zengin adam, kardeş kangurun yapacağı hareketi izlerken, kanguru gözlerini ağacın tepesinden alamıyordu. yoksa dedi ve kafasını yukarı kaldırdı. ağaçlardan bir tanesi meyve vermişti. zengin adam, sakat bacağına rağmen güçlü kollarıyla ağaca çıktı ve aşağıda bekleyen kardeşlere birer tane attı. aşağıya indiğinde kardeş kangurular meyveleri geri adama verdiler ve beklemeye başladılar. meyveleri ortadan ikiye böldüler ve yarımşar yediler. son kalan yarı mı da üçe bölüp öyle yediler. herkes halinden memnundu. kardeş kanguruya da beğendiği gömleklerden birini giydirdi. ikisi de çok mutlu görünüyordu. yiyecek sorunun çözülmesinden dolayı zengin adam, ikisinde daha mutluydu.

büyük vaha ile ilgili planlar yapmaya devam eden zengin adam, yaklaşık bir hafta sonra tekrar keşfe çıkmaya karar verdi. gece yine dikkatli bir şekilde ilerleyen zengin adam, aynı yerde başka bir kangurunun durduğunu görünce beyninde şimşekler çaktı. kardeş kanguruda olduğu gibi yanına gidemezdi. bu yüzden geri dönüp düşünmeye başladı. büyük vahada bir çift meyve eksilmişti ve iri kanguru bunun sorumlusu olarak gördüğü bir kanguruyu kovmuştu. o kanguruyu buraya nasıl çekebilirdi, ekibi nasıl çoğaltabilirdi, güneş doğana kadar bunu düşündü.

zengin adam erken kalkıp kuyudaki merdivene biraz ek yaparak merdivenin boyunu uzattı. suları doldurduktan sonra birlikte mevyanın olduğu ağaca gittiler. zengin adam meyveleri hemen ağacın orada taksim etmedi. su kuyusun yanına gelince meyveleri yere bıraktı ve kardeş kanguruların karşısında dikildi. meyveleri böldü ve yarımşar parça taksim etti. kalan yarım parçayı yanına alan zengin adam, kardeş kangurunun kolundan nazikçe çekti ve çöl kumlarına kadar götürdü. tam açığa çıkmadan kardeş kanguruya önce eliyle sürgün edilen o kanguruyu gösterdi, ardından yarım meyveyi. kardeş kangurunun bu hemen anlamasından kolay bir şey yoktu. gürültü patırtı bitince, ortalıkta kimseler kalmayınca, kardeş kanguru yarım meyveyi karnındaki keseye koydu ve sürgün edilen kangurunun yanına doğru gitti. sonunda yakalanmış olmasına rağmen bu işi uzun zaman ustalıkla yapmıştı.

zengin adam, gelin canlarım gelin askerlerim diyordu içinden. ikisi de bir sorun yaşanmadan, küçük vahaya zıplaya zıplaya geldi. aralarına yeni katılan kanguruya önce su verdi. ardından beğendiği gömleğini giydirdi. gömleklerin desenleri bir işe yaramıştı. üzerindeki desenlerden nasıl tanıştıklarını, aralarındaki hukuku, huylarını bilebilecekti. eskiden olduğu gibi düşman kalesindeki gediği bulmayı başarmıştı.

sabaha kadar uyumayan zengin adam, büyük vahayı gözetledi. iri kanguru öfkelenip yine birini sürgün etmişti. meyve veren ağaç sayısı ikiye çıkmıştı. atık kelle başı birer tane meyve düşüyordu herkese. zengin adam adaletli davranarak kanguruları etkisi altına almakta kararlıydı. merdivenle ağaçlara çıkıyor meyveleri kendisi dağıtıyordı. ne gürültü patırtı oluyordu ne da kanguruların ayakları acıyordu. hemen ertesi gün sürgün edilen kanguruyu alması için kardeş kanguruyu göndermedi. biraz sopa yesin bezsin, gelmesi daha kolay olur, beni de kahramanı olarak görür, diyerek bir hafta kadar bekledi.

yedi kanguruyla birlikte sekiz baş olmuşlardı. hepsinin farklı desende gömlekleri vardı. enine çizgili, boyuna çizgili, çapraz çizgili, puanlı, kare hepsini birbirinden ayıran özellikleri vardı artık. artık her sabah ilk iş olarak su içmelerine gerek yoktu çünkü su tamamen çekilmiyordu. su kuyusunun yanına ağaç dallarından yaptığı bir masa koymuştu. sabah sessizce meyveleri topluyor bu sofranın üzerine koyuyorlardı. ardından herkesi fazlasıyla memnun eden taksimat başlıyordu. birer meyveden fazla yedikleri için keyiflerine diyecek yoktu. eşit paylaşıldıktan sonra kimse kimseye itiraz edemiyordu.

küçük vahanın ağaçları güçleniyo,r yeni ağaçlar çıkıyordu. buna mukabil büyük vaha seyreliyor, kuruyordu. büyük vahadakiler öyle alışmışlardı ki düzenlerine, sürgün edilen kanguruların nereye gittiklerini umursamıyor, burunlarının dibinde yeşeren küçük vahayı fark edemiyorlardı. zenginlerin gözden çıkardığı, ne olup bittiğiyle ilgilenmediği fakir mahallesiydi, küçük vaha. küçük vahaya gelen her kanguru düzenin işleşiyişine hemen ayak uyduruyor, adamın yaptığı her hareketi benimsiyordu. zengin adam, iri kangurunun çıkıp geleceği günü hesaplayarak, kangurular arasında kesinlikle ayrım yapmıyordu. iri kanguruyu tek başına deviremezdi. ancak tüm kangurular birden saldırırsa, iri kangurun hiç şansı yoktu.

büyük vahada iri kanguruyla birlikte üç kanguru kalmıştı. gece gizlice durumlarına bakan zengin adam, iri kangurunun, kurumak üzere olan su havuzu ve eskisi kadar meyve yiyememesi nedeniyle sinir küpü olduğunu gördü. iri kanguru ilk günki gibi heybetli değildi biraz zayıflamıştı. zayıflamış oluşunu bir avantaj, iyice sinirlenmesini bir dezavantaj olarak değerlendi.

küçük vaha ulaşabileceği en iyi noktaya gelmişti. herkes her gün yeyip içebiliyordu ve bunun için ağaç tekmelemeye gerek yoktu. meyveyi en ufak parçasına kadar bölüşüp öyle yiyorlardı. su kuyusu havuza dönmüştü. zorba düzenden eser kalmamıştı. son kanguruyu da aralarına katmışlardı ama asıl pandıman kopmamıştı. iri kanguru her an gelebilirdi.

kuruyan havuzuna ve iri cüssesine karşılık, günlük iki mevya alan iri kanguru öfkeden kuduruyordu. meyve veren ağaç her gün değişiyordu ve o ağacı bulmak için dolaşması, bulduktan sonra da ağacı tekmelemesi gerekiyordu. büyük vahayı sürekli gözlemek zorunda kalan zengin adam hiç rahat değildi. iri kangurunun aklında sadece, kendisinin kral olduğu eski düzen vardı. küçük vahanın durumu hala iri kangurunun dikkatini çekmemişti ama zengin adam boş bir anında yakalanabilirdi. bu yüzden kanguruları elinden geldiğince bir arada tutumak istiyordu. iri kanguru geldiğinde hepsini birden kışkırtmayı başaramazsa hem kendileri kaybederdi hem de zengin adam.

bu tedirgin bekleyişten bunalan zengin adam, sonunda bir plan yaptı. iri kanguru karnını doyurduktan sonra gürültü yapacak, onu küçük vahaya çekecekti. elinde baston olarak kullandığı sağlam sopayla birlikte kanguruların önünde duracak ve saldırcaktı. diğer kanguruların kendini takip edeceğinden neredeyse emindi.

öğle vakti harekete geçen zengin adam, kumların başladığı yerdeki bir ağaca bastonuyla vurup bağırıyordu. iki dakika sonra büyük vahanın ucunda beliren iri kanguru deliler gibi zıplayarak üzerine doğru gelmeye başladı. bir araya topladığı kanguruların önünde duran zengin adam son darbeyi vurmaya hazırdı.

zengin adam, ağaçların arasından fırlayan iri kanguruya doğru bağırarak hücum ediyordu. iri kanguru mesafeyi ayarladıktan sonra kuyruğundan destek aldı ve zengin adama gelişine tekmeyi patlattı. neye uğradını şaşıran zengin adam kafasını kaldırdığında gördüğü manzara karşısında büyük hayal kırıklığına uğramıştı. kangurular kaçışıyor, iri kanguru denk getirdiği iki seksen uzatıyordu. ayağa kalkıp oyuğa doğru gitmek istemesiyle birlikte iri kanguru tekrar zengin adama yöneldi.

zengin adam kendisini oyuğa zor atmış, girişi kapatmıştı ama kuru dalların arka arkaya gelen tekmelere fazla dayanamayacağı belliydi. kalan iki bira kutusunu kafasına atmak için eline aldı. açılan gedikten bir tanesini tam isabetle itri kangurunun kafasına yapıştırdı. bu iri kanguruyu daha da saldırgan hale getirdi. oyuğa gelen ışık gittikçe artıyordu zengin adam çaresizce sağına soluna bakarken mücevher kutusunun kapağını aralık gördü. kutuyu eline aldı ve kapağını açtı. içinde bir elektro şok cihazı vardı. kendisine vurmak üzere olan iri kangurudan ani bir şekilde yana çekilerek kurtuldu.

oyuğun içi iki saniyeliğine aydınlanmıştı. kısa bir süre sonra ortaya çıkan ikinci parlamayla birlikte iri kanguru kendini dışarı atıp kaçmaya başladı. kaçarken ağaçlara çarpan iri kanguru sanki önüne bile bakmıyordu. bunu gören diğer kangurular şaşkın bir vaziyette oyuğun karşısında toplandı. zengin adam elinde bira kutusuyla dışarı çıktı. aldığı ilk darbenin verdiği sızı hiç önemli değildi. kangurulara sitem edebilirdi ama bunun da artık bir önemi kalmamıştı.

kangurular, sergiledikleri korkaklık sonucunda, eşit paylaşmak şartıyla, tekrar meyveleri kendileri toplamaya başlamıştı. iri kanguru da bir daha küçük vahaya gelmemişti. zngin adam, oyuğun önünde, bir elinde şok cihazı, ağaç dallarından yaptığı tabureye oturmuş, gömleklerinden ayırt edebildiği kanguruları izliyordu. hiç birası kalmayan adamın canı sıkılmıştı. iri kanguya bir göz atmak için büyük vahaya gitti. ses çıkarmadan gizlice vardığı kurumuş havuzun yanında, koltuğun dibinde, yerde uyuyordu iri kanguru. koltuk, iri kanguruyu da üzerinden atmış olmalı dedi içinden ve geri döndü.

belki haftalar, aylar bu şekilde geçmişti. zengin adam kendini yirmili yaşların başında hissediyordu. bacağı her zamankinden iyi durumdaydı ama hala sakattı. geldiği vahanın kralıydı ama kıytırık bir taburenin üzerinde oturuyordu. güzelim koltuk boştu, sanki ziyan oluyordu. oturduğu taburaye bir tekme attı ve büyük vahaya, koltuğun yanına gitti. zengin adamın geldiğini gören iri kanguru topuklayıp kaçtı. koltuğun karşısında duran adam, koltuğa, artık buranın kralı benim, üstelik adilim, sen artık benimsin dedi ve üzerine oturdu. tam evet istediğim buydu diye sevinmeye başlamıştı ki sert bir darbeyle uçarak havuza düştü.

söve söve geldiği oyuğun önündeki tabureyi kaldırıp tekrar üzerine oturdu. bu koltuk da ne emmeye geliyor ne gömmeye, dedi. günlerin hep aynı geçmesi karşısında delirecekmiş gibi olan adam, belki keyif verir umuduyla vahadaki ağaçların yapraklarını tek tek yemiş ve midesi hep çok kötü olmuştu.

zengin adamın eski hastalığı nüksetmişti. kendisinden rahat koltukta oturanı kaldırmış ama kendisi o koltuğa oturamamıştı. neyi yanlış yapıyordı ama neyi. iri kangurudan ne farkı vardı. her şeyi daha güzel hale getirmişti. artık bir kişinin rahatı için kalanlar çile çekmiyordu. bu koltuk kendisinden daha ne istiyordu.

bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. ertesi gün meyve taksimatı yapılacağı sırada sofranın başına geçti ve şok cihazını çatırdatarak meyvelerin yarsını aldı. buna karşı çıkmak isteyen, üzerinde artı desenli gömlek olan kanguruyu da şok vererek yere yapıştırdı. meyveleri oyuğa götürdükten sonra suyun başına dikildi ve su içmeye gelen içi boş daire desenli gömleği olan kanguruyu yine şok vererek perişan etti. aranızda hala insan olduğunu düşünen hayvalar var, diye bağırıyordu.

kanguruların hepsini bu düzene alıştırması kolay olmadı. gömleğini çıkaranları kızarttı. meyveyi ağaçtan düşer düşmez yiyeni acıdan kıvrandırdı. tüm kanguruların itaat ettiğini gördükten sonra takrar koltuğun yanına gitti ve bir şey demeden üzerine oturdu.

koltuk bunun için vardı. koltuk zulmedenler için cazip ve konforluydu. koltuk bunun için tasarlanmıştı. akıllı canlıların ilk yaptığı şey bir ev değil, koltuktu ve ona sadece güçlüler oturabilirdi. güçsüzlerin yeri, yerdi, topraktı, çamurdu. güçlüler her zaman yukarıda ve yüksekte olmak zorundaydı.

su ve yiyecekten uzakta saltanat sürmenin bir anlamı yoktu. tek başına taşıyamayacağı için koltuğu çekip götürmeleri için kanguruları organize etti. sarmaşıklardan yaptığı koşumları bağladığı kanguruları sıcak demeden çalıştırdı. nihayet oyuğun önden duran koltuğuna kurulabilmişti. gece olunca yanmaya başlayan ateşin ortasına kıytırık tabureyi fırlatıp attı. zengin adamın koltuğa oturduğunu gören iri kanguruda sürüne sürüne gelip biat etmişti. işte diyordu zengin adam bir yolu var. öyle tersine dönüyorsa böyle de tersine dönebilir.

koltuğuna kavuşan zengin adamın aklında şimdi kendisini buraya getiren şöför vardı. onu nasıl halledeceğini, tıpkı bu vaha gibi yıllardır eziyetini çektiği bu yeri komple ele geçirebileceğini düşünüyordu. vahaya bir hiç olarak geldiği gün aklının ucundan bile geçmiyordu.

zaman geçtikçe sıkılan, vahanın üzerine çıkamayan zengin adam, artık kangurulara küçük şeyler yüzünden işkence yapmaya başlamışlardı. kanguruların hepsi bu doyumsuz zengin adam karşısında iri kanguruyu arar hale gelmişti. yine durduk yere çarpı desenli gömleği giyen kanguruya şok vermek için elindeki cihazı uzatan adam şok oldu. elektro şok cizasının şarjı bitmişti.

koltukta otururken, bu durumu fark eden var mı diye göz ucuyla bütün kanguruları takibe almıştı ki çok geçmedi çelimsiz kanguru koltuğun yanından geçerek oyuğun içine girdi ve kesesini meyveyle doldurmuş bir şekilde dışarı çıktı. diğer kangurular çelimsiz kangurunun yanında toplandı. bir eliyle meyve yiyen çelimsiz kanguru diğer eliyle kesinden çıkardığı meyveleri yanındaki kangurulara dağıtıryordu. zengin adam son bir kolpayla koltuktan fırladı ama alev desenli gömleği giyen kangurunun tekmesiyle koltuğa geri yapıştı.

kısa süren isyanın neticesinde zengin adam, iri kanguru ve koltuk çöl kumlarını boylamıştı. iri kanguru zengin adama sağlam bir tekme attı ve büyük vahaya doğru zıplayarak gitti. zengin adam koltuktan destek alarak ayağa kalkmak istedi ancak buna gücü olmadığı için kendini koltuğun üzerine bıraktı. ne yapacağını bilemez durumdaki zengin adama bir darbe de koltuktan geldi.

zengin adam ardında küçücük bir yıldız bırakmayan güneş gibi batmıştı. ders çıkarmaya dair en ufak bir kaygısı yoktu içinde. başarmıştım, ele geçirmiştim, elde etmiştim diyordu içinden.

açlığa ve susuzluğa dayanamayarak birkaç kez iki vahaya da giderek şansını denemiş, iki taraftan da dayak yiyerek çöl kumuna geri dönmek zorunda kalmıştı. öğlen sıcağında yine bir yolu var, bir yolu olmalı diye sayıklarken, sırtında çuval bulunan bir deve zengin adama doğru yaklaştı ve yanına çöktü. çuvalda su, yiyecek ve kanguru desenli bir gömlek vardı. gömleği başına doladıktan sonra deveye bindi ve vahadan uzaklaştı.

gece gündüz demeden, hiç durmadan yürüyen deveye karşı, olumsuz bir düşünce gelmemesi için aklını hiç alakasız şeylerle meşgul etmeye çalışıyordu. torbada su ve yiyecek vardı. devenin üzerinden atlarsa veya deve zengin adamı sırtından atarsa, deveye bir daha binemeyebilir ve karşısına bir yer çıkana kadar yürümek zorunda kalabilirdi.

geceleri hava soğamaya başladıktan birkaç gün sonra, deve önlerini kesen geniş bir otoyolun kenarında çöktü ve bir daha da kalkmadı. gömleği üzerine giyen zengin adam çuvalı omzuna attı ve uzaktan yüksek binaları görünen şehre doğru yürümeye başladı. şehire anayoldan girmek istemediği için yan yollardan birine atladı. yanından geçtiği her evin önünde mezarlar vardı. mezarların başında, ölen kişinin adı ve ölüm nedeni yazan, on santim genişliğinde, yarım metre yüksekliğinde, barkodlu metal levhalar vardı. virüs, virüs, virüs hepsi virüsten ölmüştü. hemen sırtındaki gömleği çıkarıp ağzını burnunu kapatacak şekilde boynuna doladı.

her ne kadar ölmeyeceğini bilse de hastalığa yeniden yakalanarak, azap çekmek veya bedeninin abuk subuk şekillere girmesini istemiyordu. yirmi yaşında görünen ama yüz yıldan çok fazla yaşamış bir zengin adamdı artık. yürümeye devam eden zengin adam, kilometrelerce büyüklüğündeki alanın mezarlığa dönüştüğü gördü ve bu şehirden kimse sağ kutulmuş olamaz diyerek geri dönmeye karar verdi. bir ara bağışıklık kazanmış olma ihtimalini düşünerek güzel bir spor otomobile yaklaşmış ama direksiyondaki iskeleti görüce hemen oradan uzaklaşmıştı. evlere girmeden, araçlara kesinlikle yaklaşmadan hızlıca şehirden uzaklaşmak istiyordu.

tekrar otobana çıktığında gömleğini sırtına geçirdi. güneş batana kadar yürümeyi planlayan zengin adam, arkasından gelen arabanın sesini duyunca, yol kenarında bulunan drenaj kanalına yatıp saklandı. arabanın yanından geçip gitmesini umuyordu ama araç durdu. kimin geldiğini görmek için kafasını kaldırdığında ise çok geçti. iki tane robot zengin adamı tuttukları gibi karantina aracının içine attı. minibüsün dikiz aynasına öfkeyle bakan adam, şöför koltuğundan başka bir şey göremedi. insana çok benzeyen robotları göğüs kısımlarında geniş bir ekran vardı.

robotların sesli iletişim fonksiyonları devrede değildi. sorulara cevap vermiyorlardı. tek bildikleri şey programlandıkları işi yapmaktı. karşı gelindiğinde nasıl bir yöntem uyguladıklarını öğrenmemek için robotları takip etmek oldukça mantıklıydı. robotların alnında zengin adamın sahibi olduğu şirketin logusu vardı. şirket insanlara hizmet edecek, insanların yapamadığı pis ve zor işleri yapacak teknolojiler geliştirmeyi hedeflemişti. robotların hareket kabiliyetine hayran kalan zengin adamın zaman algısı allak bullaktı. makinaların bu hale gelebilmesi için ne kadar zaman geçtiğini düşünmek yerine, aracın arka camından dışarıya bakarak, şehire neler olduğunu görmek istedi.

havaalanına geldiklerinde, zengin adamı her tarafı naylonla kaplı, tekerlekli bir kabinin içine soktular. uçak hangarı, izole bölmelerle dolu dev bir hastaneye dönüştürülmüştü. tamamı boş olan bölmelerin birinin önünde zengin adamı kabinden çıkarıp bölmenin içine soktular. beş dakika sonra iki robot geldi. biri o işe göre tasarlanmış eliyle ateşini ve tansiyonunu ölçtü. diğeri aynı şekilde parmağına küçük bir iğne batırıp iki damla kan ve ayrıca ağızından, burnundan tahlil için örnek aldı. en son bileğine hayati fonksiyonlarını izleyen elektronik bir cihaz takıp dışarı çıktılar.

yemek diye getirdikleri şey yine zengin adamın sahibi olduğu hazır gıda tesislerinde üretilmişti. üzerindeki tarih zengin adamın hasta olduğu tarihten onyedi yıl sonrasına aitti. sabaha kadar robotun biri geldi biri gitti. seyyar cihazlarla zengin adamın tüm vücudunu taradılar. nihayet yanına, elinde, zengin adamın fiziğine uygun şekilde üretilmiş bir baston bulunan bir robot geldi. bileğindeki elektronik cihazı söktü. yerine, üzerinde onbir haneli bir sayı ve bağışıklık kazanmış engelli birey hafif işte çalışmaya uygundur yazan bir bileklik taktı.

iyi olduğuna sevinen zengin adam çekip gitmek istiyordu fakat çalışmaya uygundur ibaresi, işte yine başlıyoruz, demesine neden olmuştu. hangarın çıkışında zengin adamı bir robota zimmetlediler. robot  bilekliğini tarayıcısına okuttu. kaçmak için uygun fırsat kollamaktan başka çaresi yoktu.

sokalarda binlerce robot ve sürücüsüz araç vardı. binalardan, içine kemik dolurdulmuş ceset torbalarıyla çıkıyorlardı. gideceği yerde kendisi gibi bağışıklık kazanmış biriyle karşılaşamayacağından artık emindi. virüse karşı geliştirilen en etkili ilaçları hep elinin altında tutmuştu. salgının ölümcül hale gelip hızla dünyaya yayılmaya başlama ihtimalini hesap ederek, virüsten kurtulmak için aldığı tedbirleri hatırladı. büyük büyük dedesinden kalma kaleye en iyi doktorları aileleriyle beraber yollamıştı. kalenin etrafında beş kilometrelik bir güvenlik ağı kurmuş, binlerce paralı askeri, özel korumayı bu alana yerleştirmişti. gerekli olan her türlü malzemeyi ikişer üçer yedekleriyle temin etmiş, güvenli yerlerde muhafaza altına almıştı. tek bir amacı vardı. hayatta kalmak. şimdi amacına ulaşmış bir şekilde, ölü bir şehrin caddelerinde, tek canlı insan olarak dolaşıyordu.

şehrin merkezindeki bir gökdelenin alt katındaki büyük otopark, ölülerin başına dikilen metal levhaların hazırladığı bir atölyeye dönüştürülmüştü. robotlar girdikleri binalarda bulunan cesetlerin kimlik tespitini yapar yapmaz, bilgiler makinanın bilgisayarındaki ekrana düşüyordu. makina bir taraftan hazır metal levhayı alıyor, üzerine bir seri numarasıyla birlikte, biliniyorsa ölenin adını, bilinmiyorsa isimsiz yazıyordu.

yapacağı iş basitti. bir iş yapmayacaktı. bu işi yapan bir robot zaten vardı. buraya getirilmişti çünkü yaşayan son insan olarak yapacağı bir iş kalmamıştı. yazılım ne yapacağını bilemediği için kendince böyle bir sonuca varmıştı. yapılacak işler arasında en hafifi buydu. ölüleri kayıt altına almak.

robot işini yaparken zengin adam diğer bilisayarın arşivinden dünyaya neler olduğunu olduğunu araştırmaya başladı. ateşler içinde helikoptere bindirildiği tarihten itibaren yirmibeş yıllık kayıt vardı. bugünün tarihi ise elli yıl sonrayı gösteriyordu. yani zengin adam fiziken yirmi yaş civarındaydı.

virüs yıllarca kontrol altında tutulmuştu. bunun için binlerce ilaç geliştirilmiş fakat virüsün bu ilaçlara göre sürekli değişim geçirerek kötü yönde etkili olması engellenememişti. zengin adam bu hikayeyi aslında çok iyi biliyordu. sahibi olduğu ilaç şirketlerin politikası virüsü yok etmek değil, tedavi karşılığında tüm dünyayı kendine bağımlı hale getirmekti. bunu bütün insanlara çip takmak izleyecekti. bu polikaya paralel olarak güvenlik, karantina, tedavi ve rehabilitasyon süreçlerinde kullanılmak üzere bu robotların üretilmesi amaçlanmıştı. 
 
anlaşılan, adam hastalanıp yatağa düştükten sonra da bu plana uzun süre sadık kalınmıştı. ancak çalışmalar bir yerde kontrolden çıkmış, virüs ölümcül bir dalgayla tüm dünyayı kırıp geçirmişti. aslında bu da zengin adamın beklediği ve tasarladığı bir sonuçtu. zengin adam sonsuza kadar kendisine yar olmayanın, kimseye yar olmamasını da istemişti. en kötü ihtimalle yok olacağını düşünen zengin adamın hesaba katmadığı tek şey, karşısına çıkan ölümsüzlüğün niteliksiz olma ihtimaliydi.

neredeyse elli yıldır bu berbat yerde sürünüyordu. sakat bir bacak ve binlerce robotla, içi insan iskeletleriyle dolu bir şehirde tek başıma yaşayacağım. galiba bu sefer son durağa geldim, dedi. robotların başına geçse ne yapacaktı. onlar zaten yapmaları gerekeni yapıyordu. yaşayan başka birini bulabilecek miydi. sokaklarda, caddelerde dolaşan adam gördükleri karşısında yıkılmıştı. şehrin merkezinden dışına doğru tüm konutlar işyerleri robotlar tafafından temizleniyordu. önce cesetler taşınıyor, ardından çöp tanımına uyan ne varda geri dönüşüm tesislerini götürülüyordu. robotlar birkaç kez önünü kesmiş, bilekliğini taradıktan sonra işlerine devam etmişlerdi. herhangi bir binaya girip kalabiliyordu. her yer hazır yiyecek otomatlarıyla doluydu. yiyecek almak ücretliydi fakat bankaların kapısı açıktı ve paralar ortadaydı.

kendini boğuluyormuş gibi hisseden zengin adam bir gece gizlice kaçmak isterken yakalanmış, tekrar sağlık kontrollerinden geçirilmiş, aynı işe geri verilmişti. bilgisayardaki arşive bakmak istemiyordu. en yüksek binanın tepesinde bir hafta yaşamış, hiçbir tat alamamıştı. robotlarla birlikte dolaşmaya başlayan zengin adam onlara yardım ediyordu. ceset torbalarını doldururken, mezarlarına toprak atarken aslında kendini defnediyordu. evleri, sokakları temizlerken aslında düşüncelerini temizlemeye çalışıyordu.

iki yıl boyunca robotlarla çalıştıktan sonra nihayet şehideki tüm cesetler gömülmüş ve şehir temizlenmişti. tüm şehire virüs taraması yapıldıktan sonra ordu gibi hareket eden robotlar, şehrin belirli bölgelerinde toplanmaya başladılar. tüm şehir en ücra köşesine kadar dezenfekte edilmişti. bütün işler bittikten sonra bir robot elindeki metal levhayı vermek için zengin adamın yanına geldi. kimliği tespit edilemeyen kişi, bu şehir içindeki her şeyle beraber, yaşayan bir hak sahibi ortaya çıkana kadar sizindir. sağlıklı günler. yazıyordu. alsan alınmaz satsan satılmaz dedi. şehrin giriş çıkışında ve belirli noktalarında güvenlik işiyle ilgilen robotlar kalmıştı. ara sıra, ben hayatta kaldıysam başkaları da olabilir, diyordu ama ne yapacağını düşünemiyordu.

robotlar şehirden ayrılmasına izin vermiyordu. sakat bacağı neredeyse iyileşmişti. çok az aksamasına rağmen istese bastonsuz yürüyebilirdi ama hem alıştığı için hem de hızlı hareket edebilmek için bastonla yürümeye devam etti. robotların bilgi işlem ve kordinasyon merkezini bulmuştu ama içerideki sistemlerden anlamıyordu ve gitmek istediğinden de artık emin değildi. robotlara gözlerindeki sorunu anlatamamıştı. burada geçirdiği zaman boyunca çok az renk görebilmişti. keşke siyah beyaz gördüğümü hiç fark edemeseydim, grilerle yaşamak daha kolay olurdu dedi.

gökdelene yakın bir parkta yaşıyordu. ağaçların ortasında bulunan alana küçük bir kulübe yapmıştı. tüm sehri bisikletle dolaşıyor bazen akşam olunca dilediği bir evde kalabiliyordu. yine böyle bir akşam evlerden birine kalmak için girmişti. erkenden yatmak istediği sırada sokaklardan motorlu araç sesleri ve korkunç gürültüler gelmeye başladı. korkuya kapılan zengin adam neler olup bittiğini araştırmak için sokaklarda saklanarak ilerledi. şehri temizleyen ve koruyan robotların bir kısmı parçalanmıştı. ortalık farklı insansız arabalar ve farklı robotlar vardı. robotların bilgi işlem merkesine gün ağarınca varan zengin adam, baş belası güneş gözlüklü adamı gördü. kendisi gibi o da çok genç biriydi artık. sadık yardımcısı ve koruma müdürünü yanından ayırmıyordu.

öğlene doğru şehirdeki tüm robotları ele geçirmiş, bir askeri birlik gibi hepsini stadyumda toplamıştı. yanında parti kıyafeti giymiş başkaları da vardı. bunlar şatoda eğlenenler olmalı, dedi. güneş gözlüklü genç, visrüsten arta kalan dünyanın tek hakimi olmak için robotları birer savaşçıya dönüştürüyordu. kendine, peki düşmanları kim, diye sorarken, içinde bulunduğu şehir gibi başka şehirlerin de olabileceğini düşündü.

daha fazla bu şehirde kalamazdı. bir an önce güvenli bir yere gitmeli, ele geçirilmemiş başka şehirler varsa, onlardan birine ulaşarak ne yapacağını bulmalıydı. çünkü yaptığı kulübe robotlar tarafından bulunmuştu, ve kulübeyi yıkıp parçalayan robotlar şimdi zengin adamın peşindeydi.

şehri nasıl terk edeceğini düşünen zengin adamı saklandığı yerde bir robot buldu. karşı koymak için elindeki bastonu havaya kaldırdığında, robotun göğsündeki ekranda yazan, beni takip et, yazısını gördü. güneş gözlüklü adamın son nurmarası demek bu, diyerek, dikkatli bir şekilde robotu takip etti. şehri avucunun içi gibi bilen zengin adam, ormana çıkan yağmur suyu kanallarının girişine geldiklerinde biraz rahatlamıştı. sonunda bir şeyler öğrenebileceği birini bulduğunu düşünen zengin adam, robotla ormanın derinliklerine kadar gitti.

robota soru sorduğunda cevap göğsünde yazılı olarak veriliyordu. özet olarak, virüs ilk ortaya çıktıktan sonraki otuz yıllık süre zarfında tüm insanlığı yok etmiş. son kalan insanlar bu robotları geliştirmiş durumu tersine çevirmeye çalışmış. elektronik çip takılarak sürekli kontrol altında tutulan insanlar kırsaldan şehir merkezlerine toplanmış, karşı gelenler karantina kurallarına uymadıkları gerekçesiyle imha edilmiş. insanların birbiriyle temasını sıfıra indirmek için tüm işler robotlara yaptırılmış. bütün insanlar öldükten sonra robotlar programlandıkları şekilde işlerini yapmaya devam etmişler. ta ki nereden geldiği bilinmeyen güneş gözlüklü adam robot üretim fabrikasını ele geçirene kadar. insanların psikolojisi daha az etkilensin amacıyla başlatılan, makinalara sentetik deri giydirme projesini tamamlamış ve insana birebir benzeyen daha doğrusu kendi keyfine göre robotlar üretmeye başlamış. o güne kadar üretilen robotları dilediği gibi programlayacak giriş anahtarı ve şifreleri ele geçirmiş. sadık yardımcısı, koruma müdürü ve etrafındaki parti insanları da aslında birer robotmuş ve güneş gözlüklü adamın arzularını yerine getirmeye programlanmış. güneş gölüklü adam, şehirlerin insan kalıntılarından temizlenmesini bekliyor ve sonra o şehiri kendi robotlarıyla gelip işgal ediyormuş. bu şekilde yanındakilerle dilediği yere gider dilediği senaryoyu yaşayıp eğlenirmiş. bütün dünyayı bu şekilde dolaşmış ve her yeri ele geçirmiş bir şehir hariç. robot herkesin ölmediğini, iki kişinin kaldığını, üretildiği ilk günden beri biliyormuş. küresel robot ağından sıradan bir robot olarak görünmesine rağmen, belleğinde gömülü halde bulunan programından kimsenin haberi yokmuş. dünyayı talan eden güneş gözlüklü adamı yıllardır takip ederken, bir bacağı sakat olan ikinci kişiye yardım etmek için bekliyormuş. güneş gözlüklü adam son şehiri de ele geçirdikten sonra tüm hayvanları, ağaçları kısaca organik yaşamı öldürecek bir virüsü daha dünyaya yayacakmış. amacı, dünyayı tamamen beton ve çelikle kaplamak, kendisine şeksiz şüphesiz itaat eden robotlarla doldurmakmış. zengin adam da güneş gözlüklü adam gibi robotlara ve programlamaya müdahale edebilirmiş. çünkü ikisinin parmak izleri ve retinaları hatta dnaları aynıymış. son şehre gidip oranın bilgi işlem merkezindeki bilgisayara müdahale edebilirmiş. oradaki robotları organize ederek güneş gözlüklü adamı mağlup edebilirmiş. ardından virüs laboratuvarını ve kalan tüm robotları imha ederek dünyayı asli hüvviyetine kavuşturabilirmiş. bunu başarabilmesi için yaşayan ikinci insana yardım etmeye hazırmış. hatta hayvanların, ağaçların, bitkilerin tamamı da kendilerine destek olmak için bekliyorlarmış. kanguru desenli gömleğiyle şehre geldiği günden beri bunları zengin adama anlatacak uygun zamanı bekliyormuş ve o zaman gelmiş.

zengin adam, peki o şehir nerede nasıl gideceğiz, diye sorunca robotttan bir yanıt gelmedi. bunun bir oyun olduğunu düşünmeye başladığı sırada, orman yolunda beliren atlı bir araba yanlarına geldi ve durdu. at hurdalıktaki o asil attı. robotla birlikte arabaya bindikten hemen sonra at hareket etti. yolculuk sırasında üzerlerinde sürekli kuş sürüleri uçuyor, çevredeki dronların ve uyduların kendilerini görmemelerini sağlıyordu. at hangi yolun güvenli olduğunu biliyor ve ona göre gidiyordu. robota başına gelenler ile ilgili açıklama yapmasını istediğinde, robot, bilgi bulunamadı, yazısıyla karşılık veriyordu. şehre vardıklarında, şehrin kendi güvenlik ağına girdikleri için ve daha rahat hareket etmeye başladılar. ancak prosedür gereği at ve kendisi tekrar sağlık taramasından geçirildi. tüm bunlar olurken robot yardımcı zengin adamın yanından ayrılmadı. şehirde cesetleri gömme işi bitmiş ve dezenfektan işlemine başlanmıştı. bu da demek oluyordu ki yakında buraya da saldırılacak.

şehrin bilgi işlem merkezine vardıklarında, yardımcı robot zengin adama bir hafıza kartı verdi. zengin adam ana bilgisayarın bulunduğu odaya parmak izi ve retina taraması yapıldıktan sonra girdi. hafıza kartını okuyucuya yerleştirdi. ardından neyin değiştiğini görmek için dışarı çıktı. şehirdeki tüm robotlar yaptıkları işi bıramış ve profesyonel ordu askerleri gibi hazırlığa başlamışlardı. olan biteni şaşkınlıkla izleyen zengin adamın yanına gelen yardımcı robotun göğsünde, ilk aşama başarıyla gerçekleşti, yazıyordu.
 
at arabasının yanına giden zengin adam karınca yuvasına dönen şehirde ne yapacağını bilmiyordu. atın koşumlarını söktü ve üzerine bindi. caddelerde sokaklarda dolaşan zengin adam, robotların silahlandığını görünce kendini büyük bir komutan gibi hissetti ve omuzlarını geriye atarak, başını dik tutarak yapılanları takip etmeye başladı. bir hafta boyunca süren aralıksız çalışmalar neticesinde şehirde bir savunma hattı oluşturulmuştu. yerlerini alan robotlar gelecek saldırıya karşılık vermeye hazırdı.

nihayet yardımcı robot o günün geldiğini haber vermek için zengin adamın yanına, iri av köpeğiyle birlikte geldi. zengin adam köpeğin başını okşadıktan sonra ata binerek girşine doğru hareket etmek istedi. ancak robotun göğsünde, köpeği takip et, yazıyordu. köpek bir gökdelenin önünde durdu ve zendin adama baktı. zengin adam atından indi ve köpekle birlikte en üst kata çıktı. gözlüklü adamın ordusu şehre doğru yaklaşıyordu ve kurulan pusudan habersizdi. önden gönderdiği robotlar çok rahat bir şekilde şehrin sokaklarında ilerliyordu. bunun ardından tüm birliklerini şehre süren güneş gözlüklü adam da en arkada yer alarak ordusunu takip etti. işgal ordusu istenilen noktaya kadar ilerlediğinde gözyüzünde bulunan şahin pençesinde taşıdığı patlayıcıyı robotların üzerine bıraktı. ilk patlamanın ardından her yerden ateş edilmeye başlanmıştı. şehrin sokaklarına çok rahat giren güneş gözlüklü adamın robotları aynı anda başlayan bu saldırı karşısında kısa sürede imha edildi.

aşağı inerek tekrar atına binen zengin adamın bacağı tamamen iyileşmişti ve artık bir lise talebesi gibi görünüyordu. diğer robotlarla birlikte parti robotları, sadık yarımcısı ve koruma müdürü klonlarıyla birlikte paramparca edilmişti. son şehrin robotları ve yırtıcı hayvanların ortasında diz çökmüş vaziyette bekleyen güneş gözlüklü adamın yanına vardı. o da ondört onbeş yaşında gösteriyordu. eliyle ayağa kalkmasını istedi. dünya yaşanacak hale getirilene kadar tutuklusun, ondan sonra seni serbest bırakacağım, dedi ve atını şaha kaldırdıktan sonra gökdelenine geri döndü.

güneş gözlüklü adam hapsedilmişti ama yapılacak iş bitmemişti. yardımcı robot, köpek ve zengin adam gökdelenin tepesinden, savaş sonrası şehrin tekrar toparlanmasını izliyordu. yardımcı robotun göğsünde, ikinci aşama başarıyla tamamlandı, üçüncü aşama için onay, yazıyordu. bu aşamada, hala güneş gözlüklü adama biat etmiş durumda olan robotların imhası ve biyolojik silah üreten laboratuvarların yok edilmesi vardı. ayrıca bilgi depolayabilen her türlü cihaz ve bilimsel kaynak imha edilecekti. öncelikle robotların yazılımları birbiriyle savaşacak şekilde güncellenenecek, buna paralel olarak virüs yayan merkezlerle birlikte tüm teknolojik altyapı yerle bir edilecekti. tek yapması gereken bilgi işlem merkezine giderek programın uydular aracılığıyla tüm dünyaya aktarılmasını sağlamaktı.

yardımcı robottan aldığı yeni hafıza kartını ana bilgisayarın okuyucusuna yerleştirirken, attığı bu adımın, dünya üzerindeki teknolojiyi bitirecek olayın başlangıcı olduğunu biliyordu. kısa bir süre sonra gerekeni yaptı ve gökdelenine geri döndü. gökdelenin en üst katı bilgisayar ve ekranlarla donatılmıştı. dünya üzerindeki şehirleri, ölümcül tesisleri son durumlarıyla birlikte anlık gösteriyordu.

birkaç gün sonra robotların elindeki şehirler birbirine girmeye başladı. bu sırada zengin adam gökdelene yakın bir parkın içinde bulunan üç çınar ağacının ortasına bir kulübe yapıyordu. yardımcı robot, hergün onlarca şehrin birbirini yok ettiğini, bir o kadar nükleer santralin, zararlı fabrikanın ve bilişim merkezinin kullanılamaz hale getirildiğini haber vermek için zengin adamın yanına geliyordu. zengin adam kulubeyi bitirdiğinde teknoloji kıyımı da bitmek üzereydi.

yardımcı robot, dördüncü aşama başarıyla tamamlandı, beşinci aşama için onay, yazısıyla karşısında dikiliyordu. zengin adam artık sekiz on yaşlarında bir çocuk gibi görünüyordu. beşinci aşama son aşamaydı. dünya üzerinde sadece bulunduğu şehirde ve yörüngede bulunan uydularda teknoloji kalmıştı. şehirdeki robotların ve bilgi işlem merkezinin yok edilmesi için tek yapması gereken yardımcı robota, tamam demesiydi. zengin adam tamam demenden ata bindi ve şehirde dolaşmaya başladı. robotlar caddeleri temizliyor kırılanı döküleni tamir ediyordu. hayvanlar da şehirde diledikleri gibi dolaşıyor istedikleri yerde kalabiliyordu.

atın üzerindeki zengin adam kendisini takip eden yardımcı robota döndü ve tamam dedi. bunun ardından robotlar, yakınlarındaki veri depolama sistemlerini imha ettikten sonra, sıraya girerek şehrin dışındaki boş arazide toplanmaya başladılar. ilk gelen robotlar iş makinalarının yardımıyla devasa bir çukur kazıyordu. çukuru genişletip derinleştirmek için diğer robotlar da hiç durmadan çalıştılar. nihayet çukur tüm robotları alacak kadar büyüyünce hepsi teker teker içine girmeye başladı. robotların bazıları da bu esnada, içlerinde yanıcı madde bulunan varilleri, kapakları açık vaziette çukura yuvarlıyordu. en son yardımcı robot da içine girmek üzereyken zengin adam, sen kal, seninle işim bitmedi, dedi. çukurda toplanan robotlar kendilerini çevrimdışı yaptıktan sonra çukur ateşe verildi.

gökdelenin tepesinden, günlerce yanan ateşi izleyen zengin adam çok durgundu. bu esnada yörüngelerinden çıkarılar uydular atmosfere girerek parçalanırken alevler saçıyordu. nihayet ateş sönünce çukurun başına varan zengin adam çukurun hayvanlar tarafından kapatıldığını gördü. yardımcı robotun göğsünde, hata, beşinci aşama başarısız, yazıyordu. hata uyarısın altında, yeniden başlat, hazırda beklet ve hatayı yoksay, şeklinde üç seçenek bulunuyordu.

beş altı yaşalarında görünen zengin adam, yardımcı robota, beni takip et dedi. üç çınarın ortasındaki kulübeye geldiklerinde, kulübenin yerinde olmadığını, onun yerinde bir ağaç fidan olduğunu gördüler. zengin adam, yardımcı robota, git güneş gözlüklü adamı getir, sen ikimizi gömdükten sonra kendini yok edeceksin, dedi.

yardımcı robot, güneş gözlüklü adamı üç yaşlarında bir bebek olarak buldu. bebeği kucağına alarak geri dönen yardımcı robot, küçük fidanın büyüyerek genç bir ağaç olduğunu gördü. bu genç ağacın yanında bir terazi duruyordu. terazinin yukarıdaki kefesi toprak dolu ve içinden yeni toğraktan çıkmış çok küçük bir fidan vardı. aşağıdaki kesfesinde ise bir anahtar bulunuyordu.

zengin adam, genç ağacın yere eğilmiş bir dalının ucunda bulunan tek geniş yaprağın üzerinde duruyordu. yardımcı robot kucağındaki bebeği de bu yaprağın üzerine diğer bebeğin yanına yatırdı. genç ağaç büyüyüp güçlendikçe, eğilmiş dalının ucundaki tek büyük yaprağın içinde bulunan bebekler küçülüyordu. yardımcı robot enerjisi azaldıktan sonra, sırtını bir taşa yaslayıp oturmuştu. son görevini bekleyen robotun göğsündeki bir hata uyarısı olduğu gibi duruyordu.

tüm bunlar kısa süre içerisinde olurken, üç çınarın gövdesinde birer kapı belirmeye başladı. çınar ağaçlarının kapıları kiliydi ve kapıların üzerinde işaret ve rakamlar belirmişti. bir kapının üzerinde bir örümcek kabartması, ortadakinin üzerinde sıfır, diğerinin üzerinde bir yazıyordu.

dalın ucundaki büyük tek yaprak iyice küçülen bebekleri sarıp sarmalarken şeffalaştı. karşılıklı duran bebekler cenin haline dönüşürken dal hareket ederek terazinin üzerine doğru gitmeye başladı. nihayet içinde fidan bulunan kefenin üzerine gelince durdu. dalın ucundaki şeffaf yaprak o kadar küçüldü ki sonunda bir damlaya dönüştü. o damla kısa bir süre sonra fidanın yeşerdiği toprağa damladı. anahtarın bulunduğu kefe yukarı doğru hareket ederken hikayenin nasıl devam edeceğini kimse kesin olarak bilmiyordu...





 02.04.2020 - 24.04.2020