biraz temiz hava alarak kendine gelmek ve sakinleşmek isteyen zengin
adam, bir adım ötedeki pencerenin
camını açmak için ayağa kalkmakmasıyla, kendini yerde bulması bir
oldu. sağa sola tutunarak doğrulmaya çalışırken, sağ bacağından güç
alamadığı hissetti. güçlükle yatağa tekrar oturduktan sonra ipek
pijamasını
dizlerine
kadar sıyırırken dehşete kapıldı. titreyen bacaklarını birleştirerek
uzattı. sağ bacağı hem kısa hem hem de inceydi. sanki sağ bacağını bir
genç bir insanın bacağıyla değiştirmişlerdi. bir ameliyat izi var mı,
diyerek;
kasıklarına kadar baktı ama tek bir dikiş izi bile görünmüyordu. bu
virüsün böyle bir
etkisi olduğunu ne görmüştü ne durmuştu. yatağın tüm iğrençliğini
unutarak tekrak uzandı ve gözlerini kapattı. hızlanan yağmuru ve sobada
yanan odunun çıtırdayışını çok rahat duyabiliyordu.
bu
çok saçma diyerek, yatakta tekrar doğrulan zengin adam, hemen bir ayna bulup
kendisine
bakmak istedi. ayna var mı, diye kulübenin içinde göz gezdirirken; kol destekli bastonuna yaslanmış bahçıvanın kızıyla
birlikte çekilmiş resmini, yatağın başucundaki duvarda görünce, kalbi duracak gibi
oldu. kızı en son ne zaman gördüğü hatırlamıştı. çalışanlarına, özellikle bahçıvana karşı o kadar
kibirliydi ki; mecbur kalmadıkça kimseyi yanına yaklaştırmaz, ortalıkta
görünmelerine dahi tahammül edemezdi. kazara karşılarına çıkarlarsa;
yine kesinlikle yüzlerine bakmaz ve konuşmazdı. hemen bir deliğe girip
kabolmazlarsa da; hıncını sadık yardımcısından, koruma müdüründen
çıkarırdı. tam tekrar bağırmak
üzereyken, bu sefer yatağın ayak ucuna dayanmış bastonu gördü. dili tutulmuş, boğazı
kurumuştu. oturduğu yerde yine gözlerini kapattı. tekrar uyumak ve uyanmaya
çalışmak geldi aklına. fakat, bu korkaklığın sonu gelmez, diyerek
vazgeçti.
evet
bu bir rüya olmalıydı. bu rüyanın bir kabusa dönüşmemesi için şaşırmayı
bir kenara bırakarak, bu rüyanın kurallarına uymaya ve ardından
rüyasına hükmetmeye karar verdi. ne de olsa yönetme ayrıcalığı, ona
verilmiş en büyük hazineydi. en zor koşullarda bile, sonucu lehine
çevirmek onun için çocuk oyuncağıydı. peygamber gibi düşünüp iblis gibi
karar vererek, maksimum kazanç yolunu bulabilirdi. bastona uzandı. ayağa
kalktı kapıya doğru yöneldi. yürümeyi yeni öğrenen bebek gibi
yalpalıyordu. dışarıya çıkarak; kulübeden kurtulmak, birilerini bulmak istemişti, ancak kapı
açılmadı. pencereler ve kapı arasında gidip gelirken yere düştü.
hiçbirini açamadı. yorulmuş bir şekilde, kendini masanın yanındaki
sandalyeye bırakmak zorunda kaldı.
yağmur
her an kar yağışına dönüşecekmiş gibi yağıyordu. neyse ki odadaki soba,
içerisinin soğumasına engel olacak kadar iyi yanıyordu. beni buraya
neden kapattılar, diye düşündü. ne kadar hasta yattığını bilmiyordu.
bacağına olanlarla bahçıvanın bir ilgisi var mıydı. bahçıvanın
bedeninde miydi yoksa. serveti gücü hala elinde miydi, bunu ona kim, neden
yapmıştı, masadaki iki kişilik yemeği inceledi. az pişmiş sulu bir
bifteğin yanında, çok pahalı bir şarap; karşısında ise, patatesli bulgur pilavı ve üzüm hoşafı vardı. masada bulunanlara
bakarak; her an bahçıvan gelebilir, dedi. onunla asla yemek
yemeyecekti. dahası onun; mahiyetinde bir lokma daha yemesine bile
izin vermeyecek, kapı açılır açılmaz kıçına tekmeyi basacaktı.
bir
elindeki aynaya, bir bacaklarına bakarak; bu nasıl bir rüya, diyordu.
karnı pek aç değildi. kuruyan boğazı için şaraptan bir kadeh
aldı ve yudumlamaya başladı. ardından canı etten bir lokma çekti. et tam
istediği kıvamdaydı, ancak ikinci lokmayı ağzına atamadı. başı
dönüyordu. şarabın içine bir şey katılmadıysa, bu kadar çabuk çarpmazdı.
yoksa alkol, vücudunda olan ilaçlarla etkileşime mi girmişti. vücudunu
tekrar o yakıcı ateş bastı. açılmayan pecerelerden birinin camını
kırarak hava almak istedi. ancak doğrulmaya çalışırken gözleri karardı
ve
düştü.
tekrar kendine
geldiğinde; az önce berbat bulduğu yatağın, şimdi üzerine yığıldığı
pislik içindeki tahta döşemeden, daha iyi olduğunu düşündü. kulaklarına
geri gelen o uğultunun geçmesini bekliyordu. kırılan, çıkan kemiği yok gibiydi. iki bacağını dümdüz uzatarak; sağ
ayağının topuğuyla, sol ayağının topuğuna dokunmaya çalıştı, ama
başaramadı. tavanda duran o örümcek; bu sefer büyümüş bir şekilde,
omuzunun yanında karşıladı kendisini. yağmurun sesini duyamazken, sobada çılgınlar gibi çıtırdayan
odunların sesini duyabilyordu. örümceği öldürmek için, öfkeyle bastona sarıldı,
ancak örümcek döşemenin altında kayboldu.
gördüğünü
düşündüğü rüya, inatla bir kabus olma yönünde ilerliyordu. tekrar
sandalyeye oturduğunda gözlerine inanamadı. yiyecek ve içecekler
hiç dokunulmamış gibi duruyordu masada. her şeyi baştan almaya karar
verdi. zihnim bana oyun oynuyor, bunun gerçek olması imkansız diyordu.
pencereleri ve kapıyı, bu
sefer sakin bir şekilde tekrar yokladı, ama yine açılmadı. kar yağmaya
başlamıştı. önünde dikilerek epey dışarıya baktığı, ama kimseyi
göremediği pencerenin camlarını; bastonla kırmayı denedi, ama kıramadı.
olan bitenin
ne anlama geldiği bulmak için, sessizce oturmaya devam etti. bir süre
yemeklere bakarak düşündü. bu yaşına kadar, hiç bulgur pilavı yeyip
yemediğini sordu kendine. bu kadar gereksiz bir soru olmazdı. üzüm
hoşafı mı. hoşaf kelimesi bile keyfini kaçırmaya yeterdi. üzümle ilgili
bildiği tek şey; dünyanın en pahalı, en kaliteli içkilerini içtiğiydi.
enfes
şaraplar içerek rahatladığı, keyiflendiği anları düşünüyordu, ancak
bunu son denediğinde kendini alev alacakmış gibi hissederek yerde
bulmuştu. kulübenin içine, penceresinden dışarıya tekrar tekrar baktı ve
bilinçaltım bana oyun oynuyor, dedi. aslında şu an; kalenin en güzel
odasında, tertemiz yatağımda, ateşler içinde yanıyor, hayaller
görüyorum.
servetim, gücüm kurtulmamı sağlayacak. özel doktorlarım, adamlarım
uğraşıyor. bunu da atlatacağım dedi ve masayı devirdi. hava kararmıştı.
berbat yatağa uzanmak dışında, başka seçeneği yoktu.
pencereden
gelen serin hava ile, sobadan gelen sıcaklık arasında kalmıştı. kar,
şiddetini artırmış bir şekilde yağmaya devam ediyordu. masa, tekrar dört
ayağının üzerindeyi, ve yemekler
masaya hala yeni konmuş gibi yerlerinde duruyordu. odaya baktığında, her
şeyin aynı
olduğunu gören zengin adamın; hiç iştahı yoktu, ama bir şeyler yemek
zorunda olduğunu biliyordu. gerçek olmasa bile bu duruma
katlanamam, biliçaltımı alt etmenin bir yolunu bulmalıyım, diyordu.
hangisin kendini yere yıktığını bulmak amacıyla; şarap ve eti ayrı ayrı
yemeyi denedi, ama sonuç değişmedi. sarsıntı geçiren beyninin, kavrulan bedeninin tekrar
toparlanması çok uzun sürüyor ve ızdırap veriyordu. sesini kimselere
duyuramamış, dışarıya bir türlü çıkamamıştı. yaşadığımı zannettiğim bu
şeyler birer
halisülasyon, herhalde bitkisel hayata
girdim, diye kendine çeşitli açıklamalar getiriyordu.
bir
kar yağıyordu, bir yağmur. gündüzleri hiç güneş açmamıştı. geceleri
pencereden dışarı baktığında; zifiri karanlığın ortasında, sadece kendi
yüzünü görebilmişti. sobaya odun
atmadığı halde, ateş hiç sönmemişti. tüm bu olanlar karşısında, duyduğu öfke
de hiç azalmamıştı. kendine gelir gelmez, bu durumu aydınlığa
kavuşturacak ve bunun hesabını soracaktı.
zamanın geçip gittiğini, en çok midesinde hissediyordu. en sevdiği
yemeği yiyemiyor, harika şarabı içemiyor; sadece metal sürahideki
suyla, açlığını bastıryordu.
açlığın ne demek olduğana dair fikir edinmeye başlayan zengin adam; şu
an
içinde bulunduğu durumun, gerçekle olan bağını kurmaya çalşıyordu.
yeyip
içtiğinde başına gelen duruma, bir anlam verememişti hala.
asla içine düşmek istemediği bir yerde; zaman kavramını tamamen yitirmek
üzereyken, burnuna ilk kez bulgur pilavının kokusu çok farklı geldi.
üzüm hoşafının tadını alır gibi oldu. bu tür yiyeceklerin bedenini
kirleteceğini düşünmüştü hep. servetine, zenginliğine, asaletine ihanet
olurdu bu döküntüleri yemek. sonra birden, bunları yediğinde başına ne
geleceğini merak etti. yine yere yığılıp kalacak mıydı? kulübenin her
köşesine takrar dikkatlice baktı ve denemeye karar verdi. pilavdan bir
kaşık aldı. ardından hoşaftan bir kaşık. birer ikişer daha derken
hepsini yiyene kadar durmadı. bugüne kadarki düşüncelerini
umursamayarak; iyi gitti, dedi kendine. gözlerini kapatarak saldalyeye
yaslandı ve göbeğini okşadı. birazdan düşüp bayılabilirim, diye geçiyordu
içinden ama öyle olmadı.
gözlerini açtığında pencereden, dahası kapının kenarlarından hafif gün
ışığının geldiğini gördü. asıl şok edici olan ise, sadece kapı ve pencereler
renklenmişti. örümcekle karşılaştığı andan bu yana; her şeyi siyah beyaz gördüğünü
anlamasıyla birlikte içini, korkunç bir ürperti sardı. çıldırmamak için
ne yapacağını, ne düşüneceğini bulmaya çalışıyordu. ayağa kalmak isterken sendeledi.
yanıbaşına koyduğu bastonu aldı ve kapıya doğru yürüdü. kapıyı yavaşça
açtı. vücuduna çarpan soğuğu hissetti. her yer karla kaplıydı ve etrafta
kimseler gözükmüyordu.
sakat
bir adam için kalenin arka girişi oldukça uzakta sayılırdı. bu havada ipek pijamayla
yürümeye kalkarsa, soğuktan donup kalabilirdi. bahçıvanın elbiseleri
duvarda asılıydı. yün içlik takımı, şapka, oduncu gömleği, pantolon ve bir
palto. hemen yerde de, içinde yine yün çorap tıkıştırılmış botlar
duruyordu. paltoyu giymekten önce tiksindi ama bulgurla hoşafı soluksuz
yemişti. botların numaraları farklıydı. sağ ayak iki numara küçüktü.
paltonun kolları biraz kısa kalmıştı. bastondan destek alarak, karlara
bata çıka yürümeye çalışan zengin adamın, soğuktan üşüyen tepesi yine attı. etrafta hala
kimseler görünmüyordu. ardından bu bir rüyaysa önemi yok. gerçekse zaten
kalede her şeyim var dedi.
kale
yerleşkesinin arka girişine varan zengin adam, soluk soluğa kalmıştı ve
çok
üşümüştü. arkasına dönüp bakarak; dünyayı ele geçirirken bu kadar
yorulmamıştım, diye söyleniyordu. kalenin terk edildiğine inanmak
istemeyen
zengin adam; birilerinden yardım isteyecek ve ilk iş olarak gözlerindeki
sorunun çözülmesini isteyecekti. bağırıp çağırarak herkesi başına
toplamaya çalışan kişi gitmiş; yerine, şüpheci ve daha dikkatli biri
gelmişti. kimseye seslenmeden, kulak
kesilelerek yatak odasına doğru yürüyordu. dezenfekte noktaları, naylon
brandalar
kaldırılmıştı. virüse karşı alınması gereken tedbirlerden hiçbir iz yoktu. tüm
kapılar kapalı ve içerisi çok soğuktu. özel asansörü çalışmadığı için
merdivenleri kullanmak zorunda kalan zengin adamın kalbi, deli gibi
atıyordu. sağlığına dikkat eden ve yaşıtlarına göre oldukça dinç bir
durumda olan zengin adamı, sakat bir bacakla nasıl yürüneceğini bilmemek
perişan ediyordu.
yatak
odasına varınca, hemen üzerindekileri çıkardı ve yatağa oturdu. yatak
örtüsünü omuzlarına aldı ve pencereden kar yağışını izleyerek dinlenmeye, düşünmeye
başladı. oda, insanın içini titretecek soğuktu ama bahçıvanın giysilerinden
tiksintiyle kurtulmak istemişti. herkesin
nereye ve neden gitmiş olabileceklerini düşünürken, iki asırlık antika
karyola büyük bir gürültüyle dağılıverdi. tavandaki harika sanat eserini,
ilk kez siyah beyaz görüyordu. parlak renklerin olmadığı bir ölümsüzlük,
ne kadar da yavandı. olduğu yerde yuvanlanarak yatak örtüsüne tamamen
sarıldı. yatak odasının kapısından koridora bakıyordu. biri gelse
diyordu. biri gelse ve bana bu durumu açıklasa. o sırada, koridorda bir kedi tam kapının önünde durdu. iki saniye zengin adama
baktıktan sonra yürüp gitti. bu bahçıvanın siyah kedisiydi. önce kalenin içinde ne işi var kedinin, dedi. daha sonra, canlı
bir yaratık gördüğü için biraz rahatlar gibi oldu.
biraz
dinlendikten sonra üzerini değiştirmek için kıyafet odasına gitti.
sıkıca giyinecek, bir telefon bulacak ve ne olup bittiğini çözecekti. en
sevdiği
kaşmir takımını çıkardı. pantolunu giymeye çalışırken neredeyse
düşüyordu. odadaki sandalyeye oturdu. önce sağlam bacağını pantolana
soktu. diğer bacağını geçirirken pantolon cart diye ortadan
ikiye ayrıldı. sakarlık yaptığını düşünerek dolaptan yedeğini aldı. her
takımından beşer adet vardı. onu giymeye çalışırken de aynı şey oldu.
giymeye çalıştığı elbiseler çürümüş gibiydi. güve yemiş olabileceği
aklına gelince yine iğrendi, ama, bahçıvanın elbiselerinden iyidir, diyerek,
sağlam bir elbise bulmak için denemeye devam etti. odanın ortasında ,
yırtık kumaş parçalarından bir öbek oluşmaya başladı. birini
giyebileceğini umarak, nefes nefese
kalıncaya kadar hepsini giymeyi denedi. sandalye parçalanan kıyafetlerin
altında kalarak görünmez olmuştu.
elbiselerden
umudunu kesen zengin adam; yatak örtüsünü üzerine aldı ve telefon
bulmak için koridora çıktı. hemen birilerine ulaşacak ve bu saçmalığa
bir son
verecekti. tamamı kapalı olan kapıları tek tek yoklayarak dolaşmaya
başlamıştı. baktığı kapıların hepsi kilitliydi ve anahtarları kayıptı.
koca kaleyi bu şekilde dolaşmanın zorluğu karşısında,
anahtarların tutulduğu hizmetçilerin odasına gitmeye karar verdi. kapının açık
olduğunu görünce; tamam, anahtarların hepsi burada, diyerek heyecanlandı. içeriye
girdiğinde bahçıvanın siyah kedisini,
pencerenin önündeki küçük masanın üzerine uzanmış, masadan sarkan
kuyruğunu sallayarak camdan dışarıyı seyreder vaziyette buldu. siyah
kedi
kafasını çevirip bakmamıştı bile. kedilerin bu şekilde trip attığını
bilen ve bundan hiç hazetmeyen zengin adam; masanın üzerindeki sabit
telefona doğru yürümeye
başladı. masanın yanındaki tabureye oturduktan sonra elini telefona
yavaşça
uzatırken, kedinin boynunda duran anahtarı gördü. bu esnada kediyle göz
göze geldiler, ama uzun sürmedi. siyah kedi hızlı bir şekilde masadan
yere atladı ve kapıdan çıkarak gitti. kedinin arkasından defolsun gitsin,
dedi ve önce polisi aradı. aradından
itfaiyeyi, ambulansı. emin olmak için rastgele numaralar çevirdi. hangi
numarayı ararsa arasın telesekretere bağlanıyor ve ilk kez duyduğu
enstrümantal müzik dışında bir ses gelmiyordu.
telefondan
da istediği sonucu alamayan zengin adam, hizmetçi odasındaki anahtar
dolabına yöneldi. tüm çabalarına rağmen dolabı açmayı başaramadı.
kedinin boynundaki anahtarın, anahtar dolabına ait olabileceği aklına
gelince; iyice çileden çıkan zengin adam, bastonla anahtar dolabına
vurmaya başladı. yorulunca acıktığını hissetti. yiyecek bir şeyler bulmak için kalenin mutfağına doğru
yürürken, üzerine aldığı yatak örtüsünün, kraker gibi ufalanıp
döküldüğünü fark etti. ne olmuştu bu kaleye. içindeki insanlara,
eşyalarına ne olmuştu. bütün bunlar ne demekti.
bu
sorularla boğuşarak vardığı kale mutfağının kapısı da kapalı ve
kilitliydi. çok
yorulmuş ve üşümüş bir halde yatak odasına geri döndü. bahçıvanın
paltosunu sırtına aldı ve dağılmış durumdaki karyolanın üzerine oturdu.
sahibi olduğu arazi içinde; sıcak olan, içinde yiyecek ve içecek bulunan
tek yer, hayatı boyunca bir kez bile girmediği eski bir kulübeydi. bahçıvanı
kaç kez kovmayı düşünse de, bahçıvanın intihar eden kızı aklına gelince
vazgeçmişti. restorasyonlar sırasında; ahırı, köpek barınaklarını ve
kulubeyi kaldıralım, veya daha iyilerini yapalım tekliflerine de kulak
asmamıştı. bahçıvanı ne kovuyordu, ne de imkanlarından daha
fazla yararlanmasına izin veriyordu.
botları
tekrar giydikten sonra kale yerleşkesinin önde bulunan girişine gitti. kar
yağışına rağmen, beşyüz metre ilerindeki duvarı ve devasa kapıyı
görebiliyordu. ön tarafta; helikopteri, limuzini ve büyük koruma
aracı karlar altında yatıyordu. helikopterin telsiziyle yardım istemeyi,
sonuç alamazsa araçlardan biriyle kaleden ayrılmayı planladı. ancak önce
kulübeye geri dönmesi gerektiğini, hiç istemeye istemeye kabul etti.
acıkmış ve susamış bir halde kulubeye girmeden önce, ahıra uğradı ve kapısından içeri baktı. atlar ve
köpekler yerlerinde yoktu. görebildiği kadarıyla, kalede kendisi ve
siyah bir kedi dışında kimse yoktu. sobaya sırtını vererek, bulgur pilavından zorla birkaç kaşık yiyebilen zengin adam;
moral olarak çöktüğü için biraz uzanmak istedi. yünleri topak topak
olmuş yatağı, eliyle biraz düzleştirmeye çalıştı ve ardından uyudu.
sabah
uyandığında, kulubenin güneş ışığıyla aydınlanmış olduğunu gördü.
yemekler yine hiç dokunulmamış gibi masın üzerinde duruyordu. her nasıl
bir ortam içindeyse, buna alışmak gibi bir niyeti yoktu. birilerinin
kendisine oyun oynadığına kanaat getiren zengin adam, kalden dışarı çıkmakta
kararlıdı ve bunu bugün yapacaktı. kameralar tarafından izlendiğini
düşüyordu fakat buna dair en küçük bir kanıt bulamamıştı. yaşadığı
dönemdeki tüm bilimsel çalışmaları ilk elden takip ederek, umut vaat
eden, işine yarayabilecek projelere sürekli kaynak aktarmıştı. beynine
girilmiş olabileceğini, bilincinin kopyalanmış olabileceğini düşündü.
belki de, rakipleri tarafından kaçırılmış ve üzerinde deneyler
yapılıyordu. nihayetinde bu saçmalık bir yerde bitecek, bitmek zorunda, diyordu. açıkmış
olmasına rağmen bir şey yemedi. yün içlikleri ve çorapları, oduncu
gömleğini, bahçıvanın neyi varsa hepsini giydi.
kar
yağışının kesilmesinin ardından, hava açmış karlar erimeye başlamıştı.
kale yerleşkesinin arka girişinden girdi ve öndeki girişin hemen
yakınında bulunan araçların yanına geldi. bastonla, daha az yorularak
yürümeyi öğreniyordu. kalenin içinden geçerken bir ses duyabilme
umuduyla yine sessiz olmuş ama bir şey duyamamıştı. helikopterin içine zor
girdi. telsizi çalıştırmaya uğraşırken başarısız oldu ve çok öfkelendi. limuzinle
gitmeye karar veren zengin adam, karla
kaplı yolda göz kararı gitmeye çalışıyordu. sakat bacağı yüzünden yan oturmak zorunda kalandığı için
direksiyonu istediği gibi kullanamıyordu. tekeri sürekli yumuşak toprağa kaptıran zengin adam, eli ayağına iyice dolaştı ve yüz
metre kadar gidemeden çamura saplanıp kaldı.
çok
sinirlenen zengin adamın ayakları, eriyen karda yürürken ıslanmaya
başlamıştı. koruma araçlarından birine binerek, iç duvarda kapıya doğru
tekrar yola koyuldu. koltuğu en öne çekmesine rağmen, ayağıyla gaz
pedalına rahat erişemiyordu. araçla, arazinin durumundan etkilenmeden
kapıya vardı. kapının yanındaki güvenlik noktasına girdi ve kapıyı açmak
için düğmeye bastı. ne yaptıysa kapı açılmadı. yedi metreye yedi metre
olan çelik kapı, büyük patlamalara dahi dayanacak şekilde, özel olarak
yapılmıştı. zengin adam koruma aracıyla kapıyı zorlayabileceğini
düşünüyordu. aracın önünü kapıya dayandı ve gazı kökledi. sonra birkaç
metre gerilip vurmayı denedi. aracın önü dağılıyordu ama kapıda çizik
yoktu.
komik
duruma düştüğünü düşünen zengin adam, öfkeden kuduruyordu. aracı mümkün
olan son hıza çıkarabilecek kadar geri çekildi. emniyet kemerini dahi
takmadı. ne olursa olsun kapıya son sürat çarpacaktı. bu kadar gerçek
dışı bir hayatı yaşamaktansa, ölmeyi tercih ederdi. belki bu hamlesiyle
gerçek dünyaya gözlerini açacak ve kendine gelecekti. gazı köklemesiyle
arac bir anda yüksek hıza çıkmıştı. araç sağa sola hafif kaçıyordu ama
kapı tam karşısındaydı. tereddüt etmemek için, şu anki durumuyla, eski
hayatını kıyaslıyordu. bu kadar aşağılanmayı nasıl kaldıracağını
düşünerek, kapıya yaklaşan zengin adam, artık kapının açılmasından çok
açılmamasını istemeye başlamıştı.
kapıya
çarptığı anda çıkan gütültü korkunçtu. başını örten patlamış hava
yastığından, direksiyondan geri çekilerek kurtuldu. kapı, arkasına
yaslanan zengin adamın karşısında sapasağlam duruyordu. kırılan
gözlükleri, yüzünde küçük yaralara neden olmuştu. onun dışında gayet iyi
olan zengin adam, ölmemesini aracın sağlam oluşuna bağladı. ne de olsa
sahibi olduğu şirketin fabrikasında üretilmişti. kırılan gözlüklerine
bakarak; önce renkler, ardından net görüşüm gitti diyordu. şu an
ihtiyacı olan her şey, yine eski kulübedeydi. geri dönüp tekrar düşünmek
geldi içinden, ancak kulübe çok uzaktaydı. botlarının içi tamamen suyla
dolmuştu ve parmaklarını çok az hissediyordu. karların üzerine yatıp
doranak ölmeyi geçirdi içinden. yenilmekten nefret eden zengin adam, son
bir gayretle kulübeye doğru yürümeye başladı.
botları
sobanın yanına, çorapları da botların üzerine koydu. araçla, son sürat
dev çelik kapıya doğru giderken aklına gelenleri, çarpışma anını ve
açlığın verdiği acıyı düşünüyordu. hiç yaşamadığı duyguları, peş peşe
yaşıyor olmanın verdiği ağırlık altında ezildiği, ahşap sandalyedeki
oturşundan belliydi. şarabı ve eti eliyle ittirdikten sonra, buldur
pilavını önüne çekti. yemeklerin yeni pişmiş bir şekilde nasıl sürekli
masada hazır bulunduğunu düşündü. sobada yanan odun; bitip tükenmek, kül
olmak bilmiyordu. bu mükemmel bir şeydi. bundan çılgın paralar
kazanabilir, dünyayı yeniden dizayn edebilirdi. bulanık görmenin verdiği
sıkıntının artacağını bile bile, yüzündeki yaraların nasıl göründüğüne
bakmak için aynayı aldı. bozuk gözleri ve kuruyan kandan net bir şey
göremeyince kalkıp yüzünü yıkadı. ne yara vardı yüzünde, ne de bir yara
izi. peki bu kan nereden geldi, diye sordu kendine. ellerini, kollarını
ve başını kontrol etti. beynini yakan bu sorularla birlikte; bilim
insanları, uzaylılar, bilinç, rüya derken yine hava karardı. bir plan
daha yapacak gücü kalmamıştı. yarın, dedi; yarın olursa, bir yolunu
mutlaka bulacağım.
pencereden
gelen soğuk azalmıştı. çünkü güneş ortalığı ısıtacak kadar güzel
parlıyordu. bastonuna tutunup ayağa kalktı ve biraz su içmek için masaya
doğru döndü. siyah kedi, sobanın yanındaki sandalyede uyukluyordu. tam
bastonuyla kediye vurmak üzereydi ki, gözlüğünün sağlam bir şekilde
masanın üzerinde durduğunu gördü. bunun nasıl olduğu çok önemliydi, ama
gözlüklerin gerçek olduğuna inanmak daha önemliydi. gözlüğü gözüne takan
zengin adam, çok rahatlamıştı. bu sırada uyanan kedi, sandalyenin
üzerine oturmuş adama bakıyordu. anahtarı kedinin boynundan almak için,
kediyi öldürmeye gerek yok, diyen zengin adam; ya yemeğe tav olur ya da
benim gibi yere düşer bayılır, diyerek; etten bir parça kopardı ve
kediye verdi. kedi eti önce uzun uzun kokladı. zengin adam eti yememesi
ihitmaline karşı, bastonunu hazırda tutuyordu ama gerek kalmadı.
zengin
adam; anahtarı boynundan çıkarmak için, kucağına almak zorunda kaldığı
kediyi severken; bahçıvanın kedide ne bulduğunu anlar gibi oldu.
bahçıvan sakat haliyle, her gün hayvanları besledikten sonra; atları
tımar ediyor, köpeklerin başını okşuyor ve kedisiyle oynuyordu. dünyayı
ele geçirmek; herkese, her şeye hükmetmek gibi bir derdi yoktu.
hayvanların, ilgisini samimi bularak karşılık vermeleriyle
yetinebiliyordu. tekrar üzerini sıkıca
giyindi ve hizmetçi odasındaki anahtar dolabını açmak üzere, kaleye
gitti. ama anahtar, dolabın anahtarı değildi. anahtarı kedinin boynuna
kim, neden takmıştı. bu anahtar nerenin anahtarıydı. sakat bir bacakla,
kalenin her kapısını tek tek dolaşmak gözünde büyüyüvermişti.
kaleden çıkış bileti olabileceği umuduyla tüm kapıları; ikişer, üçer kez kontrol
etti, ama anahtarın açtığı kilidi bulamadı. kediyi takip etmek
istediğinde ise, sakat bacak engeline takılmıştı. yemeğe alışan
kedi, artık kulübede zengin adamla birlikte kalıyordu. açıkça belli etmiyordu ama, hiç
hayvan sevmeyen zengin adam da, siyah kediye alışmıştı. yağan karın
erimesine rağmen, hava ayazdı ve yerler buzla kaplıydı. kulübeden
dışarıya çıktığında; bazen, kedi de yanında geliyordu. yine böyle;
gözünden kaçan bir kapı olmuş olabilir ihtimalini dikkate alarak, dışarı
çıkan zengin adam, anahtarı elinden düşürdü. anahtarı yerden almak
isterken, kedi anahtarın ipinden ısırdı ve biraz uzaklaştıktan sonra durdu. zengin adam, kedinin
oyun peşinde olduğunu düşündü. kedi, yanına yaklaştıkça biraz
uzaklaşıyor, ardından sanki adamın yanına gelmesini bekliyordu. böyle
böyle derken, ahırın arkasında bulunan bir kapıya geldiler. iki kanatlı
kapısı bulunan, derme çatma bir indirmeydi burası. daha önce buraya
geldiğini hatırlayamayan zengin adam; kediyi kucağına aldı ve tahtaların
arasından, içeride ne var görmeye çalıştı. içeride külüstür bir araba
vardı. anahtarla kapıdaki asma kiliti açtı. içeride duran araba,
bahçıvanın köye gidip geldiği arabasıydı. arabanın içine baktığında,
anahtarların üzerinde olduğunu gördü. arabayla kalenin içinde çok rahat
dolaşabilir, bir çıkış yolu arayabilirdi.
arabanın
çalışacağına dair yüksek bir beklenti içinde değildi. külüstürün motoru
gültüyle çalışmaya başlayınca, zengin adam, korkudan kaçıp saklanan kedinin haline kahkahayla güldü. aracı
güçlükle vitese geçirip buzlu zeminde yavaş yavaş ilerliyordu.
önce güvenlik noktasına gidip kapıyı açmayı deneyecek, sorun çıkarsa;
kale duvarlarının tamamını dolaşarak bir çıkış yolu bulmaya çalışacaktı.
zor bela hareket ettirmeyi başardığı arabada bahçıvanın kokusu vardı.
camı açmaya çalışırken arabanın motoru teklemeye başlıyor, sakat bacağı
yüzünden iki işi aynı anda yapamıyordu. kendine sakin olmayı telkin
ederek yaklaşmakta olduğu kapıda; bir hareketlenme olduğunu fark edince,
camla uğraşmayı bıraktı ve bütün dikkatini çıkış noktasına verdi. kullanılamaz hale geilmiş üç
tonluk zırhlı araç, açılan dev kapı tarafından, yolun kenarına doğru oyuncak gibi
itiliyordu. birileri mi gelmişti, yoksa bozuk kapı düzelmiş miydi,
bilmiyordu. tek bildiği, bir an önce dışarı çıkmaktı.
kapıdan
çıkarken, güvenlik noktasında kimseyi göremedi, ama geçer geçmez
kapının kapanmaya başlamasına çok şaşırdı. kalenin ve çevresinin
güvenliğini sağlayan özel birlikten en ufak bir iz yoktu. şaşırtıcı olan
bir başka durum da, iç duvarla ikinci duvar arasındaki arazinin mevsim
koşullarıydı. bu bölgeye sanki bahar gelmişti. yeşeren bitki örtüsüne,
çiçek açan ağaçlara bir anlam veremiyordu. ikinci duvara yaklaştığında
yine aynı şey oldu. kapı kendiliğinden açılıyordu. bu sefer aracı,
kapıdan geçmeden durdurdu. ancak güvenlik noktasına doğru yürürken, kapı
kapanmaya başladı. içine düştüğü ikilemden, araca atlayıp kapıdan
geçerek kurtuldu. başıma gelenlerin bir oyundan, eğlenceden farkı yok
ama, güvenlik noktasında birini bulamazsam, ileriye gidemeyebilirim.
daha kötüsü; kulübeye de geri dönemeyebilirim, diye düşünmüştü.
önünde
son bir duvar ve geçmesi gereken bir kapı kalmıştı. siyah kediyi yanıma
almak ister miydim diye sordu kendisine. ikinci duvar ile dış duvar
arasında kalan bölgenin, yaz mevsiminde olduğunu görünce, vereceği
cevabı unuttu. emin olmak için yol kenarında bulunan bir meyve
ağaçlarının yanında durdu ve bir şeftali ağacın yanında gitti.
bahçıvanın dikip büyüttüğü ağaçlardan kopardığı meyve
gerçekti ve çok lezzetliydi. ancak; zengin adama, sıcaktan piştiğini
unutturacak kadar lezzetli değildi. paltoyu ve oduncu gömleğini çıkarıp,
yün içliğin kollarını sıvadıktan sonra, işe yarar bir şey bulmak için
bagajı açtı. yarım çuval büyüklüklüğünde
bez bir torba vardı ama içi doluydu. torbanın içinden, kulübedeki çok
kaliteli şaraptan bir şişe çıktı. vay alçak hırsız, senin böyle bir
huyların olduğunu bilmezdim, dedi ve torbayı çeşit çeşit meyvelerle
doldurdu.
zengin
adam, utanmasa zafer çığlığı atacaktı. hayatı boyunca; sahibi olmakla,
içinde bulunmakla övündüğü kalesinden kurtulduğu için, bu kadar mutlu
olacağını tahmin bile edemezdi. bir bacağı sakat olduğu için biraz yana
doğru kaykılmak zorunda kalan
zengin adam, çabuk öğreniyordu. sanki kırk yıldır sakatmış gibi
kullanıyordu bacağını. son kapı da diğer kapılar gibi kendiliğinden
açıldı ve zengin adam çıktıktan hemen sonra kapanmaya başladı.
geçiş noktalarında kimseyi görmeyince, öldü diyerek terk edilmiş olabileceği
geliyordu aklına, fakat bu ihtimali destekleyecek mantıklı deliler
bulamıyordu.
karşısına çıkan şok edici manzaralar; içini rahatlatacak, durumu açıklayacak teoriler
üzerine kafa yormasına izin vermiyordu.
dış
duvarı da aşan zengin adam; bitkileri solmuş ve yaprakları dökülmüş
ağaçların olduğu bir araziye gelmişti. serin hava ve rüzgar nedeniyle,
giysilerini aramaya başlamıştı bile. zamandaki sıçramalar karşısında,
hem merak hem korku içindeydi. dikkatini yola veremez olunca arabadan
indi. gömleği ve paltoyu giyerken, sadece soğuk nedeniyle titremediğine
emindi. sakinlerinin çiftçilik ve at yetiştiriciliği yaptığı köy
yakındı. bahçıvan, bu köyün en namlı kişisiydi; çünkü yetiştirdiği atlar
çok asil hayvanlar oluyordu. zengin adam, sakat olmasına rağmen bu adamı
işe almasının tek sebebi işini iyi yapması veya herkesin değer verdiği
biri olması değildi. kadınlardan kolay etkilenmeyen zengin adamın gözü,
bahçıvanın kızındaydı. atlardan anlayan kızını da kaleye getirmek için,
babasına türlü türlü işler vererek iş yükünü çoğaltmıştı. diğer
çalışanları kovmuş, bahçe işleri, köpekler derken bütün işi adamcağızın
üzerine yıkmıştı. nihayet babasına yardım etmek için kaleye gelen kızı
istediği şekilde elde edebilecekti.
en son ne zaman kaleye karayoluyla
geldiğini hatırlayamadı. yol köye kadar hiç sapmadan devam
ediyordu. köyde, birileriyle karşılaşırsa ne yapacağını
bilemeyen zengin adam; bu şekilde kimselere görünmek istemeyecince, plan
yapmak için yol kenarında durmaya devam etti. rezil
olacağı, herkesin kendisiyle alay edeceği aklına geldikçe, ne
istediğini bulamıyordu. bilinen tüm fizik kuralları, doğa kanunları,
zaman algısı yerle bir olmuştu. anormalliğin sadece kendisinde olma
ihtimali, verdiği kararların sürekli değişmesine neden oluyordu. bu
düşünceler içindeyken her an biri yoldan çıkıp gelebilirdi. bu yoldan,
bu arabayı tanımayan birinin geçmesi, neredeyse imkansızdı. köyde
güvenebileceği biri de yoktu. rastgele birinin kapısını çalsa bile,
herkes kendisini tanıyordu. virüs tehditi geçmiş miydi, yoksa hala
etrafta hasta insanlar dolaşıyor muydu. tekrar işlerin başına geçmek,
kaldığım yerden devam etmek için, yardım almak zorunda kalabilirim,
diyordu ve bunu hiç istemiyordu. bu saç sakalla, kaleden uzaklaştıkça
kendisinin tanınma şansının azalacağını, ama arabayı ilk fırsatta
değiştirmesi gerektiğini düşünüyordu. kafası kazan gibi olan zengin
adam, biraz uyuyup dinlendikten sonra, gece yarısı köyden; sessizce,
kimselere görünmeden geçmeye karar verdi ve koltuğu yatırıp gözlerini
kapattı.
uyumasına
engel olan kokunun; üzerindeki elbiselerden mi, yoksa arabanın içinden
mi geldiğini anlayamadı. kulübede uyandığından bu yana, geceler zifiri
karanlık oluyordu. gökyüzünde ay bir kez bile görünmemiş, azıcık da olsa
bir yıldız parlamamıştı. bu karanlıktan yararlanarak; kimselerin ruhu
duymadan, köyün içinden geçebilirim dedi ve arabayı çalıştırdı. köydeki
köpeklerin arabayı tanıyacaklarını ve havlayarak milleti
uyandırmayacağını umuyordu. düşük viteste gidecek, motora fazla gaz
vermeyecekti. olaki evlerden birin ışığı yanarsa, gaza basarak arkasına
bakmadan yola devam edecekti.
köye
uzaktan bakmak için yüksekçe bir yerde durdu. tıpkı gökyüzü gibi köyde
de, tek bir ışık yoktu. sanki savaşa girilmişti ve karartma
uygulanıyordu. her şeyi siyah beyaz gören zengin adam; önce,
gözlerindeki hastalığın literatüre girecek cisnten olduğunu düşündü,
ardından arabanın farlarıyla yolu nasıl görebildiği geldi aklına.
uzatmaya gerek yok; basıp geçeceğim köyün içinden, dedi.
köy
tamamen yanmıştı. daha doğrusu haneler tek tek yakılmıştı. arabadaki el
fenerini yanına alarak, evlerden birkaçına girip baktı. her evde yanmış
ceset vardı. kimi yatağında yatıyordu, kimileri birbirine sarılmış
durumdaydı. korkunç manzarayı dikkatlice incelediğinde, olayın yıllar
önce gerçekleştiği izlemi oluştu. anlaşılan, karantinaya alınan köydeki
herkes ölünce, birileri gelmiş ve evleri ateşe vermişti. kendisi
hastalığa yakalandığı sırada, virüs çok bulaşıcıydı ama sadece belirli
insanlar için öldürücüydü. gizli laboratuvarında paraya boğduğu virologların değişimine yön verdiği virüsler; ilaçları, aşıları
bulunmadan insanlara bulaştırılmıyordu. bu sayede hastalıktan, kol gezen
korkudan emin olmak isteyen insanlar, hükümetler ve şirketler neyi var
neyi yok kendisine veriyordu. bu işin içinde başka bir iş var, dedi.
zaman çok tuhaf bir şekilde ilerlediği için, şimdilik bağlantıyı
kuramayacağını düşünen zengin adam, yanmış haldeki köyden bir an önce
çıkmak üzere arabaya bindi. şahit olduğu felaket tablosuna rağmen, geri
dönmeyi bir seçenek olarak görme niyetinde değildi.
gün ağarana kadar direksiyon sallayan zengin adam, yol kenarındaki bir
çeşmenin yanında durdu. artık birilerin kendisini görmesinden,
tanımasından iyice endişe eder hale gelmişti. çünkü; insanların, hatta
dünyanın başına gelen bu büyük kötülüğün sorumlusu olarak görülebilir ve
hiç acımadan cezalandırılabilirdi. bunun bir ihtimalden çok, kesinlik
içeren bir hüküm olduğunu düşünmek işine gelmiyordu. çeşmenin serin
suyunda meyveleri yıkadı ve birini yemeye başladı. bir bacağı, ihtiyar
bahçıvanın ki gibi sakattı. arabası altındaydı ve hikayesini biliyordu.
onun yerine geçer; şapkayla alnını iyice kapatır, göz temasından
kaçınır, konuşurken dertli görünür ve gerçekte olduğu kişiyi inkar
ederdi. bahçıvanı tanıyan herkes öldüyse, bu oyunu işler düzelene kadar
pekala oynayabilirdi. içindeki tedirginliği bu şekilde azaltan zengin
adam, sinsi bir gülümsemeyle yola devam etmeye karar verdi.
zengin
adam, yaklaşık yarım saattir arabayı çalıştırmak için uğraşıyordu.
marşa basa basa en sonunda aküyü tamamen bittirdi. bu sakat bacakla
günde ne kadar yürüyebilirdi ki. bunun sonu nereye varacak diyordu
kendine. şapkayı çıkarıp nasıl göründüğüne bakmak için, dikiz aynasını
yüzüne doğru çevirince, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan biraz uzaklaşır
gibi oldu. yüzündeki kırışıklar belirgin bir şekilde azalmış ve
yaşlanmaya bağlı olarak ellerinde beliren lekeler de azalmıştı. bu
gerçekten inanılmaz bir şeydi. ölümsüzlüğün yollarını arayan zengin
adam, hayatı boyunca yaşlanıp ölme düşüncesinden nefret etmişti. tonla
para harcaması karşılığında elde edebildiği tek şey; yaşlanmasını
yavaşlatmak, yaşıtlarına göre genç görünmek olmuştu. şimdi aynada
gördüğü şey bir ilkti ve zengin adamın istediği, tam olarak buydu işte.
güneşin
batmasıyla birlikte yine zifiri karanlığın ortasında kaldı. aya
yıldızlara ne olmuştu. bu nasıl mümkün olabilirdi. ateş yakmak zorunda
kalacağını hiç hesap etmemişti. mecbur sabahı bekleyecekti. bugünlere
kadar hiç sokakta kalmamıştı. çocukken gittiği yaz kamplarında bile
babasının ultra lüks
karavanında kalırdı. arabanın arka koltuğuna uzandı ve kapıları içeriden
kiltledi. uykuya dalabilmek için genleştiğini düşünüyor, bu durumdan
nasıl kutulacağını aklından uzak tutmaya çalışıyordu. gecenin
ilerleyen saatlerinde üşüyerek uyandı. paltonun yakasını kaldırırken,
arabanın ön camındaki buğuyu fark etti. karşıdan ışık vuruyordu. sağ
eliyle sağ dizine destek olarak arabadan indi ve biraz yürüyerek yolun
ortasında durdu. yakındaki tepenin arkasından yükselen ışığa bakarak;
önce güneş doğuyor, sabah oluyor zannetti ama öyle
olmadığını çok geçmeden anladı. bu kendisine doğru gelen bir araç
olabilirdi. gözlerini, tepenin hatlarını belli eden ışıktan ayırmayarak
biraz daha yürüdü. kimsenin geldiği yoktu.
yanına
el fenerini, içinde meyve ve bir şişe şarap bulunan bez torbayı aldı.
bastondan kuvvet alarak, neyle karşılaşacağını düşüne düşüne yokuşu
tırmanıyordu. bir yandan ışığın kaynağını öğrenmek için sabırsızlanıyor,
bir yandan daha beter duruma düşmekten korkuyordu. zifiri karanlığı
siyah kediye, ışığı da boynunda taşıdığı anahtara benzettince; içi biraz
rahatlar gibi oldu. yıllarca yanı başında çeşit çeşit vitaminli egzotik
içecekler, temiz havlular, koşu bandının önünde jakuzi fokurdarken,
sağlığı için spor yaparak terlediği günleri düşündü. tepeye
varıncaya kadar canı çıkmıştı. ışığın geldiği yöne baktı. inişin
bitiminde; kapanan yolun tam yolun ortasında, büyükçe bir kamp ateşi
yanıyordu. görebildiği kadarıyla, yolun her
iki tarafı da savrulmuş araçlarla doluydu. yürüdüğü yol bir hurdalığa
çıkmıştı sanki. ateşin başında birileri var mıydı, uzaktan belli
olmuyordu.
yokuşu
inerken hiç acele etmedi. etrafı dikkatlice gözlerken kulaklarını
açıyor ve ses çıkarmamaya gayret ediyordu. ateşin verdiği aydınlıkta
görebildiği sadece hurdaya dönmüş arabalardı. ortalıkta kimseler
görünmüyordu. el fenerini yakıp yerini belli etmek istemiyordu. etrafta
kimselerin olmadığına kanaat getirince; hurda araçlardan söktüğü bir
arka koltuğu ateşin ayanına güçlükle sürükledi ve üzerine oturdu.
kulübedeki sobanın ateşi gelmişti aklına. rüyalar ile gerçekler arasında
gidip gelirken
zihninin gerçekten yorulduğunu hissetti. yüzünü ateşe doğru dönerek
uzandı ve biraz uyumalıyım, dinlenmeliyim, belki huzurlu bir
şekilde gerçek hayatıma uyanırım, diyerek gözlerini yumdu.
silah
sesiyle yerinden fırlayan zengin adam; korkudan kendini, gece yanan
ateşten kalan küllerin içine attı. sıcak küllerin elini yakmasıyla
tekrar sıçradıktan sonra, yerde sürünerek kaçmaya çalışyordu, ancak;
karşısına, platin nal
çakılmış bir atın ön ayakları çıkınca, dizlerinin üzerinde doğrularak,
önünde duran; çok asil, heybetli bir atın üzerinde kimin olduğuna baktı.
atın üzerinde en sevdiği
av takımlarından birini giymiş, elinde tuttuğu tüfeğin dipçiğini sağ
bacağına dayamış şekilde kendisine bakan, saçı sakalı birbirine
karışmış, siyah güneş gözlüklü yaşlı bir adam duruyordu. atın üzerindeki
adama bir şeyler söylemek için ayağa kalktığı an, tüfeğin namlusu da
suratına doğruldu. atın üzerindeki güneş gölüklü adam, işaret parmağını
dudaklarına götürerek susmasını söyledi. sonra tüfek namlusunun ucuyla
hurdaların arasındaki yolu işaret etti.
ilk
defa bir insanla karşılaşınca, bildiklerini tekrar en baştan düşünmek
zorunda kalmıştı. at bakımlı ve çok sağlıklıydı. gözlüklü adamın
üzerinde kendi av kıyafeti vardı. sakalı ve güneş gözlükleri nedeniyle
yüzünü göremediği adamın; bahçıvanın, köyden bir yakını olma olasılığı
vardı. bahçıvanın kızını tehditle susturduğuna emindi. o konu kız
kendini öldürünce, olay kiseler duymadan kapanmıştı. salgın hastalıkla
ilgisi olduğunu bilen biri olabilirdi. yoksa,
köyü ateşe veren kişi bu adam mıydı. kendisine
yardım edebilecek biri de olabilirdi. ata binmiş gözlüklü adamın önünde,
bastonsuz güç bela yürürken; aklına, ihtimaller peş peşe geliyordu.
infaz edilmeye
götürülüyor olabilirdi. ara sıra arkasına baktığında; bir şeyler
söylemek
istiyordu ama gözlüklü adamı kızdırmak istemiyordu. ne olacağını görene
kadar beklemek en iyisi, dedi ve topallayarak yürümeye devam etti.
terk
edilmiş araçların ortasındaki alana gelince, güzeş gözlüklü adam;
atıyla zengin adamın önünü kesti ve etrafında dönmeye başladı. alanın
ortasında üzeri naylonla kapatılmış bir sebze bahçesi, sebze bahçesinin
solunda köhne bir depo, sağında ise; çok güzel, tek katlı bir çiftlik evi
vardı. atın üzerindeki adam, tüfeğinin ucuyla köhne depoyu işaret etti.
zengin adam deponun kapısında durduktan sonra dönerek atlı adama baktı.
atın üzerindeki adamın elinde, zengin adamın yanında getirdiği o
kaliteli şarap vardı. şişeyi kafasına dikiyor ve kahkahalar
atıyordu. dişlerinin hepsi dökülmüştü. kucağında duran meyve dolu bez
torbayı, zengin adamın ayaklarına doğru fırtlattıktan sonra atını şaha
kaldırdı. birkaç kez atını olduğu yerde döndürdükten sonra da hurda
arabaların arasından havaya ateş ederek gözden kayboldu.
ağzını
açıp tek kelime edememişti. aslında içinde büyüyen bozgun nedeniyle
artık konuşmak bile istemediğini anlamıştı. bildiği dünyadan geriye bir
şey kalmadığını düşünüyordu. her şey kontrolden çıkmış, eski haline
dönmesi asırlar sürer, dedi ve depoda bulduğu ipin bir ucunu halka
yaptıktan sonra, tavandaki kirişe atıp sıkıca bağladı. yerdeki çinko
kovayı ters çevirip üzerine çıktıktan sonra, ipin diğer
ucunu boynuna geçirdi. bu şekilde can vermeyi hiç istemediğini düşündü;
fakat bu kadar aşağılanmaya da katlanmak için bir neden göremiyordu.
lanet olsun, dedi ve kovayı tekmeledi.
neredeyse
beş dakikadır ipin ucunda, sakin bir örümcek gibi duruyordu. ölüp
ölmediğinden emin olamıyordu bir türlü. boynu kırılmadığı gibi nefes
almaya da devam ediyordu. elleriyle boğazındaki ipi kavramak isterken,
ayaklarını sağa sola savurarak güç almaya çalıştı. boğularak ölemediği için, öfke ve panik içinde;
ipin ucunda zokayı yutmuş bir balık gibi çırpınıyordu. derken
tavandaki kiriş kırıldı ve yere çakıldı.
atın
üstündeki adamdan boşuna mı korkmuştu. tüfeğinden çıkan kurşunların
kendisine bir şey yapmacağını nasıl bilebilirdi. siyah kedi bifteği
yiyebilirken; atlı adam mis gibi şarabı içebilir, elbiselerini
giyebilirken,
neden kendisi bunlardan mahrum kalıyordu. nasıl bir oyunun içindeydi,
hala çözememişti. kısa süreliğine renklenen birkaç kapı ve pencere
dışında;
her şey, hala siyah beyazdı. bunu icat edenin derdi ne, dedi. ayağa
kalktı ve üzerindeki tozu çırptı. depoda bulduğu tırmıktan destek
alarak,
çiftlik evine doğru yürüdü. evin kapısının üzerindeki, "kırmızı tavşan
çiftliği" yazan tabelaya baktı.
renkli
bir şey görmek umuduyla girdiği ev, dışarıdan göründüğü gibi değildi.
içeride herhangi bir oda veya bölme yoktu. daha çok bir hangara
benziyordu. içleri yumuşacık kumaşlarla döşenmiş yüzlerce sepet, düzgün
bir şekilde dizilmişti. evin ortasında; yarısı siyah, yarısı beyaz, on çift
tavşan; sepetleri içine kurulmuş, uyukluyorlardı. bütün bunlar saçmalık
dedi ve dışarı çıktı. bastonu ve el fenerini almak üzere ateşin yanında
doğru gitti. geldiği yolu bir türlü bulamıyordu; çünkü, hurda araçlar
tuhaf bir şekilde yükselmiş ve aralarındaki mesafe daralmıştı. tam
kaybolduğunu düşünürken, baston hurda bir araca dayalı şekilde karşısına
çıktı. gece geldiği yolu ve yanında uyuduğu ateşi bulamamıştı.
çıldırmak üzere olan zengin adamın aklına, ipi tekrar boynuna geçirmek
geldi ve geri döndü.
karnı
açtı ama sinirden bir şey yemek gelmiyordu içinden. köhne deponun
önünde oturmuş, kucağındaki ipe bakarak ne yapacağını düşürken, biraz
dinlendiğini hissetti. yere saçılan meyvelerin yanına gitti ve hepsini bez torbaya doldurdu. çiftlik evinin duvarına sırtını
dayayarak oturduktan sonra, torbadan bir elma çıkardı. tekrar kalkıp, sebze bahçesinin oradaki tulumbaya
gitmek zor geldi.
tozlu elmayı, yemeden önce eliyle azıcık ovalayıverdi. beynine biraz kan gider gibi olunca, kendisinin pislik
içinde olduğunu, ama tavşanların çok temiz bir yerde yaşadığını düşünmeye
başladı. deponun rezil durumu ayrı, deopada yaşadığı rezillik, ayrı bulandıırmıştı midesini. hava kararmadan
buradan ayrılmalıydı; ama nereye ve nasıl gidecekti. bu hurdaların
içinde,
çalışır vaziyette bir araç bulmayı, mümkün görmüyordu.
güneşin
batmasıyla birlikte, çiftlik evi dışında her yer karanlığa gömüldü.
torbasını alarak tavşanların yanına gitmek zorunda kalan zengin adamın
omuzunda, depoda bulduğu eski bir kilim vardı. kilimi tavşanlarda uzak
bir yere serdi
ve üzerine oturdu. tavşanlar hiç çıkmadıkları sepetlerinde; biraz bitkin
ve
zayıf bir şekilde uyukluyorlardı. dışarıda sebze bahçesi varken,
tavşanların buradan ayrılmayışına şüpheyle yaklaşan zengin adamın
aklına, hastalıktan başka bir şey gelmedi. sabah ilk iş buradan gitmenin
bir yolunu bulmak istiyordu. suratsız atlı adam dışında; başkaları,
hatta kendisine yardım edecek birileri de olabilirdi.
yaşayan başka insanlarda var, onları bulacağım ve kurtulacağım,
diyordu.
gün
ışıyınca hurdalıktan çıkış yolunu bulmaya çalışan zengin adam, bir
labirentin içinde olduğundan neredeyse emindi. sakat bacağına rağmen hurda araçların üzerine çıkmayı
denedi ama başaramadı. sanki hurda arabalardan oluşan duvar, o
tırmanmaya çalıştıkça yükseliyordu. birkaç gün içinde bulunduğu yerin
haritasını çıkarmaya çalıştı. ancak eline; sürekli yeri değişen yolarla
dolu, arapsaçına bezeyen bir haritadan başka bir şey geçmedi.
geceleri
tavşanların yanında kalan zengin adam, yine bir arka koltuk sökmüş,
sürükleyerek çiftlik evine getirmişti. kilimi ve üzerindekileri;
tulumbanın altında, yalap şalap sudan geçirmişti. günlerdir karşısında;
gitgide
zayıflayan tavşanlara bakarak yediği meyveler bitince, açlığını
bastırmak için sebze bahçesine gitti. havuçlardan birkaçını söktü ve
tulumbada yıkadı. bir parça ısırmak için ağızına götürdü ama ağızı
kitlenip kaldı. diğer sebzeleri de aynı şekilde yiyemiyordu. o sinirle
bahçedeki her şeyi bastonla dağıttı, parçaladı.
siniri
geçince; en azından et ve şarapta olduğu gibi, iki lokma yedikten sonra
yere yığılıp kalmadım, diyerek kendini avutuyordu. bir umut hurdalıkta
çıkış yolu bulmak için dolaşırken, daha önce fark etmediği bir şeyi
fark
etti. buradaki araçların tamamı, sahibi olduğu fabrikalarda
üretilmişti.
bir zamanlar; kendisine para basan arabaların hurdalarından oluşmuş,
bir
labirentin ortasında kalmıştı. hepsi sanki bir sele kapılmış ve buraya
toplanmış gibiydi. daha fazla yürüyemeyen zengin adam, bir şeyler yemek,
kazınan midesini bastırmak zorundaydı. sebze bahçesine döndüğünde
bahçenin hiç bozulmamış bir şekilde durduğunu görünce, çözmesi gereken
bulmacanın, bu bahçeden başlıyor olabileceği geldi aklına.
karnı
guruldar bir halde bahçenin başında durmuş, düşünüyordu. açlıktan ölmeyi
beklemiyordu fakat açlık yüzünden acı çekiyordu. sebzeleri yiyemediğime
göre, galiba hayatım boyunca hiç yemediğim tavşan etini yemem gerekiyor,
sonucuna varan zengin adam, tavşanların yanına gitti. onların da, kendisi
gibi açlık yüzünden acı çektiklerini görünce, verdiği av partileri
geldi aklına. senede bir kez kendisi gibi zengin züppeleri kalesine
davet eder, zevk için sayısız tavşan avlardı. hiçbirinin etini yemez,
oynamaları için av köpeklerinin önüne atardı. şimdi karşısında sessizce
duran tavşanları nasıl öldürecekti, öldürebilecek miydi. fazla düşünmek
istemeyerek dışarı çıktı.
işe
yarayacak bir şeyler bulmak umuduyla, pislik içindeki depoya girdi.
eline geçen nacağı sallayarak; bununla kafalarını koparabilirim, dedi.
peki nasıl pişirecekti. ateş
yakmak için bir çakmağı, kibriti yoktu. köpekler gibi vahşice
yiyebilecek miydi. nacağı toprağa saplarken, henüz gözü dönecek kadar aç
kalmadığını düşünüyordu. çinko kovanın içine sebzelerden ikişer üçer
tane koydu ve tavşanların yanına gitti. tavşanları yiyebilmesi için
ölmemeleri gerekiyordu. ayrıca besili ve iri olmaları işine gelirdi.
acaba tavşanlar sebzeleri yiyebilecek miydi. yemek zorundalar, diyordu.
diğer yandan, tavşanlardan gelebilecek hastalıklardan
da çekiniyordu.
sebzeleri birer
ikişer sepetlerinin önüne koydu. tavşanların kıpırdaması çok hoşuna
gitti. varlıklarını gereksiz bulduğu yaratıkların, yakınında bulunması
ilk kez bu kadar sevimli gelmişti kendisine. sebzeleri yerken
çıkardıkları ses, aklına getirmek istemediği yalnızlığına ilaç gibi
gelmişti. dayanamayıp bir tanesini kucağına aldı ve eliyle beslemeye
başladı. irice bir havucu eliyle tutuyor, tavşanın onu kemirmesini
yakından görebilmek için, başını eğiyordu.
bir
süre sonra tavşan kucağından atladı ve sepetine geri döndü. bu sırada
zengin adam havuçtan bir ısırık aldı. çiğnerken havuç ne kadar lezzetli
diye düşünüyordu. ta ki; yıkamadığı havuçta bulunan küçük bir taş parçası,
dişleri arasında çatırdayana kadar. ama bunu hiç dert etmedi. dilinin
uçundan ufalanmış taş parçasını aldı ve tavşanlar gibi yemeye devam
etti. aslında çok rahatlamış hissediyordu kendini. atının üzerinde; av
köpekleri tarafından parçalanan tavşanları izlerken, attığı kahkahalardan
biraz utanır gibi oldu. biraz gözleri doldu fakat ağlamadı. açlığın verdiği acıdan
kurtulmanın yolunu bulmuştu. buradan kurtulmanın da bir yolunu
bulabilirim, diye düşündü.
kış
gelmesine, yerde bir karış kar olmasına rağmen, bahçe tüm sebzeleri
olgun ve taze bir şekilde her gün hazır ediyordu. zengin adamın
besleyeceği tavşan sayısı, iki hafta sonra yetmişbeşe çıkmıştı. her gün
tavşanları besledikten sonra, hurda arabalardan oluşan labirentte, bir
çıkış yolu bulabilmek için; keşfe çıkıyordu, ama bu çaba, istediği gibi bir sonuç vereceğe
benzemiyordu. çiftlik evinin içerisinde hala yüzlerce boş sepet vardı.
kış bastırdıkça doğurganlığı artan tavşanların hızla
çoğalırken; sanki tavşanlarla birlikte, ev de büyüyor, yeni sepetler
geliyordu. zaman geçtikçe tavşanları beslemek, neredeyse zengin adamın
tüm gününü almaya başladı. neyse ki tavşanlar; yiyor, ürüyor fakat
dışkılamıyorlardı.
kaledeki
kulübede uyandıktan sonra, şahit olduğu her tuhaf olayın,
bilimsel bir açıklaması olduğunu düşünüyordu. formlarını hafızalarında
tutarak; fotonların, serbest elektronların yardımıyla, kendilerini
konumlarıyla birlikte yenileyebilen nesneler; hızlı hasat için
mevsimleri hızlandırmak, yıllarca yanan odun, yedikleri besinlerin
tamamını enerjiye dönüştüren süper hayvanlar, intihar edilemeyen yaşam
dostu ip, güneş ışığına ihtiyaç duymayan sebzeler, eloktromanyetik
dalgalarla uydulardan işletilebilen geri dönüşüm tesisleri, bunların
hayal
olmaktan çıkması için bilim insana yeter, diyordu.
hurdalıktan
çıkmanın bir yolunu bulamayan zengin adam, siyah beyaz tavşanlar
arasında kaybolmuş gibiydi. üzerine çıkmalarına, yüzünü yalamalarına
alışmıştı. yumuşacık tüylü tavşanlar sayesinde, soğuk kış günlerini hiç
üşümeden geçirebiliyordu. yine bir sabah, acıkan tavşanlar tafından
uyandırılmıştı. evin içi kıpır kıpırdı. kovaya doldurduğu sebzelerle eve
geri gelen zengin adam, ortamdaki sessizlik karşısında biraz irkildi.
tavşanların tamamı sepetlerine geçmiş uyuyordu. bu ani değişim
karşısında; bir süre ne yapacağını bilemeden kapının orada dikildikten
sonra, elindekileri birer ikişer sepetlerin önüne bırakan zengin adam;
iki ayağı üzerinde dikilmiş, kendisine bakan küçük kırmızı tavşanı
görünce, elindeki kovayı yere düşürdü. diğer tavşanlar tüylerini bile
kıpırdatmazken, sepetten atlayan küçük kırmızı tavşan, bir marul parçası
alarak sepetine geri döndü. zengin adam bir şeylerin değiştiğini umarak
dışarı fırladı. öğlene kadar; açılan bir yol, bir geçit aradı, fakat
bulamadı.
tavşanları,
daha ne kadar beslemek zorunda
olduğunu bilmeyen zengin adam, sabaha kadar uyuyamamıştı. kovayı
sebzeyle doldurmak üzere evden çıkmadan önce, küçük kırmızı renkli
tavşanı görmek için sepetinin yanına gitti. sepetteki tavru tavşanın
rengi siyahtı. oradan oraya atlayan siyah beyaz tavşanların içinde, kırmızı
renkli bir tavşanı görmekten daha kolay ne olabilir, diyordu. gözleri mi
yanılmıştı, tavşanın rengi mi değişmişti, kaçıp gitmiş miydi,
dikkatinden kaçan neydi, bilmiyordu. yorgun ve isteksik bir halde
gittiği sebze bahçesinde, kırmızı tavşanı beslenirken buldu. yine hemen
etrafında değişen bir şeyler aradı ama herhangi bir değişiklik
görünmüyordu. adam kovayı ters çevirip üzerine oturdu. eliyle dizine
masaj yaparak rahatlamaya çalışıyordu. derken yavru tavşan sebzelerin
arasından, büyümüş bir tavşan olarak çıktı. gözleri dahil her yeri
kıpkırmızıydı ve tam zengin adamın karşısında durmuş; kımıldamadan
gözlerinin
içine bakıyordu. köpeklerin parçaladığı kanlar içindeki tavşanları
tekrar hatırlayan zengin adam, ürkmüştü. ne yapacağını bilemeyerek
başını
yavaşça öne eğdi ve soğuktan çatlayan ellerine baktı.
kırmızı
tavşan hurda arabaların arasında dolaşırken, diğer tavşanlar da evden
çıkmış, sebze bahçesine girerek beslenmeye başlamışladı. bir şeyler
olduğunu, bir şeylerin değiştiğini çok net görebilen zengin adam, bunun
kendisine ne getirisi olduğunu bulamıyordu. tavşanların kimseye ihtiyacı
kalmadı, bu iş bitti, yeter, diyerek bağırınca; tüm tavşanlar durdu ve
hurdaların arasındaki kırmızı tavşana doğru baktı. ayağa kalkarak,
kırmızı tavşanı bir
süre takip eden adam, tavşanı daha önce orda olmayan ağaçlık bir yerde
kaybetti. peşinden gitmeyi düşünürken tavşan geri döndü ve tekrar
kaşısına dikildi. yine tedirgin olan adam, birkaç adım geri gitti. aynı
anda, tavşanın hemen
arkasında bulunan çalılıktan sesler gelmeye başladı. kendine doğru
gelen şey, pek ufak tefek bir şeye benzemiyordu.
çalıların
arasından; önce burnu, ardından iri
gözleri ve kocaman kulakları beliren, bir eşek çıktı krşısına. yanına yaklaşıp
önünde
duran eşeğin sırtında, bez bir torba vardı. eşek oldukça sakin
görünüyordu. eşeğin boynunu okşarken, torbayı yavaşça alarak içine
baktı.
çok kaliteli o şarapla birlikte; ekmek, temiz elbiseler ve bir çift
ayakkabı vardı. vakit geldi, hiç oyalanmadan buradan gitmeliyim diyordu.
eşeğin üzerine binmesiyle eşek kendiliğinden yola koyuldu. hurdaların
arasında açılan patikada ilerlediler. farklı kuralları olan, hatta
kuralları zırt pırt değişen bu macera; zengin adama, aklını bugüne kadar
hiç kullanmadığı bir şekilde kullanması gerektiğini söylüyordu.
külüstürün bagajındaki torbadan çıkan şarap nedeniyle, bahçıvanın
günahını aldığını düşünen zengin
adam ise, bunu başarırken çok zorlanacağını düşünüyordu.
hurdalığı geride bırakarak, yol almaya başladıkları yer;
aynı kalede olduğu gibi, çayırları yeni yeşermiş, ağaçları yeni yeni yapraklanmaya
başlamış, baharın neşesini saçtığı bir yerdi. yakınlarda bir yol yoktu ve eşek kafasına göre yürüyordu.
saatlerdir semersiz, yularsız eşeğin sırtında yol alan zengin adam; eşeği nasıl
durduracağını bilmiyordu. çevrede ne bir yerleşim yeri, ne de bir canlı
görebilmişti. bu eşeğin de durmaya hiç niyeti yok, dedi içinden. eşek;
zengin adamın, söylendiğini sanki anlıyormuş gibi, huysuzlanarak
kafa sallamaya başladı. zengin adamın canı çok sıkılmıştı. hadi neyereye
gideceksen bir an önce var; diyerek, topuklarıyla eşeğin karnına vurdu.
zengin adam; bir yandan koşturmaya başlayan eşeğin üzerinde durmaya, diğer yandan torbayı
ve bastonu kucağında tutmaya çalışıyordu. iyice sinirlendi ve eşeğe
bağırarak sövdü. bunu üzerinde eşek aniden durdu ve zengin adamı üzerinden
attı.
sağlığına çok dikkat etmesine rağmen, en nihayetinde
yaşlı bir adamdı. güçlükle ayağa kalkabildi. ufak tefek sıyrıkları
vardı ama düşerken ısırdığı dili kadar hiçbir yeri açımıyordu. arkasına
bakmadan kaçan eşeğe bir şeyler söyledi ama şişen dili yüzünden
söylediklerini kendisi bile anlamadı. eliyle dizini tuta tuta, torbayı
ve bastonu buldu.
ağaçlık
bir bölgeye varana kadar yürümeye devam etti. kuytu bir yer arıyordu ama
birkaç ağacın üst üste devrildiği yerden başka uygun bir yer bulamadı.
hava
kararmaya başlarken ekmekten biraz yedi. şaraba baktı ama dokunmadı.
temiz
elbiselerini ve ayakkabıları giymedi. tabanlarını birbirine yapıştırdığı
ayakkabıların sağ teki, sol tekinden
küçüktü. bahar gelmiş olmasına rağmen geceler
yine soğuk olacaktı. ateş yakabilecek için bir kibriti veya çakmağı
olmaya zengin adamın aklına saunada rahatladığı günler geldi. eşeğe
sövdüğü için pek pişman olmuş gibi değildi ancak yürümekten başka çaresi
kalmadığı için canı çok sıkkındı. yıpranan paltosununun yakasını
kaldırdı
ve ellerini cebine soktu. başından geçenleri tane tane düşünmek
istiyordu fakat
eline takılan şey buna engel oldu. elini yavaşça paltonun cebinden
çıkardı. bu, gazı ve taşı olan çalışır durumda bir çakmaktı.
akşam alacasında, yerde
yatan bir kütüğün dibine hemen etraftaki çalı çırpıyı topladı. üzerine
iri dallardan attı. eşeğin kaçmasından dolayı duyduğu üzüntü azalmıştı.
hatta iyi bile yaptım inatçı pisliğe dedi içinden. topladıklarının
kütüğü tutuşturacağına kanaat getirdiğinde kuru otların içine çakmağı
yaklaştırdı ve çaktı. çakmak yanmadı.
yaklaşık
bir saattir, kör karanlıkta çakmağı yakabilmek için uğraşıyordu.
çakmağın çarkını
çevirmekten başparmağının derisi iyice incelmiş sızlamaya başlamıştı.
sağlam
bacağını kıvırmış sakat bacağını uzatmış bir vaziyette oturuyordu.
başını dik tutan güç, yine yok olup gitmişti. ayağa kalkmadan, elleriyle
kendini hemen arkasındaki ağac gövdesine doğru güçlükle çekti ve sırtını
yaslandı.
kendini bildi bileli herkese tepeden bakmıştı. ilk fırsatta kendini
herkesten üstün göstermenin bir yolunu bulur, hemen ardından
karşısındakini azarlar ve aşağılardı. babasının büyük gücü ve serveti
sayesinde,
girdiği her ortamda dilediği gibi hareket etmişti. içinde bulunduğu
dünyanın beyazı gidince, yine siyahı kalmıştı geriye. şimdi hangi
boyutta,
hangi zamanda olduğu belli olmayan bir yerde, iyice bastıran soğuğun
etkisiyle titriyordu.
yanaklarından
süzülen birkaç damla gözyaşı, bir anlığına yüzünü ısıtmaya yetmiş olabilir miydi.
peki; bu ayaklarından baylayarak, tüm vücuduna doğru yayılan sıcaklık
neyin nesiydi. gözkapaklarının üzerinde, küçük şimşekler çakıyordu
sanki. duygularının kontrolünü tamamen kaybeden zengin adam, gözlerini
açtığında; ayak ucunda canlanan ateşin, kütüğü
tutuşturmaya başladığını gördü. aslında yapması gerekeni gayet iyi
biliyordu, ama bunu düşünmek yerine gözlerini kapatıp uyumayı tercih
etti. hala bazı şeyleri kabul etmenin kendisi için kolay olmadığını
biliyordu.
yaz
mevsinin çok sıcak sabahlarından birine uyanan zengin adam, yavan
ekmekle kalvaltı yaparken; bana bildiğim her şeyi unutturan bu muazzam
gücü, nasıl gözümden kaçırdım, diyordu. çok susamıştı ama su yoktu
yanında. öncelikli hedefim su
bulmak olsun dedi. ne tarafa gitmesi gerektiğini bulmaya çalışırken,
ağaçların arasında bir yol gördü. belki de; çok yorgun olduğum için,
dün bu yolu göremedim, dedi. yürümeye başlamadan önce, paltoyu torbaya
koydu ve gömleğin düğmelerini açtı. öğleden sonra sıcaktan pişmiş bir
vaziyette, yol kenarında bulunan bir su birikintisine ulaştı. suyun temiz olup
olmamasını düşünmeden üzerindekileri çıkarıp içine girdi. birikintideki suyu,
dombeyler
gibi içiyordu.
kurulanmak için biraz güneşte bekledikten sonra, temiz elbiseleri ve
ayakkabıları giydi. üzerinden çıkardığı elbiseleri, suyun ortasına
fırlatıp attarken; seninle yollarımız burada ayrılıyor bahçıvan, dedi.
bu hareketi yapar yapmaz, su birikintisi aniden küçülmeye başladı.
tıpası çekildikten sonra, küvetin içinde kaybolan suya bakıyordu sanki.
dahası etrafındaki
otlar kurumaya başlamıştı. önce, yine mevsim hızla değişiyor herhalde
dedi.
sonra, aklına bir şeyi denemek geldi. fırlatıp attığı elbiseleri
toplayıp torbaya koydu ve çevredeki
değişikliği incelemeye başladı. su birikintisinin önceki haline
dönmesini,
otların tekrar canlanmasını hayretle izliyordu. tahmin ettiği gibi,
yaptığı her harekete karşılık veriyordu içinde bulunduğu ortam. yüzünde
oluşan bir anlık sinsi tebessüme engel olamadı ve peki bahçıvan, peki,
dedi.
ağacın
gölgesine oturmuş, elindeki şarap şisesine bakarak; seni ne zaman
içeceğim, seni tekrar içmenin yolunu mutlaka bulacağım; kimse benim
olanı, sonsuza kadar benden alamaz, diyordu. hava o kadar sıcak, ortam o
kadar sessizdi ki; ara sıra sesler duyduğunu zannederek, etrafına
bakıyordu. yine kulaklarının kendine oyun oynadığını düşünen zengin
adam, duyduğu sesin gitgide artmaya başlaması üzerine, ağactan destek alarak ayağa
kalktı. yolun ilerisindeki toz bulutunu görünce, yanılmadığını anladı.
bu bir arabanın motor
sesiydi ve bulunduğu yere yaklaşıyordu. saklanmalı mıydı, yoksa
yola mı çıkmalıydı, karasız kalmıştı. ardından; işi öğrendim, diye
geçirdi aklından; çünkü kendisine doğru yaklaşan araç, sahibi olduğu
limuzindi. o ana kadar yaşadıklarını; önce, heyecanla bir çırpıda unuttu,
ardından;
sonunda mantıklı bir açıklama duyabileceğini düşünerek, meraklandı.
limuzine
eşlik eden bir koruma aracı göremiyordu. bir şeyler oldu ama ne,
diyordu. bez
torbayı ağacın orada bıraktı ve sıcak havaya aldırmadan, elinde şarap
şişesiyle yolun ortasında durdu. limuzin, hiç durmayacak gibi hızla
yaklaşmaya devam ediyordu. zengin adam, bu durum karşısında biraz
paniklemişti; ancak, limuzin benim için geliyorsa duracak, gelmiyorsa
yanımdan değil üzerimden geçsin; diyerek, kendini cesaretlendirdi. araç,
sert bir şekilde fren yaparak ayaklarının dibinde durdu.
zengin adamın, rahatlamış bir şekilde görünme isteği, aracın kaldırdığı
toz bulutu üzerinden geçerken kayboldu. limuzinden kimsenin inmemesiyle
birlikte deliye dönen zengin adam, şöför kapısının olduğu tarafa geçti.
mantıklı açıklamayı unutup; kapı açılır açılmaz, şişeyi aptal şöförün
kafasına geçirmeyi tasarlıyordu.
saniyeler
geçtikçe; aracın çalınmış olma ihtimaline istinaden, saldırgan
fikirleri azalıyor; oradan kurtulana kadar kadar benim canım çıktı, bir
yabancı, o kapıları, duvarları aşıp kaleden bir şey çıkaramaz; diyerek,
kuyruğu dik tutmaya çalışıyordu. bunların üzerine; bir de şöförün
yeni olabileceğini, bu haliyle herkesin kendini tanıyamayacağını da
hesaba katınca, bir dakika beklemeye karar vermişti ki; şöför kapısının
camı yavaşça
inmeye başladı.
zengin adam, gördüğü şey karşısında donup kaldı. hurdalıkta
karşısına çıkan atlı
adam, bu sefer limuzinin direksiyonunda oturuyordu. pişkin pişkin
sırıtan güneş gözlüklü şöförün, ne hikmetse artık dişleri vardı ve kirli
sakalıyla, daha
dinç görünüyordu. güneş gözlüklü
şöför elini uzatarak şarabı istedi. şöförün giydiği elbise kendisine ait
çok pahalı bir takımdı. özel kol düğmeleri de yine kendisinindi. şarabı
alıp bacaklarının arasına sokan güneş gözlüklü şöför, karşısında heykel
gibi dikilen
zengin adama; eliyle, önce ağacın dibindeki bez torbayı, sonra da
limuzinin içini işaret etti. kalp krizi geçirecekmiş gibi duran zengin
adam, yüzüyle yerleri süpürerek bez torbayı almaya giderken;
kendisine mantıklı bir açıklama
yapabilecek tek kişin, bu adam olduğunu düşünüyordu.
limuzinin
arka kapısını açarken, kafasını kaldırmaya mecali yoktu; ama limuzinin
kapısını açar açmaz üzerine gelen rahatlatıcı serin havayla, kendini
çok iyi hisseden zengim adam; sakat bacağına rağmen kendini karanlıktaki
rahat koltuğun üzerine atıverdi. limuzinin kapısı, şöförün gaza
abanmasıyla birlikte kendiliğinden kapandı ve hemen ardından kapı
kilitlerinin sesi duyuldu.
deli
gibi çalışan klima, kendini toplamasına yardımcı olmuştu. derken;
yanında birinin olduğu, daha doğrusu bir şeyin olduğunu fark etti. bu
şey, sahibi olmakla övündüğü; en değerli av köpeklerinden, en iri, en
tehlikeli olanıydı. köpek, burnunu zengin adamın yüzüne doğru
yavaş yavaş yaklaştırdı. zengin adam gözlerini kapatıp yüzünü
buruşturdu. tahmin ettiği
gibi köpek koklarken önce adamın yüzünü iyice serinletmiş, sonra kocaman
diliyle yalayarak salyaya bulamıştı. zengin adam, yüzlük zımparadan
farksız yün içliğinin koluyla yüzünü silerken, daha
başına neler geleceğini düşünüyordu.
limuzinin
ara camı açtıktan sonra, dikiz aynasına ayar çeken şöför; dişlerinin arasında çok pahalı bir puroyla,
güneş gözlüklerinin arkasından zengin adama bakıyordu. radyoda, ilk kez telefonda duyduğu, o
enstrumantal müzik çalıyordu. zengin adam, şöförün ışıl ışıl parlayan dişlerinden
gözlerini alamadı. kendisi sanki on yıldır dişlerini fırçalamamıştı. bu duruma
çok sinirlenen zengin adam, tam şöföre terslenecekken; az önce sevgi
gösterisinde bulunan azmanın, artık kendisine çok dikkatli ve oldukça
ciddi bir şekilde baktığını fark etti. yavaşça arkasına yaslanan zengin adamın
sinirleri gevşemiş, pamuk gibi omuştu. kafasını yanındaki cama doğru
çevirirken, şöför aradaki camı kapatıyordu. ardından köpek de başını
çevirdi.
virüse
yakalanıp yatağa düştükten sonra; en yakınımda bulunanlar, bir darbe
ile sahibi olduğum her şeyin kontrolünü ele geçirmiş olmalılar yoksa bu
serseri bana bu şekilde davramaz; bir yargıç satın alarak mahkeme kararı
çıkarmış olmalılar, diyordu. kendisini öldürmemişlerdi, çünkü; ölürse,
bu işleri vekaleten idare etmeleri mümkün olmaz, diye ekliyordu.
ilaçlarla, çok gizli tekniklerle, sürekli etki altında tutulduğunu,
algılarıyla oynandığını ve bu şekilde işlerden uzak tutulduğunu
düşünüyordu. bu nedenle kendisine virüs bulaştırıldığından neredeyse
emin olan zengin adam, düşürüldüğüne inandığı bu alçak tuzaktan
kurtulmanın bir yolunu bulmayı kafasına koymuştu; ancak, şu an aklından
geçenlerin, ne kadar gerçek olduğunu, kendisi de bilmiyordu.
birkaç
saatin sonunda, limuzin yol üzerindeki bir benzinlikte durdu. zengin
adam, hemen
kapıyı açıp dışarıya çıkmak istediyse de, başaramadı. kapı kilitliydi ve dışarıda kimseler görünmüyordu.
iki dakika sonra, güneş gözlüklü şöför; köpeğin bulunduğu taraftaki
kapıyı açtı ve
köpeğin önüne, içinde az pişmiş sulu bir biftek olan, bir tas koydu.
köpek, koca bifteği
diliyle bir hamlede ağzına attı ve bir iki kez çevirdikten sonra yuttu.
köpeğin yutkunurken çıkardığı sesten ürken zengin adam; köpeğin önündeki
tasa,
şarap döken şöförü şaşkınlıkla izledi. şöförün, puroyu parlayan dişleri
arasında tutarken sergilediği alacı gülüş, zengin adamı çileden çıkardı.
çok sinirlenen zengin adam, tam şöföre bağırmak üzereken, köpeğin
hırlamaya başlaması, derin
bir sessizliğe neden oldu. köpeğin kendisini öldürmesinden korkumuyordu.
asıl korktuğu; bedeni, köpeğin dişleri arasındakyen tadacağı acıydı.
şöför; yarısına gelmiş puroyu dişlerinin arasından aldı, puroya birkaç
saniye baktı; ardından, zengin adamın yüzüne doğru fırlattı ve limuzinin
kapısını tekme atarak kapattı.
zengin
adam, sesini çıkaramamış ve bir daha çıkarmak istemeyeceğini de, çok
iyi
anlamıştı. çünkü, önceden yaptığı bir şey göğsünde bomba gibi
patlamıştı.
salgına neden olan virüs; ilk başlarda, çoğu insan tarafından kısa
sürede atlatılan bir hastalığa neden oluyordu. hastalığın ağır
seyrettiği insaları iyileştirecek ilaç da vardı, ama çok pahalıydı.
zengin adamın sahibi olduğu ilaç
firmasına gün doğmuştu. ilacı, stoklarında bekletiyor, neredeyse on
katı fiyata satıyordu.
hükümetleri köpek gibi peşinden koşturuyordu. bu durumun daha geniş
kitleleri tehdit etmesi durumunda; kazanacağı parayı ve elde edeceğini
gücü hayal edince, aradığı fırsatın ayağına geldini düşünüyordu.
virüsün
dünyanın tek gündem maddesi olduğu bu günlerde; caddelerde,
koruma araçlarının eşliğinde, zırhlı limuzinine kurularak, rahat rahat
gezmekten çekinmeyen
zengin adam; o gün trafikte durmuş, puro dumanının çıkması için
camını biraz aralamıştı. nereden geldiği belli olmayan insanlar, birden
aracın
etrafını sarmış, kendisine fırsatçılığı nedeniyle hakaretler ediyordu.
önünde ve arkasında bulunan korumalar araçlarınından, hemen fırlayan
izbandut gibi adamlar; kalabalığa,
tekme, yumruk ve joplarla dalmıştı. bu esnada camı kapatmaya çalışan zengin
adam; camı elleriyle tutan bir göstericinin, parmaklarının
sıkışmasına neden olmuştu. kalabalığı dağıtan korumalar,
bu kişiyi araçtan uzaklaştırmaya çalışırken, parmaklardan çoğunu
kırmıştı. en kötüsü de; zengin adam, bütün bunlar olurken, içtiği
puroyu, sıkaşan bu
parmaklara bastırarak söndürmüştü.
şöför
uyku nedir, yorgunluk nedir bilmeden; iki gün iki gece, hiç durmadan
yol aldı.
limuzinin içinde, yiyecek ve içecek bir şey olmadığı için, torbasındaki
ekmeği yiyordu. dev köpek yüzünden, mola vermesi için şöföre de
seslenemiyordu. yol boyunca zengin
adamın gözüne, hiçbir yaşam belirtisi çarpmamıştı. gördüğü tek insan
yapısı olan yer, vardıkları bu çok eski maden şantiyesi olmuştu. şöför;
önce aradaki camı, ardından kapı kilitleri açtı ve dikiz aynasından
başıyla inmesini işaret etti. zengin adam; bez torbayı ve bastonu
aldıktan sonra, söyleyecek bir söz bulamadan, kasıklarını tutarak
limuzinden indi. limuzin tozu duma katarak, arkasına taşlar fırlatarak
geldiği yoldan geri döndü.
ömrü
boyunca yok saydığı, zayıflık olarak gördüğü, vicdanının; yarattığı bir
dünyada bulunuyor olabileceği aklına gelice, kendine karşı dürüst
olamıyordu. aslında büyük amacına ulaşmıştı; tam burada, bu yerde
ölümsüzdü. istese de ölemiyordu. ama mücadele etmesi için, bir
neden de yoktu. en yukarıda olmasına, insanları ayakları altında
ezmesine izin vermeyen bir dünyada, ne için yaşamaya devam edebilirdi
ki.
boş gözlerle etrafına baktı.
yolda
gelirken ekmeğin neredeyse tamamını yemişti. artık bir şeyler yemek,
içmek istemesinin tek nedeni, aç susuz kaldığında çektiği acıydı.
acısını dindirmek için yiyecek bir şeyler bulmak zorundaydı. paslanmış
tenekelerle çevirili bir baraka dışında döküntü bir
kamyonet vardı. madenin girişi ise, tahtalarla kapatılmıştı. barakaya
girdiğinde duyduğu koku inanılmaz ağırdı. gazyağı dolu bir tenekenin
yanında, yere serilimiş yatağa bakarken, her şeyin neden sürekli
kötüye gittiğini düşündü. devrilen masayı yerden kaldırmak isterken,
bir bacağı kırıldı ve tamamen koptu.
maden,
yüksek bir dağın ortasında bir yerdeydi. soğuk
ile mücadele etmek zorunda kalacağı
anlamına
geliyordu. barakanın bir yanında, beş yıl kadar yetecek odun yığılıydı.
diğer yanında, yukarılardan gelen suyun sürekli aktığı paslı bir boru
vardı. içeride bulunan tek dolabın kapağını açtı. bolca kibrit, gazyağı
lambası, yamuk bir çaydanlık, kaplaması dökülmüş emaye bir kupa, küçük
bir çakı ve biraz kahve tozu vardı. duvarda asılı duran aynaya bakarak
ne kadar gençleşmiş olduğunu hesaplamaya çalışırken, akşam oluyordu.
üşüyüp
titrememek için sobanın yanına dışarıdan biraz odun taşıdı. sobayı
yakmasıyla, barakanın içi bir anda dumanla doldu. borunun teki zamanla
yerinden gevşemişti. sandalyeye çıkıp düzeltmek isterken yere düştü.
kalkacak gücü kendinde bulamıyordu. sürekli bir terslik geliyordu
başına. işi en son ne zaman rast gitmişti hatırlayamadı. emeğinin
karşılığını hemen alamıyor sürekli aksiliklerle karşılaşıyordu. ben; her geçen gün gençleşiyor olsam da, hala
yaşlı bir adamdım, dedi ve yere uzandı. zorlukla nefes alabiliyordu.
sobadan çıkan duman onu öldürmeyecek, sadece ona acı çektirecekti. o da
dayanamayacak hale gelince kalkıp, yapması gerekeni yapacaktı.
nitekim
öyle oldu. boruyu sağlamlaştırdı. çaydanlığı suyla
doldurdu ve sobanın üzerine koydu. yatağın üzerindeki yarım battaniyenin tozunu,
barakanın dışında çırptı. gazyağı lambasını doldurup yaktı. ilk kez
gökyüzünde tek tük parlayan yıldızlar
görüyordu. kahvenin kokusundan, zehir gibi acı olduğu belliydi. sobanın
karşısında sandalyeye oturmuş, kalan son ekmeğiyle birlikte, iğrenç
kahveyi
yudumluyordu. isteksiz şekilde ağızına götürdüğü ekmekten bir parça yere
düştü. ekmeğin sonuydu ve başka yiyeceği yoktu. küçük de olsa ekmeği
yerden alıp yemek istedi. çünkü açlığın verdiği eziyetin, gerçekten
dayanılmaz olduğunu öğrenmişti.
yere
düşürdüğü ekmek parçasını, tam
eğilip almak üzereyken, bir fındık faresi ekmeği kaparak, yerdeki
yatağın
üzerine çıktı. düşen parçayı bitiren fare bir yere gitmemiş, adamın
elinde duran ekmek parçasına bakıyordu. zengin adam, bunun ne anlama
geldiğini
uzun süre düşünmedi. elindeki son parçayı da yatağın üzerine attı. fare
ekmek parçasını olduğu yerde yedikten sonra, zengin adamın uzatmış
olduğu sakat bacağına çıkarak, dizine kadar tırmandı. zengin adamın
yüzüne bakarak ellerini ovuşturuyor; sanki, daha yok mu, diyordu. bir
cevap alamayan fare, aşağı indi ve dolabın altına girdi.
zengin adam, sabaha
karşı üşüyerek uyandı. soba sönmüştü. yarım battaniyenin altında
iki büklüm kalan zengin adamı, bahçıvanın kalın paltosu bile sıcak tutamamıştı.
barakaya bazı çatlaklardan soğuk giriyordu. kalkıp sobayı yeniden yakmaya
üşendi, fakat soğuk dayanılır gibi değildi. nasıl olsa kahve için
yakacağım, dedi ve sobayı tekrar yaktı. kahve katran gibiydi. bir yudum
aldı. o esnada; fındık faresi, torbadan bir ekmek parçasıyla
çıkıp, sobanın yanında tıkınmaya başladı. zengin adam, herhalde kalan kırıntıları buldu,
dedi. kendisi de acıkmıştı, fakat henüz kıvranacak kadar aç değildi. fare
önündekini bitirdikten sonra torbaya geri girdi ve daha büyük bir
parçayla dışarı çıktı. zengin adam, acabalarla torbayı kucağına aldı. tobanın içinde
kocaman bir ekmek duruyordu. hiç tiksinmeden bir parça kopardı ve
fareyle karşılıklı kahvaltı yaptılar.
kahvaltıdan
sonra biraz daha yatağa uzanmış, öğleye doğru tekrar kalkmıştı.
barakanın çevresini dolaştı ve gördüğü açıklıkları bulduğu parçalarla
kapattı. kamyonetin anahtarı üzerinde değildi. yokuş aşağı şekilde park
edilmişti, ama önünde; on metre yükseliğinde, tamamen kayadan oluşan
küçük bir tepe vardı. eğer o
tepe olmasaydı; kamyonet yokuş aşağı hızlanır, yola çıkmadan önceki
hafif düzlüğü geçer ve asıl inişe varabilirdi. bu noktadan sonra yol
kilometrelerce düz gidiyordu. kamyoneti çalıştırabilmesi için elinde
çok fırsatı olurdu. yine de kaputu açarak bir baktı. motor sağlam
görünüyordu fakat akünün bittiğini anlamak güç değildi. eski
tip olan elektrik tesisatını bir süre inceledi. anahtarsız
çalıştıramayacağı
ortadaydı.
madenin
girişini kapatan tahtaların arasından içeriye baktı. karanlıktan bir
şey görünmüyordu. maden girişinin etrafınında biraz yürüdü ve aşağılara baktı. tek görebildiği
kıraç bir düzlük, hatta çöl benzeri, uçsuz bucaksız çorak bir yerdi.
kendisinin de dünyanın her yerinde madenleri vardı. maliyetleri
düşürmek, tekel olmak adına yaptıkları geldi aklına. çalışma
koşullarıyla ilgili haber yapanların canına okumuştu. yeraltı
kaynaklarını şirketlerine satmayan yönetimleri tek tek harcamıştı. neden
burada olduğunu anlamasından, daha kolay bir şey yoktu aslında.
kar yağışı her an başlayabilirdi. paslı borudan akan su donar, diye endişe etmiyordu. sobanın üzerinde
kar
suyunu eritip içebirilim, diyordu. yakacak odun, gazyağı ve kibrit
sıkıntısı yoktu. fare ile olan, olağandışı dostluğu sayesinde, yiyecek
sorununu da çözebiliyordu. akşam yine ekmeğin sonunu beraber getirdiler.
zengin adam; artık,
içerisinin soğumaya başladığı zaman uyanıyor, sobayı sönmeden önce,
tekrar odunla doluruyor, hiç rahat etmese bile, geceleri çok üşümeden
uyuyabiliyordu.
yine sabah
kahvesini almış, farenin torbanın içinden çıkmasını bekliyordu. fare o
sabah gelmedi. acaba ne olmuştu. ertesi
sabah erkenden kalktı ve beklemeye başladı. artık gelmeyeceğini, içinde
bulunduğu dünyanın kendisine ne göstereceğini düşünürken, fare
torbanının içinden çıkıverdi. fakat bu defa ağızında ekmek yoktu. onun
yerine bir ip çekiştiriyordu. bir karış ipin ucunda metal bir şey vardı.
bir anahtar. bu kamyonetin anahtarıydı. sakat halini unutan zengin adam
elindeki kahveyi havaya fırlattı ve kendini farenin üzerine doğru attı.
fare güçlükle sürüklediği anahtarla kapının altından barakanın dışına
çıktı. hemen ayağa kalkan adam farenin peşine düştü. epey sinirlenmişti.
bu fareyle arasında bulunan dostluğa hiç yakışmamıştı. fare kamyonetin
olduğu yere doğru giderken birden yön değiştirdi ve madenin girişine
doğru gitti ve girişi kapatan tahtaların arsından içeri girdi.
tamam
hayvanlardan hiç haz etmem; hatta hükmedebildiğim, güçlü, asil ama
uysal atlar dışında, hayvanları kesinlikle hiç sevmem. bunun için mi;
bir kedinin
boynunda, bir farenin ağızında geziyor anahtarlar, diyerek, söylene
söylene,
madenin girişindeki çürümüş tahtaları eliyle söktü. fare, içerideki
tahta sandıkların birinin üzerine anahtarı bırakmıştı. anahtarı
aldıktan
sonra içeriye bir göz attı. maden girişinin tavanı az ileride göçmüştü.
hemen girişte el arabaları, kazı aletlerinden; kazma, kürek, balyoz ve
birkaç kova vardı. sandıkların içinden çıkan iş elbisesi ve battaniyeler
sanki sinirini yatıştırmak için bırakılmıştı. çalışmayacağını bile bile
kamyonete giden zengin adam, en azından anahtarın kamyonete ait olup
olmadığından emin olurum, dedi. kamyonetin marşından tık yok yoktu. akü
tamamen bitmiş durumdaydı.
kamyonetin
önündeki küçük tepeyi inceleyen zengin adamın gözü korkmuştu. tepe küçüktü ama tamamen çok
sert kayadan oluşuyordu. eskiden madende çalışanlar bile bu alanı
düzlemeyi gereksiz bulmuş olmalıydılar, diye düşündü ve hak verdi. çünkü girilecek zahmetin
kaşısında ellerine neredeyse hiçbir şey geçmeyecekti. ne yapacağını kara
kara düşünerek barakaya geri döndü. fareyle birlikte akşam yemeği
yediler. zengin adamın içinden surat asmak geliyordu. fare başına iş mi
aştı, yoksa yol mu gösterdi, düşünmek istemiyordu. bir şey olmamış gibi
davrandı. kahveyi içerken yüzü daha az buruştu. yemekten sonra fare
hoplayıp zıplarak deliğine gitti. iyi durumdaki battaniyeleri yatağına
seren adam, buradaki en rahat uykusunu hiç uyanmadan çekmişti.
sabah
ilk iş olarak; soğuk havaya aldırmadan, madenin girişindeki malzemeleri
tepenin yanına taşıdı. kamyonetin yokuş aşağı inmesine yetecek kadar, tepeyi ortadan kaldırmak için çalışmaya
başladı. sakat bacağı yüzünden tam güç alamıyordu. yarım saat içinde
avuçları patladı. ellerine bez dolayarak devam etti. dünyanın en zengini
olmak için gösterdiği inadın, bir benzerini koyacaktı ortaya. tek fark
ellerindeki kan, bu sefer kendi kanı olacaktı.
hava
kararırken yaptığı işe baktı. birkaç el arabaşı taş kırabilmişti ve haşat
durumdaydı. fare, barakanın kapısında kensini bekliyordu. içinden bir şey
yemek gelmediği gibi; midesi bulanıyor, kusacak gibi oluyordu. biraz
uzandı. gözlerini kapatıp dinlenmek isterken uyuyakaldı.
birden
üşüdüğünü düşünerek doğruldu, fakat içerisi sıcacıktı. soba tıpkı
kaledeki kulübenin sobası gibi yanıyordu. fare her zamanki gibi bir
parça ekmek almış, sobanın karşısında tıkınıyordu. kırık masayı
tamir etmemiş, parçalarını sobada yakmıştı. yüzündeki hafif tebessüm,
avuçlarındaki sızıyı hissetmesiyle birlikte kayboldu. sobanın
karşısındaki sandalyeye oturdu ve bir parça ekmek almak için, eğilip
elini torbaya soktu. elleri o kadar sızlıyordu ki, ekmeği bir
türlü kavrayamadı. çuvalı kucağına aldı. ağzını açıp baktığında gördüğü
şeyden çok mutlu olmuştu. bu irice bir elmaydı. avuçları bezle sarılmış
iki elinin parmaklarıyla,
bir kralın tacını tutar gibi tutarak; elmayı önce havaya kaldırdı ,
ardından ağzına götürdü. üzerindeki tüm yorgunluk uçup gitmişti. çakıyla
elmadan bir parça keserek farenin önüne koydu. bacaklarını
dizlerinden kırmadan yatağına uzandı. sobanın, barakanın tavanında
oynadığı ışık oyununa kapılarak uykuya daldı.
kar
düşene kadar çok az taş kırabilmişti. tepeyi gözle görülür bir boyutta
parçalayamadan, yılmıştı. nasırla kaplanan elleri, tuttuğunu
koparacak hale geliyordu ama sadece bu işi yapmak için yaşıyor olduğunu
düşündükçe, delirecek gibi oluyordu. kış iyice bastırdıktan sonra; her
sabah kaya kırma işine başlayabilmek için, metrelerce kar temizliyordu.
fazladan kar ile mücadele etmek zorunda kalan zengin adam, yağış
olmadığı gün sevinir hale gelmişti. kaç gündür çalıştığını bilmek için,
tahtaların üzerine çakıyla attığı çizikler, kendiliğinden kayboluyordu.
isyan ederek taş kırmadığı zaman; soba sönüyor, fare gelmiyor ve ekmeği
bitince aç kalıyordu.
kamyonetin
önündeki kaya gibi, kış da bitmek bilmiyordu. gün aşırı ısıttığı suyla
vücudunu
temizliyor, el arabasının içinde yıkadığı elbiseleri giyip kirlileri
çıkarıyordu. küçük çakı ile, saçını sakalını keserken, beyazların
azaldığını
fark etmişti. sanki hergün biraz daha gençleşiyordu. sadece sobanın
başında ısınmak için ara veren zengin adam; zaman ilerledikçe kayanın
demirleştiğini düşünüyordu. defalarca aletlerin sapı kırılmış, etraftan
bulduğu
tahtalarda yeni saplar yapmıştı.
tarihin
en eski mesleklerinden birini icra eden zengin adam, defalarca pes
etmiş; kar yığının içinde saatlerce yatarak, çakıyı boğazına dayayıp
çekerek, üzerine gazyağı dökerek, ölmeyi denemiş; ancak, sadece acıkmış,
üşümüş, bir süreliğine felç olmuş ve nefessiz kalmıştı. köşeye
sıkışmıştı ve başladığı işi bitirmekten başka çaresi yoktu. virüse
yakalanmadan önceki hayatına dair düşünceleri, kafasından uzak tutmak
için, en az taş kırma işine harcadığı kadar, güç harcıyordu. bedeniyle
değil, aklıyla sonuca ulaşmaya alışkın olan zengin adamın, bazı
fikirleri; taştan, demirden daha sertti.
tepeyi;
kamyonetin sürücü koltuğuna oturduğunda, önünü net bir şekilde
görebilecek kadar parçalayan zengin adam, zafer kazanamaya çok
yaklaştığını hissediyordu. epeydir kar yağışı olmamasını da fırsat
bilerek; tepeden çıkan molozun ufaklı kısmıyla, yola çıkmadan
önceki düzlüğü besleyerek; eğimin devamını sağlamış, kamyonetin duraksamadan
inişin başlangıcına varması için, ne gerekiyorsa yapmıştı. tekrar kar
yağmadan yola çıkmayı hesaplayan zengin adamı, yoldaki buzlanma ve
kamyonetin arızalı olma ihtimali düşündürüyordu. yaptığı hazırlığı
tekrar gözden geçirdi ve sabah yola çıkmaya karar verdi.
bitmek
bilmeyen şeyler arasında; iyi ki, bu zehir gibi acı kahve tozu da var,
dedi. hava çoktan kararmıştı ancak; her akşam olduğu gibi erkenden, çok
yorgun bir halde yatağa uzanıp, hemen uykuya dalmamıştı. sobanın
karşısında oturmuş kahvesini yudumlarken; sakat bir bacakla yaptığı işi
düşünüyordu. hem azmine hayret ediyor, hem de kendisiyle gurur
duyuyordu. girdiği bunalımları unutarak; istersem her şeyi yaparım,
gerekirse bu dağı olduğu gibi parçalarım, yarın beni bu hale
düşürenlerin peşine düşeceğim, diyordu. iyice uykusu gelene kadar,
gençleşen güzüne aynada hayranlıkla baktı.
gazlambasını
kısmak ve yatağa gitmek için ayağa kalkan zengin adam, birden rüzgarın
değişen sesini fark etti. barakanın kapısını açmasıyla bilikte, içeri
doğru giren kar tanelerini görünce, hayalleri dağ gibi üzerine yıkıldı.
tekrar sobanın yanındaki sandalyeye oturan zengin adam, kendini o kadar
çaresiz hissediyordu ki; hırsını alamayarak elini sobanın kapağında
içeri soktu. bir saniyede eli çok kötü yanmıştı. hemen dışarı çıktı ve
elini kara gömerek soğutmaya çalıştı. avazı çıktığı kadar bağırıyor,
gökyüzüne nefret kusuyordu. elindeki sızıyı geçirmek isteyen zengin
adamın tüm vücudu titriyordu. bir müddet sonra sesi soluğu kesilen
zengin adam, barakaya geri döndü yatağa uzandı.
sabah
elindeki yanığın ne halde olduğunu görmek isteyen zengin adamın kafası
yine çok karışmıştı. elinin sapasağlam ulduğunu görünce, yaşadığını
düşündüğü şeylerin bir rüya olup olmadığını anlamak için dışarıya çıktı.
etrafta tek bir kar tanesi olmadığı gibi; güneş açmış, yabani otlar
yeşermeye başlamıştı ve hava hiç soğuk değildi. işte yine başladık,
diyerek; rahatlamış bir şekilde, fare ile son kalvaltısını yapmak üzere,
ekmek torbasın yanına gitti, ancak fare ortalıkta görünmüyordu.
madenin
girişindeki benzin bidonlarını kamyonetin kasasına dün akşamdan
koymuştu. sağlam elbiselerini tobaya doldurdu ve ön koltuğa
bıraktı. tekerin önündeki takozu alacak, el frenini bırakacaktı.
yeterince hızlandıktan sonra moruru çalıştıracak ve yolu takip edecekti.
her şey hazırdı. fare hala kendini göstermemişti. zengin adam artık beklemek
istemiyordu. daha fazla burada kalamazdı.
direksiyonu sıkıca tuttuktan sonra, sağa sola şöyle hızlıca çevirip
yokladı. ellerini ayı kapanı kadar güçlü hissediyordu. el fireni bıraktı.
kamyonet yokuş aşağı doğru akmaya başlarken birden yavaşladı ve dolgu
yaptığı yere hafifçe saplanarak durdu.
inişten hemen önceki düz kısımı takılmadan geçebileceğini düşünen zengin
adam, yanılmıştı.
kamyoneti kapı açıkken biraz ittirebilir, ardından tekrar koltuğa oturup
çalıştırmayı başarabilirdi. fakat bu sakat haliyle bunu denemesi,
oldukça
riskliydi. eğer kamyonete binemezse; hem emekleri boşa gider, hem de
buradan hiç ayrılamayabilirdi. araçtan inip bir karar vermeye
çalışırken, fare barakadan çıkıp yanına geldi. içine düştüğü çıkmazı bir
an için unutan zengin adam; galiba acıktı, diyerek, kamyonete koyduğu
torbadan;
önce bir parça çıkarıp önüne koydu, ardından ekmeğin tamamını
barakaya götürüp sobanın yanına bıraktı. döndüğünde; fare, kamyonetin
arka
tekerine ön ayaklarını dayamış bir şekilde bekliyordu. zengin adam, hiç
tereddüt etmeden;
neden olmasın, dedi ve tekrar direksiyona geçti.
inişi başlangıcında biraz
hızlanır hızlanmaz motor çalışmıştı. aynadan fareye son kez baktı ve
gülümsedi. artık gülümserken hiç zorlanmıyordu. hava kararana kadar,
bahar gelmiş ovada hiç durmadı. kamyonetin farları yanmadığı için, gece
yola devam edemiyordu. aracı bir yokuşu inerken durdurdu. tekerin önüne
irice bir taş koydu. yiyecek bir şeyi yoktu. yanında getirdiği sudan
biraz içti ve yola çıkmadan önce yıkadığı temiz battaniyeyi üzerine
çekerek koltuğa kıvrıldı. uyuyamasının nedeni, havanın serin oluşu veya
koltuğa sığamıyor oluşu değildi. gökyüzünde çoğalan yıldızlara,
ellerindeki nasırlara, iki numara küçük sağ ayağına bakarak; gençliğini,
insanları, hayvanları ve doğayı düşünüyordu. ne olursa olsun, bu işin
peşini bırakmayacağım, dedi ve dinlenmek için kamyonete geri döndü.
yol,
başka bir yol ile kesişmediği için nereye gideceğini düşünmek zorunda
kalmıyordu. yakıt göstergesi bozuk olduğu için, her mola verdiğinde;
yanına aldığı yedek yakıtla, kamyonetin deposunu sürekli dolu tutmaya
çalışıyordu. yol boyunca hiç yiyecek bulamayan zengin adam; yaklaşmakta
olduğu yeri hatırladı. burası limuzinle
gelirken durdukları benzin istasyonuydu. birileri olabilir ümidiyle
markete girdi, ancak içerisi talan edilmiş vaziyetteydi. raflarda birkaç
paket
hazır yiyecek ve içecek dolabınında bir koli maden suyu kalmıştı. depoyu ve
yanıdaki benzin bidonları doldurarak yola devam etti.
iki
gün boyunca direksiyon sallayan zengin adam, sonunda bir yol ayrımına
gelebilmişti. bunlardan biri, limuzine bindiğim yere, diğeri bilmediğim bir yere doğru gidiyor, dedi. gelirken ne tarafa
döndüklerine hiç dikkat etmemişti. direksiyonu sola çevirip gitmek
isteyen zengin adam, eğer ayağını gazdan hemen çekip frene basmasaydı,
yolun
karşısındaki şarampole burun üstü girecekti. sakat
bacağıyla gösterdiği refleks karşısında, şaşırıp kalmıştı. ne kadar uğraşsa da kamyonetin
direksiyonu sola çeviremedi. mecbur sağa dönmek zorunda kalan zengin
adam,
bundan hiç memnun olmamıştı, ta ki ileride beliren çatıları görene
kadar.
geldiği yer küçük bir tren istasyonuydu. kara yolu ile tren raylarının
kesiştiği noktanın çevresine kondurulmuştu. görevlilerin kaldığı lojman
dışında, küçük bir postane binası ve bir bekleme salonu vardı. burada
geceyi geçirebileceğini düşündü. terk edilmiş gibi görünen bu yer,
geride bıraktığı benzinlik gibi yağmalanmamıştı. sanki her şey yerli
yerindeydi. kapılar camlar sağlamdı. yalnız rayların üzerindeki pas, uzun
zamandır bir trenin geçmediğini işaret ediyordu.
girdiği
odanın postacıya ait olduğunu, dolapta duran kıyafetlerden anladı.
kişisel eşyalarının tamamını orada görünce, belki birazdan gelir diyerek
dışarı çıktı. hava kararıncaya kadar etrafı gezdi. kilerdeki patates
dolu sebze kasası dışında, kayda değer bir şey yoktu. postacının odasına
geri döndü. koridordaki gaz ocağı çalışıyordu, fakat elektrik sadece
postacının odasında vardı. bez torbasını getirip elbise dolabının yanına
bıraktı. lavabodaki aynaya bakarken sükunetini korumakta zorlanıryordu.
aynaya bakmasa, bahçıvanın eski kulübesinde kendine gelmesi üzerinden,
yıllar
geçtiğini nasıl bilebilirdi. sanki bir gece uyumuş, rüya görmüş,
rüyasında yine uyumuştu. şimdi de o uykunun rüyası içindeydi ve uyumadan
önce aynaya bakıyordu.
postacının
eşyalarını kendisininmiş gibi kullandı. tıraş oldu, losyonu hiç
beğenmemişti ama sürdü. pijamalarını giyerek yatağa oturdu. yatak ve
çarşaflar temiz görünüyordu. sehpanın üzerinde duran radyoyu açmak için
uzandı ama vazgeçti. o müzik biraz hoşuna gitmiş olsa da, şimdi duymak
istemiyordu. pijamayı dizlerine kadar sıyırdı. sanki zayıf bacağı biraz
güçlenmiş gibi duruyordu. ayağı da biraz büyümüş göründü gözüne. bir
gözü tembeldi. göz nakli yapılacaktı fakat beğendiği bir çift göz
bulamadığı için sürekli erteliyordu. bu yüzden gözlük kullanıyordu.
ocağa koyduğu patatesler pişmişti. ocağı söndürdü. yarın yerim dedi ve kapıyı kitledikten sonra ışığı söndürüp yattı.
güzel
bir yaz sabahına uyanan zengin adam, aynanın karşısına geçmiş;
postacının resmi
kıyafeti üzerinde nasıl durmuş, ona bakıyordu. servetiyle yaşlanmasını
geciktirebilmişti ama sahip olduğu
devasa güç, kendini bu kadar iyi hissetmesini sağlayamamıştı. şapka
biraz
küçük durmuştu başında ama üzerine tam oturan kıyafeti tamamlıyordu.
sıra ayakkabıları giymeye geldiğinde duraksadı. ayakkakıların
tabanlarını birbirine yapıştırdıktan sonra gülmeye başladı.
önce sol tekini giydi. çok rahattı. sağ tekinin yine de ayağına bol
geleceğini
düşünüyordu, lakin, o da ayağına tam oturdu. sanki ödüllendiriliyor
gibiydi. başına gelenlere şaşırmamaya çalışan zengin adamın keyfi
yerine
gelmişti. patatesleri soğuk olmasına rağmen lezzetli buldu. dışarı
çıkmadan önce, aynanın karşısında bir daha durdu. krallığının başına
tekrar geçeceği günü hayal ediyordu, ancak yaklaşmakta olan trenin
düdüğü bu güzel anı kesip attı.
önce
torbasına sarılan zengin adam, eline geleni içine dolduruyordu. bir ara
aynanın karşısında tekrar durdu ve gerçekten bir posta memuru olabilir
miyim, diye düşündü. odanın ortasında telaşlı bir şekilde bir sağa bir
sola bakarken, trenin çoktan istasyonda durmuş olduğu fark etti. zengin adam
ses çıkarmadan beklemeye başladı. sonra yavaşça pencereye yaklaştı ve
dışarı baktı. rayların üzerinde buharlı bir lokomotifin ardına dizili beş
vagon saydı. herhangi bir hareket görememişti. yalnız buharların
arasından bir an için makinisti görür gibi oldu ve başını hemen geri
çekti. her ne kadar başına gelenlere artık şaşırmayacağını düşünmüş olsa
da, makinistin limuzindeki sinir bozucu şöföre benzemesi karşısında şoka
girmişti. emin olmak için takrar bakmayı hiç istemiyordu.
trenin
ikinci vagonuna binmiş, boş koltuklardan birine oturmuştu. makinist,
limuzindeki güneş gözlüklü adamın ta kendisiydi. o da traş olmuş ve gençleşmiş
görünüyordu. üzerinde kendisi için
dikilmiş çok özel elbiselerden biri vardı. kafasıyla trene binmesini
işaret
ettikten sonra, purosunu dişlerinin arasına götürüp, yine pis pis
sırıtmıştı. hayır, bu sefer istediğini yapmayacağım, dediği sırada;
odanın
kapısında beliren koruma müdürünü görmüş, ne yapacağını şaşırmıştı.
koruma müdürünün üstü başı perişan bir
durumdaydı. çıplak ayaklarının bazı parmakları kopmuş, bazılarını da
sadece deri parçaları tutuyordu. asıl korkunç olan ise gözlerinin
oyulmuş olmasıydı. üstelik ağızı keman teliyle dilmiş, kulakları da
kesilmişti. elindeki çekiçten damlayan şey kan olmalıydı. odanın
penceresini açıp kendini dışarı attı. ne tarafa dönüp koşmak istese,
karşısına korkunç koruma müdürü çıkıyordu. işte böyle, kaçmak için bir
yol bulamayarak, çaresizce
bitmişti trene. tren, hortlağa dönmüş koruma müdürünü geride bırakarak
hareket
etti.
dünya
üzerinde mutlak hakimiyet kurma peşinde olan zengin adam, gerekli
altyapıyı oluşturduktan sonra, tüm insalara elektronik çip takmayı
planlamıştı. virüs tehditi ve ilaç tekeliyle tuzağa düşürdüğü dünyaya
kesin kurtuluş olarak bu çipleri sunacaktı. insanlar çaresiz olduklarını
anladıkça hastalıktan kurtulmak ve yaşamak için, zengin adamın kölesi
olmayı kabul edeceklerdi. koruma müdürün başına böyle bir şey gelmiş
olabileceğini düşünen zengin adam; eğer o koruma müdürüm ise, sadık
yardımcım nerede, diyordu.
koruma müdürünü bu halde gören zengin adam;
sadık yardımcısını, başına gelenlerin sorumlusu olarak görmeye
başlamıştı. buradaki tecrübelerinden sonra, o yaraları alan birinin
yaşıyor olmasına pek şaşırmamıştı; ancak, güvendiği, canını teslim ettiği
birini bu halde görmek; karşı karşıya olduğu sıkıntının büyüklüğünü, bir
kere daha göstermiş ve tedirgin etmişti. geride
bıraktığı şeyleri arar mıydı, biraz endişeliydi.
lokomotiften çıkıp
gelen makinisti karşısında
görünce, endişe duyması gereken daha önemli şeyler olduğunu anladı.
makinist, zengin adama doğru yaklaşırken; sanki her adımında, bir böcek
eziyordu. zengin adam başını öne eğip derin bir nefes
aldı ve bir şeyler söylemek için ayağa kalkacaktı ki, makinist zengin
adamın
omuzuna eliyle yüklenip, geri oturmasını sağladı. parmağında, koruma
müdürünün mezun olduğu askeri akademinin yüzüğü vardı. yanın geçip arkadaki vagonlara
doğru yürüyen makiniste bakan zengin adam, cesaretini tekrar topladıktan sonra ayağa kalktı ve makinisti takip
etmeye başladı. yemekli vagonu, ardından yataklı vagonu geçtiler. en
sonda malzeme vagonu vardı. malzeme vagonun girişinde duran makinist,
vagon bağlantısını söküyordu. zengin adam da son vagona geçmek için hamle
yapmıştı, fakat koruma müdürünü bu defa boynuna bir tasma
geçirilmiş vaziyette görünce, kaç tane var bunlardan, dedi ve başını çevirerek arkasına baktı.
son
vagon ayrılmıştı. makinistin elinde; dizleri ve elleri üzerinde duran
koruma müdürünün, boynuna geçirilmiş taşmanın kayışı vardı. lokomotifin
sesi değişmişti. tren tünelin içine girerken son vagon, siyah bir fon
üzerindeki beyaz noktanın içindeki küçük siyah noktaya dönüşmüştü. biraz
yakından bakabilse, o küçük siyah noktanın ortasında, makinistin
parlayan dişlerini görebileceğine emindi. zengin adam, karanlıktan başka bir şey
görünmeyene kadar, geride bıraktığı raylara baktı.
vagon
aydınlatmaları oldukça zayıftı. her şey solmuş ve eskimiş gibi
duruyordu. belki bir saat geçmişti, fakat tren hala tünelin içindeydi.
treni baştan sona iki kez dolaştı ve kendinden başka kimsenin olmadığına
kanaat getirdi. kömür vagonu oldukça uzundu ve ortasındaki dar koridor;
yolcu vagonundan, lokomotif kabinine geçişi sağlıyordu. kömür kazanın
içine bakan zengin adam, kömürün bitmek üzere olduğunu görünce; trenin
durmaması için, kazandaki ateşin sönmemesi gerektiğini düşündü ve kazana
biraz kömür atmak istedi. iş yine başa düştü, diyerek; dar koridorun
her iki yanında bulunan kömürü, kürekle kazanın içine atmaya başladı.
zengin adam kömür attıkça, kömür yığını öne doğru geliyordu. buharlı
tren, tek kişinin kullanabileceği şekilde tasarlanmıştı. trenin bu
ilginç ve özel tasarımı, zengin adam üzerinde çok kötü bir etkiye neden
oldu.
bu
yolcuğun bir tür bela olduğunu anlayan zengin adam, trende bulunanları
tekrar gözden geçirdi. yiyecek
ve su boldu. içki dolabı silme votkayla doluydu. o çok kaliteli ve
pahalı
şarap da geçmişti eline. lokomotif, treninin tamamını ısıtıyor ve
aydınlatıyordu. tuvalet, banyo, yatak ve elbise, ne gerekiyorsa vardı.
zifiri karanlıkta bir tünelin içinde kalmak istemiyorsa, tek yapması
gereken kazana kömür atmaktı.
kazana
doldurduğu kömür ne kadar yetecekti bilmiyordu. gün ışığına ne kadar
mesafe var, varmak ne kadar zaman alır, onu da bilmiyordu. kömür kazanın
karşısında, ne olduğunu ne, ne olacağını düşündükçe; bir cevap
bulamayan ve canı çok sıkılan zengin adam, yemek vagonuna gitti. şarabı
içmeyi çok istiyordu, ama içemeyeceğini çoktan kabul etmişti. bakalım
bunu da içince kendimi yerde
bulacak mıyım, dedi ve votkadan içmeye karar verdi. silme doldurduğu ilk
kadehi bir dikişte içti. votka
değil saf alkol içiyordu sanki. boğazından aşağı ergimiş maden
dökülüyordu. sonra ikinci kadehi de dikti. ardından kadehi bıraktı ve
şişeyi kafasına dikti. çevresindeki aydınlık gitgide azalıyor ve her şey
yavaşlıyordu. koltuğa doğru yıkılırken, şu adi votkayı bile içemeyecek miyim,
diye geçirdi içinden.
tekrar
kendine gelmeye çalışan zengin adam, fırıldak gibi dönen başını
toplamaya
çalışıyordu. her şeyin geçtiğini düşünerek doğrulmak istedi, ama hala
sarhoş gibiydi. gözlerini açtığında gördüğü şey sadece karanlıktı.
gözlerinin açık olduğundan emin olmak için parmağıyla göz kapaklarına
dokunmak isterken, neredeyse gözünü çıkarıyordu. midesinde bir ateş topu
geziniyordu. votka yüzünden kör olmuş olabileceği geldi aklına. panikle
ceplerini yoklayan zengin adam; çakmağını yüzüne yaklaştırıp çaktı.
sanki
burnunun dibinde bir atom bombası patlamıştı. kipikleri ve kaşlarının
bir kısmı yanan zengin adam, gevrek gevrek gülümsedi. zurna gibi
sarhoştu ve
tren de durmuştu. durursa dursun, dedi. yemek masasının üzerindeki
mumlardan birini yaktı. şamdanı tutan koluna bir şişe votka kıstırtı ve
koridor duvarlarına sürtünerek yataklı vagona gitti. feleği şaşan zengin
adam; sövüp sayıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. sızacağını anladığı an;
şamdanı, mumun alevi perdeye değecek şekilde pencereye yanaştırdı.
dili
damağı kurumuştu ve hareket ettikçe başının ağrısı katlanarak
çoğalıyordu. haleti ruhiyesinden ölmediğini çok rahat anlayabiliyordu.
şamdandaki mum işi batırmıştı ve çakmağını ceplerinde bulamıyordu.
zifiri karanlıkta kalmaya alışkınım ben, sizden korkmuyorum, diye
bağırmaya çalışırken, zonklayan başını elleriyle sıkıştırıyordu.
hafızasında yer ettiği kadarıyla lavabonun musluğuna ulaşmaya çalışan
zengin adam, kendini tekrar içki dolabının karşısında buldu. içki
şişelerinin üzerinde elini bir süre gezdiren zengin adam, şarap şişesini
kavradı ve karanlık vagonun içine fırlattı. bir şişe daha votka
aldıktan sonra, kömür kazanına doğru yürümeye başladı. baston olmadan,
trenin dar koridorlarında, sağa sola tutunarak ilerleyebiliyordu.
lokomotif kabinine vardığında şişenin yarısını içmişti.
kömür
kazanın kapağındaki delikten gelen ışık, ateşin tam olarak sönmediğini
gösteriyordu. kazanın kapağını açınca lokomotif kabini biraz aydınlandı.
kapağın karşısına oturan zengin adam, kazanın içindeki kor ateşe,
bugüne hiç kimseye seslenmediği gibi sesleniyordu;
o resmi gördüğüm an anlamıştım; hafızamın, bana söylediği kişi
olmadığımı. zengin bir adam olarak çektiğim acının, en başından beri
yalan olduğunu biliyordum. ben, babanım. karnındaki çocuğu öldüren
katilinin halini, kahrolmuş bir halde yaşayabilmek için; onun ağızından
konuşur, onun gözünden görürüm. bundan sonra kör olmak istersem; bil ki,
o namussuz katilin hissetiğini, ilk elden hissederek; intikamımın
lezzetini, olabildiğince sıcak tatmaktan başka, bir niyetim yoktur. bunu
iyi bilesin. ben, o nefret ettiğim ben, katilinim. kudurmuş bir zengin
piçi olmak ve yaptıklarımın karşılığını görmek istedim; bakalım, adalet
var mıymış.
trenin
neresinde ayıldığını, içki dolabına nasıl gidebileceğini, elleriyle
hemen anlayabilecek duruma gelmesi ne kadar zaman almıştı bilmiyordu.
vagonların
tabanının, kat kat boş şişelerle kaplanmış olması dışında, geçen zamana
dair fikir verebilecek başka bir şey yoktu. votka içebilmek için;
şişenin
ucunu, yüzündeki kıl yumağına saplayıp sağa sola gezdirdikten sonra
dudaklarıyla buluşturması gerekiyordu. bazen bunu yapmaya üşenen adam
ağızı açıp yukarıya kaldırıyor ve votkayı yukardan döküyordu.
kendisinden ne yapması isteniyorsa, asla yapmayacaktı. sonsuza kadar bu
şekilde yaşamaya razıydı. trenden dışarı çıkamıyordu. treni ateşe
veremiyordu. lokomotifin kazanındaki ateş sönmek üzereydi ama
sönmüyordu. kömür atılacak ve ateşi sürekli canlı tutulacak ki, tren
gidebilsin. gitmesin, işte benim cezam, işte benim belam. buradan bir
yere
ayrılmayacağım, yakacaksa beni, çılgınlar gibi yanamayan o ateş yaksın,
diyordu.
tuvaleti
ve su kullanmayı uzun süre önce bırakmıştı. el yordamıyla bulmak
istediği tek şey votka şişelerinin bulunduğu dolaptı. içerideki koku,
votkadan daha sersemletici bir düzeye gelmişti. çok ama çok rezil bir
durumdaydı. dışkısına basıp düşüyordu. görme, duyma ve koku alma duyusunu
kaybetmiş olabilirdi. uzayan tırnaklarını diplerinden söküp aldığını
hatırlamıyor ancak ayılmaya başlarken korkunç acısını çok şiddetli bir
şekilde hissediyordu.
kendine gelir gelmez yine, içindeki şişelerin bitmek bilmediği içki
dolabından; bir tane daha alabilmek için kolarını uzatarak, her karışını
ezberlediği vagonların içinde hareket etmeye çalıştı. her dokunuşta yaralı
parmakları sızlayan zengin adam, bir an önce içmek ve acısını azaltmak
istiyordu. dolabın karşısında durdu ve bir şişe almak için elini uzattı.
elleriyle dokunduğu şey bir içki şişesi değildi. sıcak, yumuşacık ve
pürüssüz bir küreydi. elini üzerinde durduğu esanada, kürenin içinden
avucuna doğru küçük bir darbe geldi. hamile bir kadının karnına
dokunduğunu anlayınca hemen elini geri çekti. sanki görebiliyormuş gibi;
karanlıkta başını sağa sola, yukarı çeviren zengin adamın niyeti, buruna hafiften
gelen kokunun, naif olup olmadığını anlamaktı.
karanlıkta
olduğunu; ne zaman, nasıl fark edebilir, bir insan; bıkmaması için, kaç
yüzyılda bir dokunması gerekir sevdiğine, diyerek; tekrar
avucunu açıp dolabın içine doğru uzatırken tereddüt ediyordu.
parmakları votka şişelerden birine deyince avucu açtı. ama aniden bir el
kolunu sıkıca kavrandı ve elini, az önce
dokunduğuna inanmadığı hamile kadının karnına şiddetli bir şekilde
bastırdı. o kadar güçlü
bastırıyordu ki, sonunda eli kadının karnını delerek içine girdi. içerdeki
bebek, buz gibi
soğuk elleriyle adamın parmaklarını kavrayarak ağızına görtürüp emmeye
başladı. dehşete kapılan zengin adam; diğer eliyle, kolunu tutan eli
takip ederek, bunu yapanın yüzüne ulaştı. ağzı dikilmiş, kulakları
kesilmiş, gözleri oyulmuş biri vardı yine karşısında. parmaklarını koruma
müdürünün göz yuvalarına bağırarak soktu ve elini son bir gayretle
hamile kadının karnından çıkardı. vagonun
içinde kendini yerden yere vuran zengin adam, kırılan şişelerin
vücudunda
açtığı kesiklere rağmen durmuyor; zifiri karanlıktaki tünelin çıkışına
sesini duyurabilmek için, deliler gibi bağırıp çırpınıyordu.
boş
içki şişelerinin üzerine yığılan zengin adam; içi tamamen kanla dolan gözlerini
yavaşça kapadı. trende kimlerin olduğu görebilmek için, lokomotif kabinine doğru sürünerek ilerledi. kazanın kapağındaki
delikten, köz halideki kömürün azıcık ateşini görünce, dizlerinin
üzerinde doğruldu. kapağı açtı ve yaralı elleriyle, ateşin üzerine
kömür parçaları atmaya başladı. ateşin büyümeye başlamasıyla birlikte
pistonlar tıslıyor, tren yavaş yavaş hareket ediyordu. lambalardaki
küçük titremeler; yerini, soluk ama sürekli parlayan ışığa bıraktı. zengin adam
kazanı tamamen kömürle doldurana kadar hiç durmadı. trenin raylarda
çıkardığı coşkulu ses, kulağa çok ikna edici geliyordu.
lambaların
tekrar yanmasıyla birlikte yaşadığı kepazelik ortaya çıkmıştı. koruma
müdürü ve hamile kadından bir iz yoktu. vagonlara ve haline bakarak,
hayaller görmesinin normal olduğu çok rahat düşünülebilirdi. yataklı
vagona ulaşıp yıkanmak, temizlenmek geldi içinden. üzerindeki
elbiselerden geriye pek bir şey kalmamıştı ve kasıkları da yara
içindeydi. vücudunda kesilmeyen yer kalmamıştı. sakalı ve saçları beline
kadar uzamıştı. vagonlar neredeyse diz boyu votka şişesiyle
dolmuştu. duyduğu koku yüzünden bilinci gidip geliyordu. şu durumda
içeriye bir kelebek girse, kanatlarını iki kez çırpamadan havada kuruyup
toz haline gelebilirdi. son bir gayretle banyoya ulaştı. aynada gördüğü
şey karşısında söyleyecek tek kelime bulamadı. küvet soğuk suyla
dolarken, üzerinde kalan elbise parçalarından kurtuldu. kırmızı
tavşandan
sonra görüdüğü tek kırmızı şey, tüm vücudunu soktuğu küvetteki kanlı
suydu.
treni
başta aşağı temizlerken, bu şekilde yaşadığına bir türlü inanamıyordu. iyi haberler; yaralarının hızlı bir
şekilde iyileşmesi, içki içmiyor olması ve en güzeli de artık
gözlük kullanmaya ihtiyaç duymamasıydı. dökülen saçlarıın bir kısmı tekrar çıkmış
dahası saçları gittikçe siyahlaşmaya başlamıştı. aklını kurcalayan tek şey,
bileğindeki geçmeyen morluktu. bir kelepçe veya pranga nedeniyle
oluşabilecek bir yaradan arta kalan bu iz; nedenini düşünürken, zengin adamın gözlerinin dalıp gitmesine neden oluyordu.
lokomotifin
hızlı gitmesi için düzenli bir şekilde kazanı kömürle besliyordu.
zamanın hızla geçmesi karşısında hissetikleri hiç bu kadar olumlu
olmamıştı. aynaya bakarak tünelde ne kadar zaman geçirdiğini hesaplamaya
çalıştı. bunun için yanlış yere baktığını; gözleri, bileğindeki morluğa
kayınca anladı. entrikalarla başını döndürerek, zorla birlikte olduğu
genç bir kadının; koruma müdürünün planlayıp uyguladığı bir komployla, hiç suçu olmadığı
halde, hapise
düşmesini sağlamıştı. genç kadının hamile olduğunu öğrenince de, çocuğun
ölü doğması için, hapisane doktorunu satın almıştı. dört yıl
sonra hapisten çıkan genç kadın, kendini bir trenin altına atarak intihar
etmişti. hala tünelde olduğuna göre, dört yıldan az oldu, diye düşündü.
kömür
tozuna bulanan üzerini temizlemiş, bir şeyler atıştırdıktan sonra biraz
dinlemek için yatağa uzanmıştı. gözleri kapalı olmasına rağmen
ışıkların azalmaya başladığını fark edebiliyordu. yataktan kalkıp
lokomotife varamadan tren durdu. durmuştu ama, vagonlar pencelerden gelen
hafif ışıkla aydınlanmış durumdaydı. açık duran vagon kapısından inen
zengin adam, tünelin dışına çıktı. gözlerini rahatsız eden gün ışığı kaşısında
biraz bekledi. omuzlarından ağır bir yük kalkmış, bedel ödemiş birinin
yaşadığı rahatlığa benzer bir duygu içindeydi. trende bulduğu bavula
biraz yiyecek ve giyecek koyduktan sonra, dayanamadı. birkaç şişe
votka ve o meşhur şarabı da yanına aldı. kudretli günlerine dönmeyi
hayal eden
bir posta memuru olarak bindiği trenden, bedeni gençleşmiş ama hafızası
paramparça olmuş bir kondüktör olarak indi. ormanlık bir alana çıkan
tünelin ucundan uzaklaşırken, tren hareket etti. geldiği yöne doğru geri
geri gidiyordu. trenin önünde bulunan ışığa, karanlıkta kaybolana kadar
bakan
zengin adamın bileğinde, parmağını karanlıkta kavrayan o minik elin
soğukluğu
vardı.
asırlık
ağaçların altında, bavulunu koltuğunun altına sıkıştırmış, sık
çalılıkların
etrafından dolanarak, güneşin doğduğu yöne doğru yol alıyordu. orman
çok sessizdi. o ana kadar çalışan bir saat, bir takvim göremeyen zengin
adam, kendini elli yaşından genç hissediyordu. başına gelen korkunç
olayların tek tesellisi de
buydu. tüm yaşadıklarının kısa bir sürede son bulacağı beklentisi
içindeyken; günleri saymayı başaramamış, tünelde geçirdiği zaman
boyunca da; gün ışığından, mevsimlerden ve gerçeğe olan inancından
mahrum
kalmıştı.
kendisine
hem arkadaşlık etmesi, hem de serin havayı kendisinden uzak tutması
için; taşlardan oluşturduğu küçük çemberin içine, bulduğu kuru ağaç
dallarıyla bir ateş yaktı. hayır içmeyeceğim diyerek bavula geri
koyduğu, votka şişesini geri almış, yudumluyordu. niyeti biraz
rahatlamak
ve sakinliğini korumaktı. bileğindeki soğuk duygunun azalmamasını ateşin
zayıflığına bağlayan zengin adam, ateşe biraz daha odun attı ve
ardından içki
şişesini, daha sık dudaklarına götürmeye başladı.
geceyi bir kutlama şeklinde geçirmeye karar veren zengin adam içtikçe; benim
yerimde kim olsa aynısını yapar, hiç kimse krallığını; biraz
zevk almak için kullandığı bir kadının, dünyaya getireceği çocuğa teslim
etmez, diyordu. ayağa kalkıp yanan ateşin etrafında topallayarak dans
etmeye başladı. ateşten sıçrayan kıvılcımlar etrafta bulunan otları
tutuşturuyor fakat hemen sönüyordu. treni yakmak istediğinde de böyle
olmuştu. ormanı ateşe vermek istese de başaramayacağını düşünüyordu.
ikinci
şişeyi açmak için bavulunun yanına giden zengin adam, sırtının birden
aşırı derecede
ısındığını hissetti. aymaz bir halde, işte böyle içimiz biraz ısınsın, dedi. bileğindeki
soğuk duygudan eser kalmamış neşesi yerine gelmişti. votkayı
kafasına dikerken, ağaçların yukarıda bulunan dallarının alev aldığını
gördü ve hemen dönüp arkasına baktı. gördüğü tek şey, her yanı sarmış
alevlerdi. ağızındaki içkiyi püskürmesiyle birlikte, alevler zengin
adamın
yüzüne hücum etti ve zengin adam; bir elinde içki şişesi, ormanın
ortasında bir fitil gibi yanıyordu.
ağaçlar da bu fitili besleyen yakıt gibiydi.
çırpınamadan,
bir çığlık bile atamadan günlerce bu şekilde yandı. yangın söndükten
sonra esmeye başlayan rüzgarın getirdiği yağmur bulutları sayesinde,
üzerindeki kül ve kömürleşmiş tabaka dökülmeye başladı. tekrar vücudunu
hareket ettirmeye çalışan zengin adamın derisi çok tuhaftı. bedenini
kaplayan
şey deri değildi. bedeninin her yeri kaplumbağaların sırtında taşıdığı
kabukla kaplıydı. dumanı türen kütük parçaları arasında, yangından hiç
etkilenmemiş şekilde duran bavulunu gördü. sağ bacağını hiç bu kadar
güçsüz hissetmemişti. lanet okuyarak içki şişelerini attı. elbiseleri bu
haldeyken üzerine olmazdı ancak hepsini bu durumdan kutulurum ümidiyle
bavulda bıraktı.
gördüğü
manzara dehşet vericiydi. her yer yangın nedeniyle kömürleşen
hayvanlarla doluydu. yuvasının ağızında can çekişen bir köstebeği eline
aldı. kesik kesik soluyan hayvancağız son nefesini verdiğinde, zengin
adamın
aklında; otel yapabilmek için, sadık yardımcısının bağlantısıyla
kundaklattığı, orman arazisi vardı. önce bir yöne doğru yol almak
istemedi. sonra hiçbir şey yapmadan beklemenin ne kadar kötü olduğunu
hatırladı ve ardından bu eziyeti de atlatacağı fikri ağır bastı.
her
seferinde biraz daha gençleşerek yoluna devam etmiş olmak, adamın güç
aldığı tek gerçek olmuştu. kışın gelmesiyle birlikte havalar soğumuştu.
hava
aydınlanır aydınlanmaz yürümeye başlıyor, akşam olunca bir kuytuya
çekilip bekliyordu. düşünmenin ne demek olduğunu düşünemez olmuştu.
bacağı o kadar güçsüzleşmişti ki, bir kamlumbağa kadar hızlı
ilerleyebiliyordu. günler geçtikçe bedeninden yere düşen kabuklar,
yapaması gereken şeyi yaptığını gösteriyordu. yiyeceği biten adam,
kuru taze ayırmadan ot yemeye bile razıydı fakat çevrede yanmış
kütüklerden başka bir şey yoktu. yağan kar, yere düştükten saniyeler
sonra katran damlacıklarına dönüşerek, küllerin arasında kayboluyordu.
avuçlarında biriken kar tanelerini yalayıp açlığını bastırmak
istediğinde ise, zengin adamın midesine sadece zehir iniyordu.
bir
müddet sonra kabuklardan tamamen kutuldu. açlık nedeniyle çektiği
acıdan iki büklüm olmuş zengin adam, elbiselerini giymek için bavulunu
açtı.
içki şişelerinin hala bavulunda olduğunu görünce çok sinirlendi ve
ikisini de yine fırlarttı ama şişeler yine kırılmadı. baharın ilk günleriydi
ancak içi titriyordu. bedenini saran kabuklar sayesinde,
kışın bile bu kadar üşümemişti.
sanki
kısa süre önce sönmüş bir yanardağ krateri içinde bulunuyordu.
görebildiği kadarıyla dört yanı çok dik kayalıklarla çeviriliydi ancak olduça uzakta bir geçit varmış gibi duruyordu. o
noktaya doğru yaklaştıkça yanıp kül olan orman arazisinin son bulduğunu
gördü. yangın bu geçit noktasına kadar gelmiş fakat daha ileri gitmeden
sönmüştü. kendi yaktığı ateş yüzünden yanan orman için, hala içinde bir pişmalık kırıntısı bile
bulamıyordu. geçit biraz dardı fakat yürüyerek geçilebilirdi. agaçlık
alana kısa bir mesafe kala bir hareket gördü ve hemen yere çöktü. büyük bir ayı iki
dakikalığına göründü ve ağaçların arasına dalarak gözden kayboldu. mecbur ayıya yakalanmadan geçmeyi
deneyecekti ama, bunu nasıl yaparım, diye kara kara düşünüyordu.
rüzgarın
gideceği yönden esmeye başlamasıyla cesaretlenen zengin adam, biraz daha
yaklaştığında, geçidin ağzında bir köstebek ve bir sincabın daha dolaştığını
gördü. sincap köstebeğin kazdığı küçük çukura bir meşe palamutu atıyor,
köstebek daha sonra geri dönüp bu çukurları kapatıyordu. ikisi ormanı
yeniden canlandırmak için çalışıyordu. zengin adam çalışmaktan bıktığı
için, tamam işte ne güzel sorunu çözüyorlar, diyerek, yanlarından geçip
gitmek istedi ama birden karşısında kucağında meyvelerle beliren ayıyı
görünce kendini yere attı ve ölü taklidi yapmaya başladı.
köstebek,
sincap ve ayı zengin adamın yanına geldiler. ayı burnuyla adamı yerde
yuvarlıyor, sincap ve körtebek üzerinde zıplıyordu. buna daha fazla
dayanamayan zengin adam, ani hareketler yapmadan ayağa kalktı; yapmam
gerekeni
biliyorum, size yardım edeceğim, dedi ve ayının getirdiği meyvelere
yavaş yavaş yaklaştı. taze sulu meyvelerle karnını doyurduktan sonra işe
koyuldu. ayı ile meşe
ağaçlarını silkeleyip palamutları düşürüyor, meyve ağaçlarından
topladığı meyvelerle yemek işini çözüyordu. zengin adam işin durumuna
göre kah
meşe palamutu ve meyve taşıyor, kah çukur kazıyor veya kapatıyordu.
yedikleri meyvelerin çekirdeklerini de toprağa ekerek, yüzlerce dönüm
arazinin tekrar ağaçlanması için çalışıyorlardı.
zengin
adam işin büyüklüğü nedeniyle, geçitten uzaklaşmış olmayı fırsat
bilerek, birkaç kez kaçma girişiminde bulundu; ancak, hem çalışkan bir
işçi, hem de çok akıllı bir çavuş olan ayı, buna izin vermedi. zaman
ilerledikçe kendilerine başka hayvanlar da katıldı ve ağaçlandırma işi
hız kazandı.
nihayet
orman, küllerin arasında filizlenen yeni sürgünlerle canlanmaya
başlamıştı. o kadar hızlı büyüdüler ki, sanki birkaç hafta içinde orman
eski haline dönüvermişti. mevsimin yaza dönmesiyle birlikte, siyah
manzara ortadan kaybolmuştu. ortadan kaybolan sadece siyah manzara
değildi. köstebek, sincap, ayı ve diğer hayvanlar da görünmez olmuştu. ormanda yoluna
devam eden zengin adam, hayvanların çıkardığını düşündüğü sesleri
duyuyor fakat hiçbirini göremiyordu. yine böyle bir sese kulak kesildi,
hangi canlıya ait olduğunu tahmin etmeye çalışırken, duyduğu sesin bir
akarsudan gelmekte olduğunu anladı.
akarsuyu
takip ederek bir yere varmayı umuyordu. bazen akarsu boyunca, bazen
ormanın içine dalarak, eski bir sandala rast gelene kadar su boyunca
yürüdü. bacağı biraz daha iyi durumdaydı. kürekleri kullanarak sadece
sandala yön veriyor, neredeyse hiç yorulmuyordu. güneş batmak üzereyken su geniş bir
alana yayıldı ve sandal durma noktasına geldi. sandalın içinde dikilen
zengin adam, ileride ağaçların git gide azaldığını gördü. az ilerideki ahşap iskelenin
bulunduğu arazi göz alabildiğine düzlüktü. küleklere asılarak o yöne
doğru gitti.
iskeleye
çıkabilmek için sandalı yanaştırdı. bavulunu aldı, ayağa kalkı fakat
sandal sarsılarak iskeleden uzaklaştı. elindeki bavulu sandalın içine
düşürmüş, kendini suya düşmekten zar zor kurtarabilmişti. arkasını dönüp
bakan zengin adamı iskelede karşılayan kişi, kendisini zorla trene bindirten
makinistti. oldukça zinde görünen adamın üzerinde golf oynarken giydiği
kıyafet ve bir elinde golf sopası vardı. tekrar sandaldan inmek
istediyse de golf sopasını omuzunun üzerinde tutan adam, ayağıyla kayığı
geri ittirdi. golf sopasıyla bavulu işaret ederek yine ver diyordu. adam
bavulu açtı. meyve ve mantarların arasında duran içki şişelerini
gördüğüne şaşırmadı. içkileri eline aldı ve güçlükle iskeleye çıktı.
önce votkayı uzattı. elinde, golf sopasıyla parçalanan şişenin sadece
boğazı kalmıştı. artık canına tak eden zengin adam, diğer elindeki şarap
şişesini suya fırlattı ve hışımla golf sopalı adamın boğazına sarılmak
için ileri atıldı.
bir
katırın sırtındaki yem çuvalı gibiydi. kanayan ve zonklayan başı golf
arabasından sarkmış, bir eli de ara ara çimlere değiyordu. direkisyodaki
adam gof sopasını bırakmış, güzel şarabı kafasına dikiyordu. doğrulmak
istedi ancak sırtı ve omuzları berbat durumdaydı. çok kötü dayak
yemişti.
golf
sopasıyla arabadan aşağı ittirilip atılan adam, muhteşem bir şatoya
doğru ilerleyen golf arabasının arkasından bakakalmıştı. eliye omzunu
tutarak etrafa baktı. birkaç çim biçme makinası ve bahçe bakım
aletleriyle dolu, daire şeklindeki bir bungalovun önünde oturuyordu.
görebildiği kadarıyla tatlı suyla çevrilmiş bir adacıktaydı. golf
arabası yaklaşırken şatonun kapısı açıldı. kapının önüne çıkan bir uşak,
içeriye giren adamı yere kapanırcasına selamladı. bungalova giren zengin adam
üzerinde saman bulunan bulunan bir sedirin üzerine uzandı. gece olmuştu.
bir an önce uyumak isteyen zengin adam havanın neden tam kararmadığı merak
ederek tekrar dışarı çıktı. kocaman olmuş ay gökyüzünde parlıyordu. en
son insanlar aşağıda hastalıktan kırılırken, gökdeleninde verdiği
partide, terasa çıkıp bakmıştı böyle bir gökyüzüne.
ertesi
gün ayağa kalkıp sandala geri dönmeyi düşünen zengin adam, bu gücü kendinde
bulamadı. üçüncü günün sonunda zar zor kendine gelebilmiş, gitmek için
gece olmasını beklemişti. ay ışığında gideceği yere rahat
ulaşabileceğini hesap ediyordu. bungalovda bulunan aletlerden birin
sapını söküp yanına aldı. yürürken hem ondan destek alacaktı, hem de
golf sopalı adam yine karşısına çıkarsa tüm gücüyle karşılık verecekti.
bulunduğu yerden yüz metre uzaklaşmamıştı ki bir patlama sesleriyle
birlikte ortalık birden gündüz gibi oluverdi. kendini gizlice gözetleyen
nöbetçilerin, kaçmasına engel olmak havaya aydınlatma fişeyi attıklarını
düşündü bir an. ancak patlamalar birbirini izliyor, etrafa bir şenlik
havası veriyordu.
zengin adam geri dönüp şatonun
kapısına varana kadar havayi fişek gösterisi devam etti. eğlenirken
kendinden geçen insaların sesi dışarıya kadar geliyordu. dans ettikleri
müzik harikaydı. bu zamana kadar hiç böylesi olmamıştı. içeride bildiği,
yaşadığı, vazgeçemediği bir hayat vardı. elindeki sopayla kapıyı
dövmeye başladı. o kadar hızlı vuruyordu ki müziğin kesildiğini bir süre
fark edemedi. yavaşça açılan kapıdan önce limuzindeki köpek çıktı ve
hemen oraya oturdu. ardından uşak, üzerinde; pantolonu dizlerine,
ceketi kollarına kadar yanmış bir kıyafet ile ve ağzının, burnunun
etrafı simsiyah olmuş bir şekilde, gelerek köpeğin yanına durdu. içinde
bir şişe içki olan tepsiyi
iki eliyle tutuyor ve çok tuhaf bakıyordu. karşısında bir insan değil
sanki bir makina duruyordu.
biraz daha yaklaşarak yakından baktığı uşak, zengin adamın sadık
yardımcısından başkası değildi. uşağın yanına gitmek istediğinde ise köpek
ayağa kalktı. uşak elinde tuttuğu tepsiyi öne doğru eğip şişeyi
yere attı. yuvarlanan votka şişesi zengin adamın elinde tuttuğu sopaya çarparak
durdu. bir hamlede olduğu yerede dönen uşak, şatoya geri döndü. köpek de bir
süre bekledikten sonra içeri girdi ve kapı kapandı. ardından takrar
müzik başladı ve insanların neşeli çığlıklarıyla parti kaldığı yerden
devam etti.
morali
çok bozulan zengin adam şişeyi kapıya çarptı. kaçış planını uygulamak üzere
kapıdan birkaç atım uzaklaştıktan sonra aniden durdu ve arkasına baktı. içki
şişesi kırılmamıştı. dönüp şişeyi aldıktan sonra koşar adım şatodan
uzaklaştı. canını sıkan şatafatın sesini duyamayacağı kadar
uzağa gitmek istiyordu. ne tarafa gideceğini bilmeyen öfkeli adamın
karşısına su birden çıkıverdi. şato artık görünmüyordu. ancak az da olsa
sesleri duyuyor, ara sıra patlayan havayi fişekler hala sinirlenmesine neden
oluyordu. kıyı boyunca sandalı veya başka bir çıkış yolu bulana kadar
hiç durmadan yürüyecekti.
iskele
parçalanmış kayık da batmıştı. bavuldaki mevyaların bir kısmı suyun
üzerindeydi ve ay ışığında parlıyordu. yenilebilecek gibi olanları yanına aldı.
ertesi gün öğlene doğru bitkin bir vaziyette başladığı yere geri
dönmekte olduğunu gördü. ada etrafında tam bir tur atmıştı. yüzerek
ayrılmayı deneyecekti fakat çok yorulmuştu. saman serili sedirine uzanıp
dinlenmeye karar verdi. adadan ayrılmak için en uygun yer, yine
iskelenin olduğu yerdi. suya batmamasına yardımcı olacak bir şey bulacak
sonra kolayca karşıya geçecekti.
hava
kararmaya yakın şatoda parti yeniden başladı. müzik bu gece daha
kışkırtıcıydı. çılgın eğlencenin dışında tutulan zengin
adam, içeride kimlerin olduğunu, nasıl eğlendiklerini merak etmeyi
bıraktı. o artık istenmeyen insaların tarafındaydı. patatesten üretilmiş
votkası gerçekten berbattı ama yıldırım gibi de çarpıyordu. ormandaki
ağaçlardan topladığı meyveleri meze yaptı.
bahçe
bakım aletlerinin saplarının hepsini söktü ve iple sıkıca bağladı.
kendisini suyun üzerinde tutacak küçük bir kütük çıkmıştı ortaya. ağır
değildi fakat suya olan mesafe nedeniyle taşıması yorucu olacaktı. güç
kaybetmemek için bazen kütüğü yuvarlıyor, mecbur kalınca da taşıyordu.
parçalanan iskelenin yanında biraz dinlendikten sonra kütüğü suya attı.
kütük suyun üzerinde durmakla kalmıyor ayrıca güven veriyordu.
üzerindekileri çıkarmaya gerek duymadan zengin adam da suya girdi. kütüğü bir
koluyla sardıktan sonra diğer eliyle kulaç atmaya, ayalaklarını çıpmaya
başladı. akıntı yok denecek kadar azdı ve gayet iyi gidiyordu.
suyun
ortasına geldiğinde, bir şey yaptığı kütüğü suyun altına çekiverdi. zengin
adam suya batmamak için büyük çaba harcıyordu. derken kütüğü oluşturan
parçalar dağılmış bir şekilde tekrar suyun üzerine çıktı. zengin adam tahta
parçalarından yakalayabildiklerini tekrar bir araya getirmek isterken
daha da yorulduğunu hissetti. geri dönemezdi. karşıya varmaya da gücü
yetmezdi. suya batıyordu. bilinci kapanırken umarım ölüyorumdur dedi.
ıslık
sesiyle kendine gelen adam, dev gibi bir timsahın çeneleri arasındaydı.
timsah adamı tam ortasından hafifçe kavramıştı ancak dişlerinin uçları
bedeninde yaralar açmıştı. timsah, golf sopalı adamın önüne gelince
çenesini açtı ve adamı çimlerin üzerine bıraktı. vücudunda onlarca delik
olan zengin adam yine golf arabasından sarkmış vaziyette geri
gidiyordu. bu
sefer elleri, yaklaşık bir karış uzunluğundaki çimlere değiyordu.
bungalovun önünde duran araçtan yine golf sopasının ucuyla itilen adam;
golf sopalı adamın iri güneş gözlüklerinin camında, ay ışığıyla
aydınlanan yüzünü bitik bir
durumda görüyordu.
güneş gözlüklü adam
golf sopasını kaldırdı ve ileride bir noktayı işaret etti. güçlükle
doğrulan zengin adam, kıyıdaki yeni iskelenin ve oldukça uzakta duran bir teknenin ışıklarını
gördü ama hiç bir şey anlamadı. güneş gözlüklü adam golf sopasıyla çimlerin üzerindeki
hayali bir topa vurduktan sonra, tekrar tekneyi işaret etti. zengin adam yine bir şey
anlamamıştı. golf sopasını birkaç kez daha çimlere savuran adam
arabasına binerek şatoya doğru gitti. suyun üzerindeki tekneye bakan
zengin adam, teknenin iskeleye doğru biraz yaklaşmış olduğunu gördü.
bungalova
girdikten sonra yapması gerekenin ne olduğunu anlamıştı. çim biçme
makinaların yanında beliren benzin bidonları her şeyi açıklıyordu. votkası
hiç içilmemiş gibi, samandan yapılma döşeğinin üzerindeydi. meyvesi de
vardı. aynı saatte başlayan eğlencenin dozu bir tık daha artmıştı. bu
duruma katlanmak zoruna gidiyordu ancak, buradan gitmek istiyorsa, kendisinden isteneni mecbur
yapmaktan başka çaresi olmadığını da biliyordu.
bastona
veya koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. bir gözü çim biçme makinasının
gittiği yerde, diğeri iskelenin açıklarında duran teknedeydi. sabahın
köründen beri çim biçiyordu fakat teknede en ufak bir kımıldama
olmamıştı. golf sopasıyla biçseydim, tekne şimdi şatonun tepesinde
olurdu, dedi ve yüksek sesle sövdü. eğer akşama doğru tekne kıyıya doğru
biraz yaklaşmamış olsadı, trende duyduğu karamsarlığa kapılacaktı ve yine isyan edecekti.
koca
yaz bitmişti ama tekne hala iskelenin epey uzağındaydı. çılgınca
eğlenen insanların sesleri ve havayi fişek gösterileriyle kendisine
işkence yapılmış, bu da yetmezmiş gibi, sabah akşam çalışması
karşılığında alacağı vaad edilen şeyi alamamıştı. klişeleri
katlanılabilir bulması için, en sonunda kazananın hep kendisi olması
gerekiyordu. şatodaki adam olamadığı için kendinden nefret ediyordu.
git gide gençleştiğini hatırlayarak sabır etmeye karar verdi.
üç
gündür aralıksız yağan yağmur, kış mevsiminin yaklaştığını haber
veriyordu. içkinin dibine vuran zengin adamın canı zaten hiç çalışmak
istemiyordu. gözlerini kapatıp yağmurun sesini dinleyen zengin adam, en son
helikopter sesini gökdeleninden ayrılırken duymuştu. şatodan havalanan
helikopter iki dakika sonra görünmez oldu. zengin adam yağmura aldırmadan
şatoya doğru yürüdü. açık kapıdan içeri girdiğinde, orkestranın
bulunduğu yer dışından her yer darmadağındı. konfetiler, şampanya
şişeleri, etrafa saçılmış yiyecekler, kırılmış bardaklarla ortam terk
edilmiş gibiydi. odalarda dolaşan zengin adam kandırıldığını düşünüyordu. kim
bilir ne kadar kalacaktı burada. en son çıktığı kuleden, dışarıya bir göz
attı. havanın kapalı olması ve yağış nedeniyle pek bir şey
görünmüyordu. ancak iskeleye dikkatlice baktığında, kıyıda duran şeyin
tekne değil hatırı sayılır büyüklükte bir yat olduğunu gördü. emin olmak
için bir süre dikkatlice bakan zengin adam, yanıma ne alabilirim diye düşündü. sonra yat
hala iskelede duruyor mu diye tekrar dışarı baktı.
şatoda
bulunan diğer insanların yata binip iskeleden ayrılacağı korkusuyla
koşar adım geldiği yatta hiç kimse yoktu. bir zamanlar sahibi olduğu dev yat
kadar olmasa da oldukça lüks bit yattı. usta kaptanlarla dünya turuna
çıktığı sırada yat nasıl kullanılır öğrenmişti. hemen motorları
çalıştırdı. çöken sise rağmen adadan ayrılmak istiyordu. bir süre yol
alacak, istikamet alacağı bir kıyıya ulaşamazsa da demir atıp açıkta
bekleyecekti. sis görüşü sıfıra indirene kadar bir yer bulamayan zengin adam demir attı.
yat
gerçekten de mükemmel durumdaydı. dolaplar yiyecek ve içecekle doluydu.
bira bile vardı. çeşit çeşit güzel kıyafetler, hatta olta takımları, dalış
tüpleri ne ararsan vardı. o uğursuz şarabı görene kadar kendini harika
hissetmişti. morali bozulmasına rağmen bulduğu kaptan kıyafetlerini
giydi. şapkasını ve güneş gözlüğünü taktı. aynanın karşına geçtiğinde
golf sopalı adamı görür gibi oldu. içinden acaba beni bu dünyadaki
gücüne, saltanatına ortak eder mi, dedi. birlikte takılabilirlerdi. sadık
yardımcısının, koruma müdürünün başına gelenler benim de başıma
gelebilir dedikten sonra gözlüğü çıkarıp, şarap şişesiyle birlikte
denize attı.
kış
gelmiş, dalgalar yükselmişti. sis kene gibi üzerine yapışmıştı sanki.
çekinerek içtiği ilk kutudan sonra favori içkisi bira olmuştu. günlerce
balık tutmaya çalışmıştı. oltasına gelenler, balıktan çok her şeye
benziyordu. yiyecek stoğu tükenirken, içki dolabı gözüne hep dolu
görünüyordu. motorları birkaç kez çalıştırıp sisin ortasında körleme
gitmeyi denedi. etrafında su ve sisten başka bir şey yoktu. yakınlarda
bir kıyı varsa bile yanından geçmiş gitmiş olabilirdi.
dalgalar
bir kaç kez tekneyi alabora edecek kadar yükseldi fakat korktuğu şey
başına gelmemişti. son yiyeceğini yemesinin üzerinden haftalar
geçmişti.
bira ile karını daha fazla doyuramayacağını düşünen zengin adam, içme
suyuna fazla dokunmamıştı. oltaların hepsini suya atan zengin adamın
umudu, balığa benzeyen bir
balıktı. sudan çıkan yaratıklar çok çok anormaldi. bir tanesini
parçalayıp yem yapmak istedinde, elleri yara olmuştu. balıkları bu hale
getiren şeyin ne olduğunu adı gibi bilmesine rağmen, bunu hiç
düşünmemeye
çalışıyor, iyi durumda olan balıkları yakalayarak karnını doyurmanın
hayalini kuruyordu.
yine
dalgalar yükselmiş, hafiften kar serpiştirmeye başlamıştı. oltaları
kontrol etmek için dışarı çıkan zengin adam, oltanın birinde hareket
gördü. bu
şimdiye kadar karşısına çıkan en inatçı yaratıktı. epey uğraştıktan
sonra çektiği şeyin bir yaratık değil gayet temiz ve sağlıklı bir balık
olduğunu gördü. on kilo civarındaki balığı eli hiç yakışmasa
bile güzelce temizledi. pişirirken bulamaca dönen balığı yine de
afiyetle yemek istiyordu. çünkü bira bitmek üzereydi ve sisin dağılmaya
hiç niyeti yoktu.
yaklaşık
on gün boyunca tadı her şeye benzeyen balığı, sırf daha iyisini
yakalayamadığı için yedi. son lokmayı da ağzına atıp zorla yuttuktan
sonra nihayet bitti de kurtuldum dedi. yemek yedikten sonra uykusu
geliyor, kafasını kaldıracak hali kalmıyordu.
yemekten sonra uyumuş, uyandığında
yine kendini hiç dinlenmiş gibi hissedememişti. gözünü açar açmaz canı bira
çeken zengin adam, bira içmek istemiyordu. üzerindeki uyuşukluğu dağıtmak
isterken, ellerini saçının arasına soktu, parmaklarını sakallarının
arasında gezdirdi. saçı sakalı patır patır kucağına döküldü. fırlayıp
aynanın karşısına geçen zengin adamın yüzündeki organlar yamulup kaymaya, yer
değiştirmeye başlamıştı.
nasıl
iğrenç bir yaratığa dönüşeceğini düşününce aklı yerinden çıkacakmış gibi oldu. aynada gördüğü
değişimin beyninde yarattığı korku dalgalarıyla boğuşurken, sisin
dağıldığını çok sonra fark edebilmişti. güneş açmıştı ve hava çok güzeldi.
artık denizin ortasında olduğuna emindi. karaya ne kadar yakın olduğunu bilmesi
ise neredeyse imkansızdı. çapa çok uzun zaman önce kopmuştu. sağa sola sallanan, eğilip
kalkan oltaların hepsini denize attı. motorları çalıştırarak gaz verdi.
ne tarafa gideceğinden emin olamıyor, suyun ortasında daireler
çiziyordu. yarım yol gaz verip yatın dümenini sabitledi.
sürekli
gençleşiyor olması zengin adamın tek mutluluk kaynağıydı. şimdi tanınmaz hale
gelmeye başlayan yüzü, deforme olmaya başlayan bedeni, kendine, sonuna mı
geldim, sorusunu sormasına neden oluyordu. bu da geçecek, dedi kendine
ama nasıl ve ne zaman.
tekrar
votkaya başlamıştı. gözlükten kurtulduğuna sevinen zengin adamın
gözleri artık her şeyi birbirine girmiş şekilde görüyordu. eğilip
bükülen
parmaklarıyla içki şişesini zor tutuyordu. yakında elleri de iş görmez
hale
gelecekti. virüs sana bulaşmadı, o zaten hep içinde ve seninleydi, ne
zaman başardın, içine edilmiş bir durumda da olsa, dünyanın tek hakimi
oldun, işte o zaman virüs seni ele geçirdi; ve şimdi seninle işi
bitti, bugüne kadar herkese yaptığın şeyi sana yapıyor, diyordu.
gün
geçtikçe kötüye giden zengin adam, akordeon gibi açılıp katlanıyordu. artık
sona geldim dediği anda, martıların sesini duydu. yat cennet gibi bir
kumsala doğru yol alıyordu ancak zengin adam buna sevinecek bir durumda
değildi. en iyi bildiği işi yapmak için yine içki dolabına yöneldi. o uğursuz şarabı tekrar dolapta görünce,
önce gözlerini tamamen kaybettiğini düşündü. ardından, bir sen eksiktin,
dedi ve şarabı alarak güverteye çıktı. şarabı, tüm organlarından arta
kalanları kullanarak, vücudunun her santimini şekilden şekile sokarak
açtı. ilk yudumunu alırken tekne harika bir kumsala çıktmıştı. ayak basmam artık neye
yarar dedi ve şarabı üzüntüyle içmeye devam etti.
lanetli şarabı içtiği için tekrar bilincini kaybetmesi sürpriz olmamıştı. sırtına
yine inanılmaz bir sıcak vuruyordu. yoksa hala ormanda yanıyor muyum
diye mırıldanırken, açık ve yamuk şekilde duran ağızına tuzlu suyla
karışık deniz kumu girip çıkıyordu. gözlerini açtığında; sövdüğü şarap
şişesinin de, boş bir şekilde suyla gidip geldiğini gördü. şarabın dibini
görebilmişti sonunda ve hala net görebiliyordu. aniden, dört ayağının üzerine
düşmeye çalışan bir kedi gibi, havaya fırlayıp oturdu. bacağı dışında
bedeninin her tarafı çok iyi görünüyordu. saçları yerindeydi. sakalı
uzamıştı.
zengin adam
sevinçten dans ederken, dalgalar yatı kumsaldan uzaklaştırmaya
başlamıştı. nereye geldiğinden emin olmayan zengin adam kendini toparlayıp suya
atladı. neyse ki yetişip güverteye çıkabilmişti. motorları çalıştırdı
ve sahilinden fazla uzaklaşmayarak kıyı boyunca ilerledi. tropik bir
bölgede olduğu belliydi. bir iskele bulamadığı için, çapasız yatı
denizde bırakıp karaya çıkamadığı gibi, tekrar denizde kaybolmamak için
dümeni de bırakamıyordu. kıyı şeridini gözden kaybetmeden, resiflere
dikkat ederek yol almaya devam etti.
yakıtı
bitmek üzere olan yatı, uygun görünen bir kumsala doğru sürdü ve yatın
burnunu kıyıya çıkardı. yakındaki güçlü bir palmiye ağacına, eline geçen tüm
halatlarla sıkıca bağladı. birkaç hafta yatta kaldıktan sonra sahilden
uzaklaşıp, kıyıdan içerlere doğru yürüyüşler yapmaya başladı. topladığı
meyvelerle karnını doyuruyor, yediği balık yüzünden başına gelenleri
hatırladıkça, şimdiki haline bakıp derin bir nefes alıyordu. vücudu
zımba gidi olmuştu. yine gençleştiğini görüyor, hissediyor, yaşadığı kötü
şeyleri; kaybettiğine en çok üzüldüğü şeyin kendisine geri verilmesi
nedeniyle çabuk atlatıyordu.
fırtına
mevsimin yaklaştığını tahmin eden zengin adam, yatı bağladığı halatlara, elde kalan
son malzemelerle takviye yaptı. tatlı su kaynağı vardı ve meyve boldu.
kaptanın şapkasını takmıştı. elinde de kaptanın şık bastonu vardı.
palmiye yaprakları ve bambulardan yaprığı kulübede keyif çatıyordu.
elinde kalan içkiyi yavaş içiyor, sarhoş olmamaya dikkat ediyordu.
denizden çıkacak olan şeylere karşı bir korku oluştuğu için denize
sadece yüzmek ve temizlenmek için giriyordu.
şiddetli
iki fırtına atlatan yat, üçünsünde yana yatarak su almıştı. hayatı
boyunca daha daha daha diyen zengin adam, burada yaşamaya razı olmuştu. içinde
biraz yakıtı bulunan yata bakıp, istersem buradan giderim ama gitmiyorum,
çünkü burayı seviyorum, diyordu. aslında değişen pek bir şey olmamıştı.
yattan kendisine lazım olabilecek şeyleri zaten kumsala taşımıştı. yatı
sahilde tutan halatları kesti. yat kıyıya vuran dalgalar nedeniyle biraz
daha sulara gömüldü ama tamamen gözden kaybolmadı.
denizde
yolculuk imkanını kaybeden zengin adamın aklına; gitmek, artık daha çok gelmeye
başlamıştı. kıyadan içeri yaptığı yürüyüşler kısa sürüyordu. çünkü
dağlar hemen yükseliyordu ve çok dikti. bu yüzden sahil boyunca gidip
gelmeye başladı. kayda değer bir şeye rastlayamayan zengin adam, artık geri
dönmüyordu. gerekli gördüğü malzemelerden taşıyabileceği kadarını bir
çantaya doldurarak yanına almıştı. yiyecek ve su sıkıntısı çekmediği
için günlerce bu şekilde yürüdü.
haftalar
sonra vardığı küçük sahil kasabasında kimseleri bulamıştı. çoğu evin
çatısı
uçmuş, kalanlar da tamamen yıkılıp gitmişti. gördüğüne sevindiği tek şey
dağlara doğru uzanan bir yoldu. binaların arasında gezinirken bulduğu
motorsiklet çalışır durumdaydı fakat tekerin jantı yamulmuş ve
kullanılamaz haldeydi. arabalar da deniz havası nedeniyle çürüyüp
gitmişti. karşısına çıkan
kayık ve küçük teknelerin durumuyla yakından ilgilenmiyor ama yerlerini
ezberlemeye çalışıyordu. sonunda kasabadaki bisiklet tamircisin
atölyesini buldu. motorsiklete uygun bir teker bulamayan zengin adam,
sağlam durumda olan en iyi bisikleti altı. çantasına birkaç yama ve bir
pompa koydu. hava kararmadan önce berber dükkanından arta kalanlarla
saçına sakalına
bakım yaptı. kasabanın çıkışındaki otobüs durağında geceyi geçirecek,
sabah yola düşecekti.
sabahın güneş doğmadan yola çıktı. bir saat geçmeden yol
yokuşa sardı. bir yandan yürüyor, bir yandan bisikleti itiyordu. çanta
da cabasıydı. sahilde geçirdiği zamanları sıkıcı bulurken, golf sopalı adamın karşısına tekrar çıkmasını hiç istemiyordu.
yokuşun bittiği tepelerden bisikletiyle aşağı ineceği anı düşünmeye
çalışarak, yorgunluğunu azaltma derdindeydi.
günler
geceler geçiyor yokuş bitmiyordu. yukarılara çıktıkça hava
serinlemişti. ayakları şişmiş, tabanları yara olmuştu. bu zorlu yürüşün
eğlenceli hiçbir yanı yoktu. küçük inişlerde bisiklete binen zengin adam kısa
süre sonra karşısında daha dik bir yokuş buluyordu. neredeyse golf
sopalı adamın gelip başını tekrar belaya sokmasını, acı çektirmesini
isteyecekti.
uzun bir süre sonra nihayet zirveye varabilmişti. iki gündür su içmemişti.
sürekli meyve yemekten dili tad almaz durumdaydı. oldukça virajlı olan
iniş sırasında çok dikkatli olmak zorundaydı. yoksa kendini yüzlerce
metrelik uçurumlardan düşerken bulabilirdi. pek çok kez ölmeyi deneyen
ama başaramayan zengin adam; böyle korkunç bir duruma düşmekten, yine bu
korkunç durumdan tek başına kurtulmak zorunda kalacağı için korkuyordu.
iniş
beklediğinden de zor geçiyordu. sürekli fren yapmak zorunda kaldığı
için fren pabuçları hızla aşınıyordu. en tepedeyken aşağıya baktığında
pek bir şey görmemişti. ne bulacağına, ne bulmak istediğine dair
kafasında net bir düşünce yoktu. şatoda eğlenen insanların sesini duymuştu. şu
an neredeydiler. bu defa yanlarına yaklaşabilir, tanışabilir miydi
bilmiyordu.
sıradaki
mevsim sonbahar mıydı yoksa ilkbahar mıydı emin değildi. karşısında
duran düzlüğe varabilmesi için önünde bir iniş kalmıştı. son yokuşu
inerken duracak kadar yavaşlaması gereken bir dönüş vardı. eğer hızını
iyi ayarlayamazsa tahmini beşyüz metre aşağı düşecekti ama nereye
düşecekti.
frenleri
çok sıkmadan mümkün olduğunca dengeli gidiyordu. çok hızladığını
hissetiğinde yavaşlamak için ayaklarını yola sürtüyor, frenlere çok
yüklenmeden işini garantiye almaya çalışıyordu. rahatlamak için viraja
kalan mesafenin bir an önce bitmesini isteyen zengin adam; ayaklarını pedala koydu.
son metreleri fren yaparak geçebileceğinden artık emindi.
fren
pabuçlarındaki plastiğin tükenip sıyrılmasıyla birlikte, tekerin
jantına değen metal kısımdan kıvılcımlar ve kulakları tırmalayan bir ses
çıkmaya başladı. ayaklarını koyup durmayı denerken başarısız olan zengin adam,
bisikleti yatırırıp kendini yol kenarına atma fıtsatını da kaçırmıştı. uçurumdan aşağı düşerken bisikletin
gidonunu bırakamıyordu. elinden gelse seleye oturarak pedal çevirmeye
devam edecekti. tek isteği bir şeylere tutunmak ve düşmemekti. hayatı
boyunca zirvede olmaktan başka bir şeyden zevk alamamıştı. hep zirvede
ve tek olacaktı. şimdi düşerken yalnız olmamak için bisikletten ayrılmak
istemiyordu.
kesik
kesik nefes alarak gözlerini açan zengin adam, doğrulmaya çalıyordu. sol
yanında oturan sadık yardımcısı, masmavi gözleriyle zengin adamın
gözlerinin içine bakarak, omuzlarına hafifçe bastırdı ve tekrar
uzanmasını sağladı. boğazına irice bir pilastik bir boru sokulmuş, kolunda serum iğnesi olan
zengin adam; korkudan kocaman olmuş gözleriyle, sadık yardımcısın
gözlerine bir daha baktı. sağ yanında oturan doktoru hatırlayamadı, çünkü
ilk kez görmüştü. yükseklik korkusundan benzi sararmış doktor kusmamak
için kendini zor tutuyor gibiydi. etrafında gördüğü her şeyin rengi
yerli yerindeydi ama gözlükleri gözünde olmadığı için iyi göremiyordu. siyah beyaz dünyadan eser kalmamıştı. bir şeyler
söylemeye çalışacaktı ama helikopterin sesi başını döndürüyordu.
sadık
yardımcısı, zengin adamın çok gergin olduğunu anladı ve rahatlamasını
sağlamak için kulağına doğru eğildi. biraz bağırarak, ateşinin düştüğünü,
cigerlerinin virüsün olumsuz etkisiden büyük ölçüde kurtulduğunu, her
şeyin yolunda gittiğini, söyledi. ardından ayak ucunda oturan koruma
müdürü, ne olduğunu anlamaya çalışan zengin adamına doğru eğilerek,
kalede bir güvenlik sorunu oluştuğunu, doktorların onay vermesinden
sonra yedek planı devreye soktuklarını, bir dağın zirvesinde bulunan
askeri bir sığınağa nakledildiğini bağırarak, söyledi.
koruma
müdürünün gözlerine dikatlice bakan zengin adam, gördüklerine
inanamıyordu. virüs yüzünden geçirdiği havale sonucu hayaller görmüş
olabilir miydi. kimsenin kendine bakmadığı bir an, bacaklarını dümdüz
uzattı ve topuklarını birleştirdi. her şey yolunda görünüyordu.
zengin adam, bir elinin işaret ve baş parmağıyla yuvarlak yaparak, elini
bir gözüne götürdü. sadık yardımcısı özür dileyerek, cebinden gözlüğü
çıkardı ve zengin adamın gözlerine taktı. yaşlanmadan dolayı ellerinin
üzerinde beliren lekeleri tekrar gören zengin adam, daha çok oksijene ihtiyacım
var, diyordu.
sadık
yardımcısı, her zaman ki itaatkar duruşuyla yanı başındaydı. koruma
müdürünün kulakları sağlam, ağzı burnu yerindeydi. yanında bostan
korkuluğu gibi duran doktorun, kendini kötü hissetmemek için başını
çevirdiği pencereden; renk renk harika manzaralar ilişiyordu gözüne.
başına geldiğini düşündüğü şeyleri, hissettiklerini asla kimseye
anlatmayacaktı. sesini katılaştırarak işlerle ilgili sorular sormak
istiyordu fakat ciğerlerine kadar uzanan boru; vermek istediği mesaja, tatmak
istediği tahakküm duygusuna engel oluyordu. ne kadar zamandır böyle
olduğunu öğrenmek ilk isteklerinden biri olacaktı.
bir
saattir uçuyorlardı. beynine saldıran düşünceler nedeniyle zengin
adamın gözleri ağırlaşmıştı. kesinlikle kendinden geçmek, uyumak
istemiyordu. bir an önce sığınağa varmak ve eski günlerine geri dönmek
istiyordu. midesi kazınan, damağı kuruyan adam huysuzlanmaya başlamıştı.
koruma müdürüne elleriyle işaret ederek saat kaç diye sordu. koruma
müdürü sağ elinin işaret ve orta parmağıyla iki yaptıktan sonra orta
parmağını katladı ve işaret parmanın ortasına baş pamağının ucuyla iki
kez dokundu.
zengin
adam gözlerini birkaç saniye kapattı. iki buçuk. saat iki buçuk dedi ve
ardından gözlerini fal taşı gibi açtı. hemen koruma müdürün
parmalarıına
baktı. bir daha bir daha baktı. yüzüğü parmağında değildi. ardından
sadık yardımcısını süzdü. gözleri helikopterde bulunanların yüzleri
arasında gidip geldi. endişe içinde bekdiği tepki kimseden gelmiyordu.
sadık yardımcısına, çekinerek eliyle yaklaşmasını istedi. ardından yine
eliyle, önce kendi omuzunun üzerine vurdu ve zafer işareti yaptığı
parmaklarını, pilot koltuğu ile gözlerinin arasına götürüp getirdi.
sadık yardımcısı bir dakika efendim, dedikten sonra, pilot
koltuğuna doğru başını uzattı ve gülümseyerek oturmaya devam etti.
bir
dakika geçmişti. bir dakika değil, sanki bir asır geçmişti. bir
açıklama bekleyen
zengin adama, hiç bir şey söylenmiyordu. sanki az önce helikopterin
pilotuyla ilgili bir şeyler anlatmaya çalışmamıştı. uzandığı sedyeden
başını pilot kabinine doğru çevirirken, pilot
da başını zengin adama bakmak için çevirmeye başlamıştı.
kaosun
içinden kurtulduğuna inamasına ramak kalmıştı. birkaç dakika içinde,
yok olmak üzere olan son şüphe kırıntıları, tekrar kafasına balyoz gibi
inen dev soru işaretlerine dönüşmüş; ve ruhu, o soğuk elin içinde bir
taş gibi ufalanıp, toz haline geldikten sonra parmaklar arasından yere
dökülmüştü. top sakal bırakan pilotun gözlüklerinde, bu sefer kendini
parçalarına ayrılırken gördü. pilot, koruma müdürünün yüzüğünü taktığı
eliyle dışarıyı işaret etti. açılan kapı ile içeriye giren şiddetli
rüzgara doğru başını çeviren zengin adam; sadık yardımcısını yarısı yanmış uşak
kıyafetleri içinde, kazık yutmuş gibi başında dikilirken buldu. sağ yanında
üzerine doktor önlüğü giydirilmiş samandan bir korkuluk vardı. bu
sırada koruma müdürü, oyulmuş gözlerindeki karanlığa daha yakından
bakabilmesi için, parçalanmış suratını zengin adamın yüzüne doğru
yaklaştırıyordu.
kaşla
göz arasında çöp poşeti gibi atılmıştı helikopterden. sımsıkı tuttuğu
bisiklet gitmişti. samandan yapılma doktor ile, el ele vermiş bir
şekilde yere çakılmak üzereydiler. yaklaşmakta oldukları bir nokta
dışında her şey rengini yitiriyordu. siyah beyaz bir resmin ortasındaki,
küçük sarı bir noktaya doğru hızla düşüyorlardı. birkaç saniye içinde
büyüyerek kocaman olan sarı nokta, altın bir para gibi parlamaya
başladı. samimityetsiz bir teslimiyetle gözlerini kapatan zengin adam,
saman doktoru kendine çekip sıkıca sarıldı. korkuluğa; korkmana hiç
gerek yok, diyen zengin adam, kendini çok yorgun hissediyordu.
saman
yığının içinden çıkmaya çalışırken attığı kahkalar, isyan yüklü bir
haykırışa dönüştü. gözlerine dolan saman tozuyla canı yanan zengin adam,
dizlerinin üzerine çökmüş bir vaziyette, sıktığı yumruklarını yukarıya
kaldırarak avazı çıktığı kadar bağırıyordu. kinlenen zengin adam, ağızına avuç
avuç saman tıkarak yemeğe çalışıyordu. ancak yutkunamadan öğürüp
tükürüyordu. daha sonra ayağa kalktı ve gözleri kapalı bir şekilde
topallayarak koşmaya başladı. öküz arabasının tekerine çarpıp yere düştü.
hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktıp koşmaya devam etti. değirmenin
kapısına çarpıp düştüğünde, alnındaki küçük kesik kocaman bir yarığa
dönüşmüştü. olduğu yere çöken adam başından akan kan ile yüzünü silmeye
çalışıyordu.
sağa
sola koşmaya devam ederek kendini yara bere içinde bırakan zengin adam, en son avlunun
ortasında bulunan suyu kuyusunun içine kafa üstü düştü. istese ayağa
dikilerek kafasını sudan çıkarabilirdi. ancak suyun altında duruyor,
tıpkı saman yutmaya çalıştığı gibi su yutmayı deniyordu. ciğerlerinin en
ücra köşesine kadar dolan su, arkasında büyük acılar bırakarak ağzından
burnundan geri çıkıyordu.
iyice güçsüz
kalınca, kolunu kuyunun duvarına, kanayan başını da koluna yasladı.
şimdi oldu, işte şimdi yüzlerce metre yüksekten düşmüş birine benzedim,
diyordu. kuyudan nasıl çıkacağını bulmak için kafasını yukarıya çeviren
zengin adamın suratına, ipe bağlı ağır kova hızla çarpıverdi. suyun içinde
tekrar ayağa kalkan zengin adam, çok sakin bir şekilde ipe tutundu ve yukarı
doğru tırmandı. sırtını kuyununun ağızındaki taşlara yaslanan zengin adam; rüzgarın,
doktor önlüğüyle birlikte sürüklediği samanlara bakıyordu.
değirmenin
yanında bulunan odaya girdi. içeride fırınlı bir kuzine, kap kacak ve
bir de yatak vardı. elektirik düğmesine basınca, tavandan sarkan
ampül yandı. yatakta oturan zengin adama, kalkıp ışığı söndürmek, kapıyı
kapatmak zor gelmişti. ıslak üstü başıyla uyuyakalan zengin adamın aklında
hiçbir şey yoktu.
sabah
uyandığında neredeyse tamamen iyileşmiş durumda olduğunu gördü. yanlız
çok kötü kokuyordu. ışığı södürmeden dışarı çıktı. yaşlı bir öküzün
koşulu olduğu öküz arabası, tepeleme çuval dolu bir halde değirmenin
kapısında bekliyordu. etrafına baktıktan sonra, kendisine dayatılan işi
bu sefer kesinlikle yapmama niyetindeydi. bu zinciri kırmanın bir yolunu bulacağına
dair, bir söz daha verdi kendine. tüm yolları sonuna kadar deneyecek, bir
zamanlar dünyaya hükmettiği gibi, içinde bulunduğu bu yere de hükmetmeyi
başaracaktı.
öküz
arabasındaki buğday çuvallarını hemen olduğu yere gelişigüzel atıverdi.
elini yüzünü yıkadıktan sonra üzerine, değirmencinin elbiselerini giydi. ve
öküz arabasına binerek yola çıktı. hava sıcaktı ve yaşlı öküz çok yavaş
ilerliyordu. akşama doğru yolun sağ tarafında, bir köyden arta kalanlar
belirdi. köy yoldan yaklaşık bir kilometre içerideydi. düz gitmekle
geceyi bu viran olmuş köyde geçirmek arasında kararsız kalmıştı. yaşlı
öküz, köye doğru giden yola saparak. zengin adamı bu karasızlıktan kurtardı.
köyedeki
çeşmelerin hepsi kurumuştu. evler birer kerpiç yığınına dönüşmüş, bazı
evler ise yanmıştı. köy meydanında öküz arabasını durduramayan zengin adam,
kararları tamamen yaşlı öküzün inisiyatifine bırakmıştı. yaşlı öküz, köyün
içindeki yolun sonunda, ambara benzeyen büyük tahta kapılı, sağlam bir
yapının önünde durdu. kapının bir kanadını açam zengin adam, içerisinin buğday
çuvalarıyla dolu olduğunu görünce, yaşlı öküze bir bakış fırlattı.
yiyecek içecek bir şeyi olmayan zengin adam sabahı bekleyecek, yaşlı öküzü yola
getirebilirse öküz arabasıyla, getiremezse yürüyerek yola devam
edecekti.
sabah
arabanın yine tepeleme buğday çuvallarıyla dolu olduğunu gören zengin adam,
geviş getiren yaşlı öküze; çok beklersin, dedi ve geldiği yöne doğru
yürümeye başladı. bacağı ilk haline göre biraz iyi durumdaydı. fakat bastonsuz
hem yoruluyor, hem de hızlı yürüyemiyordu ama pes etmeyecekti. gerekirse
haftalar, hatta aylar sürse de bu durumu kabul etmeyecekti. eline geçen
bir ağaç dalından destek alarak yürümeyi sürdürdü. yol ayrımına
yaklaştığı sırada; yaşlı öküz, buğday dolu çuvalların yüklü olduğu
arabayı yavaş yavaş çekerek, zengin yanından geçip gitti. zengin adam,
değirmene giden yola dönmeyerek, tam ters istikamette yürümeye devam
etti.
gece
olmasına rağmen yürümeye devam eden zengin adam, artık sakat bacağını
kaldıramıyor, sürüyordu. gökyüzünde yarım ay ve gittikçe çoğlan
yıldızlar çok güzel parlıyordu. yol kenarındaki bir taşın üzerine oturdu
ve
dizini ovmaya başladı. gitmekte olduğu yönden bir ses geldiğini duyan
zengin adam, kalkıp yolun
ortasında dikilmek istedi. fakat çok yorgun olduğu için oturmaya devam
etti. güneş gözlüklü adamın tekrar karşısına çıkabileceğini düşünüyordu
ancak, kendisine doğru yaklaşan, buğday çuvallarıyla dolu bir öküz
arabasıydı. yaşlı öküz, tam zengin adamın karşısında kısa bir süre
bekledikten
sonra, değirmene doğru yavaş yavaş yol alarak gözden kayboldu.
yiyecek
bir şey bulamayan adam üç gündür yürüyordu. yaşlı öküz buğday yüklü
arabasıyla günde bir iki kez yanından geçip gidiyordu. nihayet karşısına
bir köy daha çıktı. bu köy, tam yolun üzerindeydi ve uzaktan derli toplu
görünüyordu. açlığın ve susuzluğun verdiği acı karşısında zengin adamın inadı
kırılmak üzereydi. yolunun üzerindeki köye ulaşan adam, son bir gayretle
yolun bir sağına bir soluna koşmuş, ama ne su ne de yiyecek bulabilmişti.
köyün
ortasında, yaşlı öküzü tekrar karşısında gören zengin adamın inadı, her ne kadar
kırılmak üzere olsa da, içinde biriken öfke taşmak üzereydi. eline geçen
taşı yaşlı öküze fırlatmaya başladı. attığı her taş yaşlı öküzün
üzerinde parçalanıyordu. hırsını alamayan adam yaşlı öküzün başına
elindeki değnekle vurmaya başladı. geviş getiren yaşlı öküz hiç
etkilenmeyerek, değirmene doğru yola koyuldu. öküz arabasın arkasından
bakarken, yine yenildiğini kabul etmişti. değneği kırılan zengin adam, topallayarak öküz
arabasının arkasından gidiyordu ama yetişemiyordu. yaşlı öküzün ardından
bağırmaya başlayan zengin adam, tekrar oyuna katılmak istiyordu.
çuvalların
tepesinde yol boyunca yarı baygın yatan zengin adam, değirmene gelir gelmez
kana kana su içti. değirmenin önünde buğday çuvallarından oluşan kocaman
bir dağ vardı. burnuna gelen enfes kokuyu takip eden zengin adam, odaya girerken
lambayı söndürdü ama hemen geri yaktı. gece olduğunu unutacak kadar açtı. kuzinedeki fırının kapağını açarken elini yaktı ama
hiç umursamadı. mis gibi pişmiş ekmeğin hepsini sıcak soğuk demeden bir
güzel yedi.
yaşlı
öküzü atlatamayan adam değirmene girdi ve nasıl çalıştığını keşfetmek
için içeride epey vakit geçirdi. alttaki taş sabit, üstteki taş
hareketliydi. ters duran piramitin şeklindeki ahşap teknenin ucu,
harekeli taşın ortasındaki deliğin üzerindeydi. buğdayı piramit
şeklindeki tekneye dolduracaktı. deliğin ortasına dökülen buğday iki
taşın arasından un olarak çıkacaktı. yediği ekmeğin tadı damağında
kalmıştı. hayatı boyunca çok az ekmek yemiş olan zengin adam, aynı lezzetli
ekmekten tekrar yiyebilmek için şarteli indirdi.
sabaha
kadar çalışan zengin adam epey buğday öğütttü. çıkan unu doldurduğu çuvallar
değirmenin girişini kapatmaya başladı. yediği ekmek karnını tok
tutmuştu. öğlene kadar uyuyan adam tekrar işe koyuldu. bırak ekmek
yapmayı, iki yumurta bile kırmamıştı. bulduğu derin kaba biraz un
koydu. biraz su, biraz un, derken hamur kaptan taşmaya başladı. daha önce
odun atıp yaktığı kuzinenin fırınına, hamuru pişmesi için koydu ve dışarı
çıktı.
yaşlı
öküz, un dolu çuvallarla yüklü arabayı yine yavaş yavaş çekerek avludan
çıkıyordu. hamurun kıvamını bir türlü tutturamasa da ekmek fırından mis
kokular
saçarak çıkmıştı. değirmenin önünde hiç buğday çuvalı kalmamıştı.
rutine bağlayan öğütme işleri, sabah buğdayın gelmesiyle başlıyor, akşam
unun yola çıkmasıyla bitiyordu. ekmek dışında başka bir şey yemeyen
zengin adamın yüzündeki kırışıklar azalmaya devam ediyordu. çalıştıkça
ışıldayan
bir demire benziyordu adeta.
yaşlı öküz hiç ara vermeden çalışmış, zengin adam da buna hiç söylenmeden ayak
uydurmuştu. iyi bir ekip olduklarını düşünen zengin adam, üzerine düşeni
eksiksiz yaptığı için kendisiyle gurur duyuyordu. aynada kendine
baktıkça neşesi yerine gelen zengin adam otuz yaşların sonunda gösteriyordu değirmeni terk etmek, kesinlikle aklına
gelmiyordu. belki ilerleyen günlerde işler azalır ve etrafta
yürüyüşe çıkabilirim, diyordu.
sabah
işe başlamak için dışarı çıkan zengin adam, öküz arabasını boş bir şekilde
değirmenin önünde dururken buldu. arabanın üzerinde eski tahta bir bavul
vardı. kendini fazla kaptırmamasına rağmen, planları suya düşen zengin adamın
yüreği biraz burulmuştu. önceden bilseydim yanımda götürmek için
fazladan ekmek pişirirdim, diye geçirdi içinden. nihayetinde gitme
vaktinin geldiği kabul eden zengin adam, dünden kalan ekmeği içine koymak için
bavulu açtı. bavulda yeni kıyafeler, ayakkabı, çakmak, tarak, cep aynası ve
malum şarap şisesi vardı. beklemenin bir anlamı yok, diyerek arabaya
bindi. ağır ağır avludan çıkarken arkasına dönüp bakan bakan adam, odanın
lambasını söndürmeyi unutmamıştı.
ilk
köyün yol ayrımına vardıklarında yaşlı öküz durdu. arabadan inen zengin adamın
kucağına aldığı bohça sıcacıktı ve içinde bir ekmek ile biraz
ceviz içi vardı. ekmeğin sıcaklığını kalbinde hissetmek için bohçayı
göğsüne bastıyordu. karşılarına çıkan her köyde yeni fırından çıkmış
ekmek ve yanında türlü türlü yiyeceklerle karşılandılar. kuru üzüm,
fındık ve badem içi, tuzlanmış et, yeşil zeytin ve çeşit çeşit meyveler.
yazın
sonuna kadar bu şekilde, sayısız köy geçerek yollarına devam
etmişlerdi. adımları git gide yavaşlayan yaşlı öküz, öğle vakti dik bir
yokuşu çıkarken yere yığıldı. zengin adam, nefes alışı durana kadar yaşlı
öküzün boynunu okşadı. bir süre başında bekledikten sonra arabadaki
bohçalarla emektar dostunun üzerini örttü ve tahta bavulunu yanına
alarak yola tek başına devam etti.
virüs
yüzünden yatağa düşen adam, o günden beri doğasını hala tam olarak
çözemediği bir yerin bilmem neresinde, yıllardır
topallayarak yürüyordu. aklına, başta vicdanı olmak üzere, bir şekilde
zihnine girilmesi, rüya, koma hali, bilinçaltının oynadığı oyunlar gibi
şeyler gelmiş ama kesin bir kanıya varamamıştı. hayatı boyunca, kötü bir
insan olarak tanımlanmaktan hiç rahatsızlık duymadan, parayla elde
edilen gücün limitlerini zorlamış ve yaşadığı zamanda bu işi en iyi
yapan adam olmuştu. empati yoksunu biri değildi. nasıl bir adım atarsa
karşısında duran engel büyür aşılmaz hale gelir onu buluyor ve tam
tersini yapıyordu.
aslında
başarısının sırrı bu kadar basitti ama bu lanet yerde o şekilde hareket
etmek kendisine hiç bir üstünlük kazandırmıyordu. itip kaktığında,
aşağılayıp hor gördüğünde, hep bana hatta hadi al biraz da sana
dediğinde bile, karşısında duranı, önüne çıkanı, kişi olarak değil,
merdiveni kapatan bir çöp kovası, hortumu tıkayan bir pislik olarak
görüyordu. yaşadığı dünya böyleydi ve o sadece yapması gerekeni
yapmıştı. çünkü yapılabilirdi, yapılabiliyordu, ki yapılıyordu. en
güzelini de o yapmıştı.
sadece
açlığın verdiği acıdan kurtulmak veya hapsedilmemek veya fiziksel
işkencelere maruz kalmamak için veya sevdiği, değer verdiği birinin
görece iyiliği için köle gibi çalışmak zorunda kalsaydı, hastalanıp
yatağa düşmeyi beklemez, hemen hayatına bir son verirdi. ki krallığının
başına tekrar geçemeyeceğini anladığında intihar etmiş fakat bu absürt
yer bunu gerçekleştirmesine izin vermemişti. bir bakıma bu kahrolası
yerin olaylara yaklaşımı, sahibi olmakla övündüğü karakteriyle bire bir
örtüşüyordu. burası da hep kazanıyordu. önünde sonunda hep buranın
dediği oluyordu. ne yapıyor ne ediyor, istediğini muhakkak alıyordu.
buraya diş geçirmek imkansızdı. çünkü adam buraya gelene kadar hiç
ısırılmamıştı.
sakat
bacağı görmezden gelinirse, yavaş yavaş kendisine geri verilen gençliği
dışında eline geçenler, acı çekmesine engel olmaktan başka bir işe
yaramayan ıvır zıvırlardı. bu koşullarda kendini kaybetmeden, bu oyuna
devam etmeyi içine sindiremiyordu. kendini bildiğinden beri kazanan
biri, sahip olduğu hazineyi bir hiçmiş gibi varlığından söküp nasıl
atabilirdi. her duvarda bir çatlak, her cephede zayıf bir nokta, her
idealde çürük bir elma bulmuştu. duvarındaki çatlağı, mevzisindeki
gediği herkesten önce hep o bulduğu için, son ana kalesine düşmanlarını sokmamayı
başarmış, kralların kralı olabilmişti. belki bu yavşak yeri, gözünde
fazla büyütüyordu. belkide yenilgiyi kabul etmek için acele ediyordu.
pusuda beklemek dahil her seçeneği aklının bir köşesinde, geç tanımasına
rağmen çok sevdiği kuzinede pişmiş ekmek gibi hep sıcak tutmalıydı.
günlerce
yürüyen adamın karşısına ne bir yol ayrımı ne de uzun süre
konaklamayabileceği bir yer çıkmıştı. ayakkabıları parçalanan, üstü başı
dağılan adam yanındaki yeni elbiseleri giydi. aç susuz kalmıyordu
fakat yol kenarında karşısına çıkan yiyeyecekler azalmış, gıdı gıdına
yetmeye başlamıştı. sonbahar yağmurlarının başlamasına çok az kalmıştı
ve yürümek
atık işkenceye dönüşmüştü. dinlenmek için durduğunda, güzel bir süprizle
karşılanmak umuduyla tahta bavulunu açıyor, eski elbiseleri ve bir şişe
şaraptan başka bir şey bulamıyordu. kumsaldaki etkisini hatırlayarak
şarabı içmeye niyetleniyordu ancak durduk yere başına iş açmaktan da
korkuyordu.
ertesi
gün yiyeceği biten ve çok susayan zengin adam, yolun kenarındaki ıslak
toprağı takip ederek yakındaki bir tepenin yamacında bulunan çeşmeye
ulaştı. etrafı görebileceği bir yükseklikte olan tepenin çevresini
dolaşarak yakınlarda neler olduğunu görmek istedi. buralarda belki bir
meyve bahçesi vardır, diyen zengin adam; tepenin diğer yüzündeki yamacın bitiminde,
henüz biçilmemiş bir buğday tarlası keşfetti. tekrar o lezzetli ekmekten
yiyebileceğini düşünerek tarlaya doğru yürüdü. tam burçakları kopartıp
bavuluna doldurmaya hazırlanmış ki, nereden geldiğini anlayamadığı bir
domuz sürüsü üzerine doğru koşmaya başladı.
çıktığı
kaya parçasının üzerinde gün batana kadar beklemek zorunda kalan zengin
adam, domuz sürüsün gitmesiyle birlikte, bavulunu tıka basa burçakla
doldurdu ve çeşmenin yanına geri döndü. civardan bulduğu yarım mette
çapındaki bir taş parçasını suyun yanına getirdi ve onun yanına da bir
ateş yaktı. burçaktan dökülen buğday tanelerini avucuna aldığı taşla
ezen zengin adam, sabaha karşı ekmek pişirecek kadar un elde etmişti.
yaktığı ateşi büyüttü ve üzerinde buğday ezdiği taşa benzer bir başka
taşı, ateşi çok yakından görecek şekilde yerleştirdi.
çok
acıkan zengin adam emeğinin karşılığını alacağından emin bir şekilde
uğraşmaya devam etti. elde ettiği hamuru ateşin karşısındaki kızgın taşın
üzerine serdi ve pişmesini bekledi. bu kokuyu o kadar çok sevmişti ki,
ekmeğin pişmesini beklerken dudaklarını ısırıyordu. nihayet etmeği
pişirmiş ve sıcak sıcak, eksiğine gediğine bakmadan yemişti.
hava
kararmadan burçak toplamaya giden zengin adam yine domuz sürüsün
saldırısına uğradı. domuzlar, gündüz tarlaya girmesine izin vermiyordu.
zengin adam da yağmur yağdıktan sonra ekinin bir işe yaramayacağını
bildiği için mümkün olduğunca çok ekmek pişirmek istiyordu. yaklaşık on
gün bu şekilde geceleri burçak toplayarak ekmek pişirdi.
yağmurun
yağdığı gece ağaç dallarından yaptığı küçük sığınağın altında ne
yapacağını düşünüyordu. iki büklüm uyumaya çalışan zengin adam gece
içi tirtereyek uyandı ve ilerideki düzlükte yine bir ışık gördü. yağmurun
hızı kesilmişti ama hala hafif bir şekilde yağmaya devam ediyordu. iyi bir seçenek
olmadığını bildiği halde, başka çarem yok, diyerek, ışığın geldiği yöne
yürümeye başladı. gün doğumuna kadar çamurda yürüyen zengin adam ışığın
geldiği yere ulaşamamıştı. ışığın geldiği yer görülmez olunca, yakındaki
bir azattlığın altında uyudu. pişirdiği ekmekle karnını doyuran
zengin adam, tarlada kalan buğdaya yanıyordu.
havanın kararmasıyla tekrar beliren ışığa doru yürüdü. gece yarısı vardığı yerde; dağılmış
yüzlerce çadır, çadırların ortasında; geniş bir salon büyüklüğünde ve bir metre
yükseliğinde, sahne olarak kullanılmış, ahşap bir platfom bulunuyordu.
sahnenin önünde yanan ateşin karşısında, tek kişilik çok güzel bir koltuk
duruyordu. umduğundan daha iyisine kavuştuğu için sevinen zengin adam, tahta bavulunu
yanına koyduğu o güzel koltuğa kurulup, ayaklarını ateşe doğru uzattı. içi
ısınmaya başlayan adamın uykusu geliyordu.
sabah
olunca yapabileceklerinini düşünerek uykuya dalmak üzere olan zengin adam, tüm
bedenini sarsan bir darbeyle gözlerini açtı. kamp ateşinin üzerinden
sahneye doğru uçuyordu. kafa üstü çakılmasıyla birlikte gevşek taban
tahtaları da havalanıp tekrar yerlerine geri oturdu. yüzü koyun yatan zengin adam
koltuğa doğru bakıyordu. iki saniye sonra bıraktığı yerde göremediği
tahta bavulu da yanına düştü ve kapağı açılarak içindekiler etrafa saçıldı.
sarsılan başını tutarak doğrulan zengin adam, neyi yanlış yaptığını bulmaya
çalıyordu.
geceyi
sahnenin altında geçiren zengin adam doğru düzgün uyuyamamıştı. gün
ağarınca yakın çevreyi dolaşmış, ardından koltuğun yanına gelerek, baston
olarak kullandığı çadır direğiyle, koltuğu devirip sağını solunu
incelemişti.
açıkçası bir daha üzerine oturmaya çekiniyordu. koltuğu bastonuyla
iteleyerek, alevleri azalan ateşin üzerinde bıraktı ve yıkılan
çadırların
arasında dolaşmaya devam etti. işe yarar sağlam şeyler bulmuştu.
giyilebilecek durumda kışlık elbiseler, botlar, dünyanın konservesi ve
bol bol bira vardı. kendini soğuktan koruyabilecek bir yer yapabilmesi
için ne gerekiyorsa vardı.
tekrar ateşin
yanına geldiğinde, koltuk hiç bir şey olmamış gibi ateşin karşısında
duruyordu. bu koltuk başıma bela olmazsa iyi, dedi ve sahnenin döşeme
tahtalarını söküp istif yapamaya başladı. sahnenin yıkılan direklerini
yakındaki bir boşluğa çekti. çadır naylonlarını, iplerini bir araya
getirene kadar akşam olmuştu. kendine ayrı bir ateş yakmak için yığdığı
odunları tutuşturmak üzere, koltuğun yanındaki ateşten bir köz parçası
aldı. kor halideki közler, odunların yanına gelene kadar buz parçalarına
dönüşüyordu. sadece koltuktan değil, havanın durumuna göre alevleri
azalıp çoğalan ama sönmek bilmeyen, ateşten de çekeceğim var, diyerek,
bulduğu bir uyku tulumun içine girerek, ateşin yakınında uyudu.
başka
bir yerde ateş yakmayı başaramayan zengi adam, en azından ateş yakmakla
uğraşmam, tesellisiyle, ateşi ve koltuğu içine alacak şekilde bir baraka
yapmaya karar verdi. direklerin ucunu kazdığı çukurlara sokup
şağlamlaştırdı. ipleri ve diğer malzemeleri kullanarak çadır
naylonlarıyla kendine epey sağlam bir baraka yapmayı becerebildi.
zeminini tahtlarla döşediği barakada, boş bir koltukla birlikte kalan
zengin adam pek rahat sayılmazdı.
kışın
bastırmasıyla birlikte ateşin alevleri de canladı. barakanın bir tarafı
bira ve konserve yığılıydı. yağan kar barakanın her yanını kapladığı
için
neredeyse dışarı hiç çıkmayan zengin adam yavaş yavaş kurulmaya, koltuğa
kafayı takmaya başladı. tekrar kontrolden çıkmamak, kışı sorunsuz bir
şekilde atlatmak için koltukla dost
olma niyetindeydi. tulumun fermuarını beline kadar çektikten sonra, baş
ucuna dizdiği biraları içemeye başlıyor, çakırlayınca da başınden
geçenleri en ince ayrıntısına kadar boş koltuğa saatlerce anlatıyordu.
en sevdiği aktivite ise sızmadan önce ayna karşısında, siyahlaşarak
gürleşen saçlarını sekilden şekile sokmaktı.
bira
ve konserve vardı fakat anlatacak hikayesi bitmişti. virüse
yakalanmadan önceki hayatına hiç girmek istemiyordu fakat karşısında boş
duran koltuk; kendisine, bir eli yağda bir eli balda yaşadığı o rahat
günlerden başka bir şey hatırlatmıyordu. hayatını,
oturduğu koltuktan daha rahat bir koltukta oturanları kaldırıp, yerlerine geçerek
sürdürmüştü ve tam kral tahtına kurulup dünyanın tamamına hükmetmeye
başlamıştı ki hastalanıp buraya düştü.
koltukla
muhabbeti kesen adam artık koltuğa sırtını dönerek yatıyordu. koltuk da
buna tepki olarak sürekli ateş ile adamın arasına girecek şekilde
konumunu değiştirmeye başladı. işte, bu yüzden, hep koltukta oturan
ben olmak istemiştim, diyerek, geçmişte ne kadar doğru bir yol
izlediğini, kendine izah ediyordu. atları ehlileştiren binicileri
düşünerek kafayı bulan zengin adam,
daha fazla dayanamadı. ipleri, koltuğun etrafında doladı ve her yanını
sağlamca bağladıktan sonra içine girerek oturdu. iki eliyle ipleri
sıkıca tutan zengin adam, koltuğun vereceği tepkiye dayanabileceğini
düşünüyordu.
ipleri sıkmaktan elleri yorulan zengin adam, bir süre sonra gevşeyerek koltuğa yayılmaya başladı.
tam koltuğu yola getirdim derken, barakanın üzerinde bulunan naylonlara sarılmış
bir şekilde yine uçtu ve kar birikintisin içinde düştü. naylonun
altından çıkan zengin adam, yüzüne çarpan soğuk rüzgarın etkisiyle hemen ayılıp
kendine geldi. çatısı uçmuş barakanın ortasında yanan ateş, koltuğu
saran ipleri çubuk makarna gibi içine çekerek hüplettiyordu.
barakanın
üzerini tekrar kapatamadan, baharın gelmesini bu zor koşullarda beklemek
zorunda kaldı. yüzünü bir daha ateşten ve koltuktan çevirmeyen zengin adam,
ele geçiremediği bu ikilinin karşısında sıçan gibi ıslanıp ıslanıp kurumuştu. tahta bavulu kışı atlamayarak
dağılıp duman olduğu için, bulduğu bir sırt çantasına taşıyabileceği
kadar yiyecek ve eşyalarını koydu. şarabı koltuğun üzerine bırakan
zengin adamın aklında, değirmene geri dönmek vardı. fakat yaşlı öküz öldüğü için
buğday gelmeyecekti. biraz daha gençleşmiş olmanın verdiği gayretle yola
koyuldu.
o
koltuğa yaslanıp keyif çatamamanın verdiği sıkıntıyı, yaz gelene kadar
atamadı üzerinden. sakat bacağında en küçük bir iyileşme yoktu. sırt
çantasında yiyecek kalmamıştı ancak meyve ağaçlarından ve böğürtlen çalılarından karnını
doyurabiliyordu. acaba şimdi karşıma ne çıkacak, diye düşünmek istemediği
gibi, iyilik bekleyecek neşesi de kalmamıştı. sağa sola sapmayan, hiç
sonu gelmeyecekmiş gibi uzayıp giden yolda topallayarak yürüyordu.
etrafındaki manzara bazen bir hafta değişmiyor, değişiklik beklentisiyie
aştığı bir teplerin ardında yine benzer bir manzaralarla
karşılaşıyordu.
sıcak
yüzünden, dinlenmeden uzun süre yürümek imkansız hale gelince,
gündüzleri bir gölgede uyumaya başlayan adam, gökyüzünde çoğalan
yıldızların ve ay ışığının yardımıyla geceleri yola devam ediyordu. o
gün öğlen sıcağı bastırmasına rağmen, uzaktan bacaları görünen fabrikaya
varmak için yürümeye davam etti. tek çatılı, stadyum büyüklüğünde,
çaydanlık imalatı yapan bir yerdi. fabrikasın ortasında makinalar ve
imalat bantları bulunuyordu. bir köşe paketlenmiş ürünlerin konulduğu,
diğer köşe hammaddelerin bulunduğu yer olarak düzenlenmişti. tam karşıda
ise çalışanların ve yöneticilerin bulunduğu ofisler bulunuyordu.
sanki
fabrikada yemek molası verilmiş, on dakika sonra sirenin çalmasıyla
birlikte bütün çalışanlar işlerinin başına geçerek, imalat gürültüyle
kaldığı yerden devam edecekmiş gibi duruyordu. yiyecek bulma
umuduyla fabrikayı dolaşan adam, ofislerin karşında durdu. zeminde işçi,
üzerinde usta, onun üzerinde şef, onun üzerinde müdür ve en üstte
patron şeklinde sıralanmış katlar vardı. üst katların ön cephesi tamamen
camekanla kaplıydı. katların solundaki asansörün kapısında usta,
şef ve müdür yazıyordu. sağdaki asansörün kapısında ise patron
yazıyordu. hemen yakında bulunan fabrika kapısının üzerinde de özgürlük
yazıyordu. işçi bölümünün kapısını açamayan adam, camlarını kırmayı
denedi fakat başaramadı.
fabrikanın
kalan yerlerini karış karış gezen adam, sadece üretim bantının sonunda
bulunan, bir çikolata otomatının karşısında durdu. ne kadar uğraştıysa
da bir tanesini aşağıya düşüremedi. devirdiği otomatın yanında
ayaklarını uzatıp oturan zengin adam, siren sesini duyunca ayağa kalktı. hiç
kimsenin gelmemesine rağmen iki dakika sonra tüm makinalar çalışmaya
başladı. otomatın üzerine çıkan zengin adam kimseyeyi göremedi. üretimin son
kısmında bulunan bantın üzerinde ışıl ışıl çaydanlıklar gözükmeye
başlamıştı. zengin adam bantın başından çıkan çaydanlıkların yanına gitti ve
onlarla birlikte bantın sonuna doğru yürüdü. ilk çaydanlık bantın
sonundan aşağı tam düşmek üzereyken tüm makinalar bir anda duruverdi.
adam bantın sonundaki çaydanlığı yakından incelemek için eline
aldığında, fabrika bir çaydanlık daha üretecek şekilde kısa süreliğine
çalışıp durdu.
işçi
üçyüzelli adet, usta dörtyüz adet, şef dörtyüzelli adet, müdür
beşyüz adet, patron bin adet, özgürlük beşbin adet. her yüz adette bir
çikolata yazıyordu. boş çaydanlık paketlerinin yanında duran panodaki
liste bu şekildeyedi. listenin üzerinde de ışıklı bir tabela vardı. bir
çikolata için yüz tane çaydanlık paketlenip istif edilir mi diye düşündü
ve çok aptalca buldu. attığı bir imzayla bunun gibi yüzlerce fabrikayı
isterse batıran, isterse kazanca sokan birine böyle bir teklif
yapılamazdı. dışarı çıkıp yoluna devam etmeyi daha akıllıca bulan zengin adam,
içeri girdiği kapının kapalı olduğu gördü.
başka bir çıkış bulmak için
saatlerdir mücadele eden zengin adam sonunda pes etti. yine çok kötü tezgaha
gelmişti. çikolatasını, çaydanlığını, müdürünü, patronunu ayrı ayrı,
özgürlüğü toptan, diyerek sövüyordu. öfkeden yorularak uzandığı otomatın üzerinde midesi
kazınarak uyanan zengin adam çok az uyuyabilmişti. panodaki listeye bakarak
hesap yapıyordu. bir şeyler yemek zorundaydı yoksa çektiği acı
katlanarak dayanılmaz hale gelecekti. çaydanlıkları kutuya koyuyor,
ardından yanındaki tekerlekli nakil kasasına diziyordu. seri bir şekilde
çalışırsa üretim bandı hiç durmadan önüne çaydanlık getiriyordu.
çalışmaya başlamasıyla birlikte, yanında bulunan tabelanın ışıkları
yanmıştı. üstteki satırda yirmidört saatten geriye doğru azalan rakamlar,
alttaki satırda paketlediği çaydanlık sayısı ve yanında bir adam silüeti vardı. tekerlekli sepet yüz
kutu alacak şekilde tasarlanmıştı. sepet dolunca otomattan bir çikolata
düştü.
dört saattik çalışması karşılığında bir çikolata hak etmişti. dolu sepeti
alıp boş sepeti getirene kadar çikolatayı yeyip bitirdi. onaltı saate
yakın bir süre çalıştıktan sonra üçyüzelli paket hazırlayan zengin adam,
büroların olduğu yerde bulunan işçi bölümün ışıkların yandığını gördü.
içeride bulacağını merak ederek çok yorgun bir şekilde büroların olduğu yere
vardı. açık duran kapı zengin adamın içeriye girmesiyle birlikte kapandı. oda
serin sayılırdı. içeride bir sandalye, üzerinde bir çalar saat, bir
sandiviç ve bir kutu ayran olan küçük bir masa vardı. masanın yanında
duran kampetin üzerindeki battaniye ve yastık temiz görünüyordu. elbise
dolabının içinde yine temiz görünen bir iş elbisesi, dolabın yanında da
sırayla lavabo, klozet ve etrafı naylonla çevirili bir duş teknesi
duruyordu.
gururu
kırılan zengin adam fazla dayanamadı. savdiviç ile ayranı on saniye içinde
yuttu. duş aldı, temiz elbiseleri giydi ve kampete uzandı. duvarda,
dışarıdaki saatle eş zamanlı olarak azalan, küçük bir saat ekranı vardı.
diğer bürolarda ne olabileceğini değil, fabrikadan çıkmanın başka bir
yolunu bulmalı mıyım, diye düşünüyordu. beşbin kutu karşılığı özgürlük
imkansız diyordu uykuya dalarken.
siren
sesiyle yataktan fırlayan zengin adam, odayı dolduran acı duman yüzünden yerde
sürünerek kapıyı bulmaya çalışıyordu. dışarı çıktıktan sonra yaşaran
gözlerini sildi. kapının kapanmasıyla birlikte odadaki duman da çekildi.
bu çile çekilir miydi. üç çikolata, bir sandiviç ve ayran için yarım
günden fazla çalışılır mıydı. beşbin kutuyu düşündüğünde ise kafayı yiyeyecek
gibi oluyordu. üretim bantının sonuna gitmeden önce yine tüm çıkışları
ve bir müdahale ile çıkış noktası olabilecek yerleri dolaştı. gün
ışığını bile göremiyordu. gece mi gündüz mü onu bile bilemiyordu.
hiçbir
şey yapmadan çikolata otomatının önünde bekledi. açlığın verdiği acıya
yenik düşen zengin adam yine çalışmaya başladı. bu sefer dörtyüz kutu yaptı ve
asansöre bindi. ustanın olduğu bir üst kata çıktı ve içeri girmeden, odanın ortasındaki masanın
üzerinde duranlara baktı. aşağı kattan farklı olarak masanın üzerinde sıcak
bir tost ve meşrubat vardı. kampetin yanında da bir çitf terlik
duruyordu. odadaki küçük ekran daha yedi saatten fazla zamanı olduğunu
gösteriyordu. bantın sonuna gidip elli paket daha hazırlayıp geri döndü. şef katındaki ofisin önünde yine içeriye girmeden
masanın üzerindekilere baktı. bir kap sıcak yemek, biraz ekmek ve iki
kutu bira vardı. beş saatten fazla zamanı kalan zengin adam, içeri girdi ve kapı
kapandı. içerisi sıcak sayılmazdı. bamya yemeğininde kıyma tadı vardı
ama kıyma gözükmüyordu. hızlıca yedi bitirdi. kampete uzanmasıyla ayağa
fırlaması bir oldu. kalan zaman göre çalar saati kurdu ve tekrar uzandı.
çalar saatin sesine kulak vermeseydi yine o zehirli dumana maruz kalacaktı.
dünden kalan iki kutu birayı aç karna yürürken içti ve çalışmaya
başladı. birkaç gün bu şekilde çalıştıktan sonra, vites artırarak, üzerinde temiz çarşaf serili bir çekyatta uyumaya
başlayan zengin adam; iki kap yemek, biraz ekmek, bir dilim tatlı ve bir şişe
ufak rakı karşılığında, onbeş saat çalışıyordu. bu performansa ulaşması
tahmini üç ay sürmüştü. duvarlara veya herhangi bir yere, geçen zamanı
hesaplamak için attığı çizikler ertesi gün yine kaybolduğu için zaman
hakkında düşünmeyi bırakmıştı. otomatın önüne koyduğu kutunun içine
düşen çikolata sayısı da yirmibiri geçmiyordu. bazı günler sandiviç ve
ayranla idare ediyor, fabrikayı köşe bucak dolaşıp bir çıkış deliği
bulmaya çalışıyordu. birkaç yerde tünel kazmayı denemiş ama yerdeki
betonu, madendeki kaya zeminden daha sert bulmuştu.
günde
yirmi saat çalışma hedefi koyan zengin adamı hırs basmıştı. patron koltuğuna
oturma aşkı depreşmiş, gençleşiyor olmanın verdiği enerji ile sekizyüz
kutuya yaklaşmıştı ama günler geçtikçe iki saatlik uykuyla çalışma
temposunu kaldıramaz olmuştu. önce gün aşırı, sonra üç dört günde
bir bin kutu hedefine varmaya çalışan zengin adam; sonunda istediği tempoyu yakalamış, zamanın tükenmesine beş dakika
kala, bin kutuyu tamamlamayı başarabilmişti. aceleyle bindiği patron asansöründen inerek,
patron odasının kapısına sefil adımlarla ilerliyordu ki, kapı kapandı. ilk kez
patron katına çıkan adam, tıpkı önceki hayatındakine benzer bir sofrayı
kaçırmıştı. büyük masa dünyada sayılı kişilerin yediği yiyecekler ve
içeceklerle donatılmıştı. harika bir yatak ve mükemmel döşenmiş
mobilyalarla doluydu. sahibi olduğu gökdelenin tepesinde bulunan
makamına çok benziyordu.
otomatın
yanına gelen adamın bir şey yiyecek hali kalmamıştı. elindeki
çikolatanın ambalajnı açtı ama bir ısırık almadan uyuyakaldı. uyandıktan
sonra dört beş haftayı moral bozukluğuyla sadece çikolata, sandiviç ve
ayranla geçirdi. bacağı hariç fiziksel olarak çok iyi durumdaydı. bu
hali, zamanın geçip gitmesinden şikayet etmemesine yarıyordu. ancak bu
böyle gidemezdi. buradan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı.
işi
hızlandırmanın bir yolu yoktu. bir keresinde tuvalete gidip vakit
kaybetmemek için paketleme yaptığı yere işemiş, ekrandaki paketleme
sayısı birden otuz tane azalmıştı. bunu üzerine bulduğu uzun bir
hortumun ucuna bir huni bağlayıp yanında bırakmış, diğer ucunu da
tuvaletin deliğine sokmuştu. işin süresiyle ilgili yapabildiği en
iyileştirme buydu. bir kişi daha olsaydı dedi, kutuların altını koli
bandıyla yapıştırsa, ben kutunun için çaydanlığı altlı üstlü
yerleştirip kapağını kapatsam. sonra yine o kişi paketin ağzını koli
bandıyla yapıştırıp tekerlekli kasaya yerleştirip götürse. sarı öküzü
hatırlayınca gözleri dolan zengin adam, ne güzel değirmende işleri birlikte tıkır tıkır götürüyorduk, diyerek hüzünlenmişti.
mahzun
bir şekilde düşünen zengin adam, otomatın başında çikolatalarını çatur çutur
yiyen iki şempanzenin kahkahalarıyla irkildi. şempanzeler birbirlerine
sarılıyor sonra zengin adamın haline bakarak gülüyorlardı. şaşkınlığını
üzerinden atan zengin adam bastonuyla bu ikisin üzerine yürüdü. genç
şempanzeleri tutmanın, yakalamanın imkanı yoktu. zengin adam siniri geçene
kadar biraz peşlerinden koştu ve dinlenmek için otomatın yanına dönerek oturdu.
çikolataların hepsini yemişlerdi. bastonunu şempanzelere doğru sallayan
zengin adamın asabı yine bozulmuştu.
sakinleştikten
sonra şempanzelerin girdiği yeri bulmak için fakrikayı iki kez turladı. bu
sırada fabrikanın içinde sağa sola zıplayan şempanzelerin keyifleri
yerindeydi. bir delik bulamayan zengin adam, tekrar dışarı çıkmak
isteyeceklerini düşünerek, bu ikisini takip etmeye başladı ancak yorulmak
bilmeyen şempanzelerin peşinden gitmek çok yorucuydu. açlıktan gücü
tükenen zengin adam, tekrar çalışmaya başladı. doksandokuz paket yaptıktan sonra
duran zengin adam, otomata baktı. şempanzeler de açıkmış bir
vaziyette otomatın başında bekliyorlardı. çikolatayı kaptırmak istemeyen
zengin adam bir süre bekledi. daha sonra acıkmış durumdaki hayvanlara acıyarak
yüzüncü kutuyu paketledi ama otomattan çikolata düşmedi.
zengin
adamın yanına gelmesiyle
birlikte otomattan çikolata düşüverdi. bu esnada kaçan şempanzeler
çkolatayı alamamanın üzüntüsü içindeydi. en başta yediklerini saymazsa,
otomat kimsenin hakkını kimseye yedirmiyordu. zengin adam ambalajı açtı
fakat
çikolatayı yemedi. birbirine sarılmış halde kendisine bakan şempanzelere
doğru çikolatayı fırlattı. çikolatayı alan şempanze
yarısını diğer şempanzeye verdi. zengin adam bu paylaşımdan oldukça
etkilenmişti. verdiği çikolataları paylaşarak yiyorlardı.
dörtyüz
kutuyu tamamladıktan sonra asansöre binen zengin adamın yanına şempanzeler de
geldi ancak asansör hayvanlar inene kadar çalışmadı. duş alıp kampetine
uzanan zengin adamın aklında, bu ikisiyle işbirliği yapma fikri vardı. hatta bu
ikisini eğitip istediği gibi kullanabilirdi. nasıl yapacağını düşürken,
çalar saati kurmayı unutup uykuya daldı.
odadan
yine sürünerek çıkan adamın gözleri ve cigerleri çok kötü yanıyordu. paketleme
yapmaya başlayan zengin adamı dikkatle izleyen şempanzeler, zengin adamın yaptığı
hareketleri taklit ediyorlardı. bunu gören zengin adam, çalışırken gülmeye
başladı. çikolataları artık yakınlarına fırlatmıyor, elinden almaları
için cesaretlendiriyordu. birkaç gün sonra şempanzeleri sevmeye başlayan
adam, ikisini pakatleme yerine götürüyor, boş kutuları, çaydanlıkları
önlerine koyuyor, işi öğretmeye çalışıyordu.
sürekli
bu ikisininden faydalanmanın bir yolunu bulmaya çalışan zengin adam, birasını
yudumlayarak paketleme yerine doğru yürüyordu. yolun yarısındayken
makinalar çalışmaya başladı. merakla işin başına geldiğinde, iki
şempanzeyi harıl harıl çalışırken buldu. heyecanını bastırmakta zorlanan
adam, farkında olmadan ellerini ovuşturmaya başlamıştı bile. işi düzgün
yapamadıkları için tekerlekli kasaya dizdikleri her kutu, sayaca artı
değer olarak yansımıyordu. yüz kutuyu tamamladıklarında otomattan düşen
çikolatayı ikisi paylaşıp yedi. buna biraz bolzulmuş olsa da, bir şey
yokmuş gibi çalışmalarını izlemeye devam etti. dört saat kala üçyüzelli
kutuyu tamamladılar ve işçi kısımına girdiler.
peşlerinden
giden zengin adam ikisini dışarıdan izliyordu. masanın üzerinde ikişer
sandiviç ve ayran olduğunu görünce deliye döndü. bu haksızlık,
üstelik benim bir bacağım da sakat diyerek, isyan ediyordu. onlar iki
kişiydiler. aynı sayıda mal paketlemesine rağmen, kazancı onların yarısı
kadardı. bu ikisi böyle çalışmaya devam ederlerse patron koltuğa
oturur, hatta çok sürmez buradan basıp gidebilirlerdi. kapının önünde
sinirle volta atan adam çıldırmak üzereydi. derken ikisinin sarılıp
uyuduklarını gördü. çalar saati kuramayı akıl edemeyeceklerini
düşünerek, ikisinin dumana boğulduğunu seyredip gülmek için beklemeye
başladı.
beklerken
dışarıda uyuyakalan adam, çalar saatin sesiyle uyandı. kapı kapanıyordu
ve duman yoktu. ikisinin nerede kaybolduğunu merak ederken, makinalar
çalışmaya başladı. paketleme yerine giden adam çok öfkeliydi. kendisi
çalışmak için bu ikisini bastonuyla kovaladı. işin başına geçen adam,
makinaların çalışmasını bekledi fakat hiç hareket yoktu. makinalar
durmuştu ve rakamların yanında artık bir şempanze silüeti vardı ve sayaç
yavaş bir şekilde şempanzelerin hesabına artmaya devam ediyordu.
paketleme istasyonundan uzaklaşıncaya kadar da artmaya devam etti.
otomatın
yanında her saat hızlanarak çalışan şempanzeleri izleyen zengin adam
çaresizdi. daha onsekiz saatleri olmasına rağmen üçyüz kuyu
paketlemişlerdi. engel olup kovalamaya çalıştığı zaman sayaç daha hızlı
artıyordu. daha onbeş saatleri varken beşyüzü geçtiler. on saatleri
kaldığında dokuzyüzü buldular ve yarım saat sonra da bin kutuyu
tamamladılar. patron asansöründen yukarıya çıkarken zengin adama bakıp dalga
geçiyorlardı. üstelik düşen çikolataların da hepsi kendileri yemişti.
patron
makamının penceresini görebileceği uzaklığa çekilen zengin adam, şempanzeleri
odanın içinde hoplayıp zıplarken görüyordu. birinin elinde viksi,
diğerinin elinde şarap şişesi vardı. patronun mekanındaki ziyafet kalan
sürenin sonuna kadar sürdü. çalar saatin sesiyle, kollarını birbirinin
omuzuna atmış bir şekilde, zil zurna dışarı çıkan şempanzeler, asansöre
varamadan koridorda sızıp kaldılar.
sinirden
mosmor olan zengin adam sadece ölmek istiyordu. şempanzelerden faydalanmak
isterken, çöküp kalmıştı. artık fabrikanın patronları vardı. bu iki ortakla
rekabet edebilmenin imkanı yoktu. ikisi ziyafete çekildiklerinde,
karnını doyurmak için, sanki tek kolu kesilmiş gibi istemeye istemeye
geçiyordu işin başına. iyice gücü tükenen zengin adam sadece açlık dayanılmaz
hale gelince, mecbur kalınca çalışmaya başladı. bu tükenmiş hali
şempanzelerin umurunda bile değildi.
şempanzeler fişek gibiydiler. oniki saatte bin kutu yapıyor, dört saat tıkınıyor,
sekiz saat uyuyorlardı. günler, haftalar sonra şempanzeler hergün çalışmayı
bıraktı. zengin adam bir şeyler
yemek için bantın sonuna geçti. bunu gören şempanzelerden biri yanına gelerek zengin adamın
gözlerine biraz baktı ve boş kutuların yanında beklemeye başladı.
diğer şempanze de çalışmaya hazır bir şekilde bekliyordu. zengin adam ikisine,
sayacı ve kalan süreyi gösterek, bugün buradan çıkacak şekilde hızlı
çalışacağını söyledi. her ikisi de tamam der gibi gözlerini ayırmadan
zengin adama baktı.
üçü
hızlandıkça makinalar da hızlarıyordu. birkaç saat sonra üretim öyle
bir artmıştı ki, dışarıdan bakan biri, fabrika birazdan kanatlanıp
uçacak, diyebilirdi. şempanzelerin bacakları da birer kola dönüşmüştü
sanki. oniki saat kala ikibindörtyüz kutuyu geçtiler. geride olmalarına
rağmen yazan rakamı önemsemediler. son beş saattir sayaca bile
bakmıyorlardı artık. baksalar farkı kapattıklarını görebilirledi ama
bakmadılar. sürenin bitmesine saniyeler kala makinalar durdu ve siren
çaldı. durmalarına rağmen üçünün de kolları, bacakları seyriyordu.
açılan
dev kapının sesiyle sevince boğulan zengin adam, dışarıya çıkmak için
zigzaglar çizerek yürümeye başladı. içeriye vuran güneş ışıklarından
mevsimin yaz olduğunu tahmin etmek mümkündü. kapının önünde bekleyen
limuzin, içindeki sevinci doya doya yaşamasına engel oldu. bunca zamandır bunun
için emek vermiş olamam, diyordu. ancak o kadar güçsüz hissediyordu ki
kendini, ne olacaksa oldu dedi ve limuzin arkasına girip arka koltuğa
uzandı.
gece
kendine gelen adam, limuzinin içinde oturdu. limuzinin arka kapısı hala
açıktı ve suratsız şöför ortalıkta görünmüyordu. dışarı çıkıp
fabrikanın kapısına yaklaşan zengin adam, ziyafet çeken şempanzelerin sesini
duyabiliyordu. şöförün ölmüş olmasın umarak ön kapıyı açtı. biri
limuzini buraya getirmiş ve anahtarları üzerindeyken bırakıp gitmişti.
çalışarak
özgürlüğünü kazandığı fabrikandan, örselenmiş bir şekilde ayrılıyordu.
gün
batımını elinde viski kadehiyle izlerken, varoluşa bakışının ne kadar
değiştiğini soruyordu kendine. yirmili yaşların sonunda otuzlu yaşların
başında görünüyordu ama tam yaşını bilmiyordu. her ne kadar genç bir
adam gibi görünse de, o yetmiş yaşından büyük zengin bir adamdı. gözüne kestirdiği her
mevkiye, her türlü
yolu deneyerek ulaşan zengin adam, üst üste iki koltuk ıskalamıştı.
yolların,
geri dönülmeyecek şekilde arkasında kalmasını, bazen bu sebeplerden
dolayı içine bir türlü
sindiremiyordu. belki dedi, gücü tekrar elime geçirir ve geldiğim
yolları yakıp yıkarak başladığım yere geri dönerim.
yaz
bitmek üzereydi. küçük bir derenin yanına park ettiği limuzinin içinde
kalıyordu. yakaladığı onlarca balıkta herhangi bir anormalliğe
rastlamayınca, korka korka bir tanesini yemiş, neyse ki hiçbir şey
olmamıştı. sadece açlık ve barınma ihtiyacını karşılamak isterken, yine
teşkilata gelerek, eşek gibi çalışmak istemiyordu.
limuzin, fabrikada çektiği eziyete karşılık verilmiş gibi görünse de,
mal zaten benim diyordu. bacağının sakat olmasına rağmen, bu kadar emek
karşılığında bir arabaya sahip olmayı hiçde mantıklı bulmuyor, böyle bir
alışverişi ancak kölelerin bir kazanç olarak görelebileceğini
düşünüyordu.
balık
bol ve lezzetli, su tertemizdi. kurduğu kapan hiç boş kalmıyordu.
yıllardır başına gelmeyen kalmamıştı. gençleştiğini hesaba katmayan
zengin adam, kendisine geri verilen tek şey olarak
sadece bir arabayı görüyordu. eskiden sahip olduklarının yanında bir
araba,
okyanusta bir damlaydı o kadar. bazen gerçekten uyanmayı, her şeye
kaldığı yerden
devam etmeyi istese de; bu saatten bunun olmayacağına iyice inanmaya
başladığı için; artık yeter, burası son, diyordu. intikam alacağı kişiyi
bile tespit edememişti hala. hükmetmek istediği dünyadan da eser
kalmamıştı. burada yiyecek ve içecek
için çok uğraşması gerekmiyordu. limuzinin arkası oldukça geniş ve
rahattı. dayanabilirdi. özellikle başına gelenleri düşünerek
sabredebilirdi.
evlenmemesinin,
çocuk istememesinin arkasında, aslında kötü bir gaye vardı.
ölümsüzlüğü bulamazsa arkasında kaos bırakacaktı. ölmesiyle birlikte
ardında bırakacağı güç ve zenginlik nedeniyle, herkesin birbirine
düşmesini, savaşırken birbirlerini tüketmelerini istiyordu. kendisi
sürebildiğince sefasını sürecek, geride bıraktığı maldan kimse kendisi
gibi faydalanamayacaktı. bunun için tek yapması gereken bir varis
bırakmamaktı. sadece kendim için mücadele ederim, eğer belirlediğim
vakitte bir fazla olarak geri almayacaksam, kimseye bir şey vermem,
demişti ve öyle de yapmıştı.
önce
kapanlardan balık çıkmamaya başladı. ardından su azaldı ve dere
kurumaya yüz tuttu. havanın geceleri iyice soğuması nedeniyle limuzini
çalıştırmak zorunda kalmıştı. yarım depo benzin fazla dayanmazdı. bir
zamanlar ölümsüzlüğün peşinde koşan zengin adam, kendini bir türlü
öldüremiyordu. buradaki tek gerçek acıydı. açlığın verdiği acı, ya sıcak
yakıyordu ya da soğuk. yaraları cabuk iyileşiyordu ama o ana kadar
dayanılmaz acı veriyordu. tekrar fabrikaya dönebilir, bir sandiviç ve
ayran için robot gibi çalışarak zamanını tüketebilirdi. gençleşiyordu
ancak bunun ne kadar süreceği belli değildi. bir süre sonra olduğum gibi
kalır, ne ileri ne de geri gidemezsem, o çalışma kampı gibi fabrikada
ben ne yaparım dedi ve gaza bastı.
ertesi
gün akşam üzeri patlayan tekeri değiştirmek isterken bijonlardan
ikisini kopardı. gündüz gözüyle işi tamamlamaya karar veren zengin adam, kriko
üzerinde duran aracın içine bir önlem almadan girince, limuzin fren
diskleri üzerine düşerek hasar gördü. sabah uğraşmasına rağmen tekeri
değiştiremedi ve elleri boş bir şekilde yürümeye başladı.
aç
suzuz iki gün yürüdükten sonra karşısına, bir ayva bahçesi çıktı. sulu
ve lokum gibi ayvalarla karnını doyuran zengin adam, havanın
kararmasıyla
birlikte üşümeye başladı. limuzinde üzerine giyebileceği hiç bir şey
bulamamıştı. sırtını
ağacın hangi tarafına dayasa, soğuk rüzgar o taraftan esmeye başlıyordu.
sabahı nasıl edeceğim diye kara kara düşünürken karanlıkta parlayan bir
çift gözü fark etti. iki üç derken etrafının bir kurt sürüsü tarafından
çevirildiğini gördü. hemen yanında bulunan ağaca tırmanan zengin adam,
kısa süre sonra söverek, ağacın dibinde bekleyen kurt sürüsünün içine kendini
bıraktı.
sonuna
kadar gideceğine dair verdiği sözü tutamayacağını, artık dayanacak gücü
kalmadığını, parçalanarak yok olacağını düşünenen zengin adam, yine çok
kötü çuvallamıştı. kutlar zengin adamın
her yerini vahşice ısırıdıktan sonra çenelerini salallıyor o ama etini
koparmıyorlardı. üstelik bütün bunlar olurken adamın bilinci hiç
kapanmamıştı. sadece üşüdüğü için acı çeken zengin adam, artık yüzlerce
dişin
bedeninde açtığı yaraların her biri için inanılmaz acılar çekiyordu.
gün
ağarana kadar sürünerek ağaca çok zor yaslanabilmişti. kurtlar zengin
adamın çevresinde dolaşıyor ama saldırmıyordu. vücudunu her
kımıldatışında, zarar verdiği canlılar geliyordu aklına ama hissettiği
acı fiziksel acıdan başka bir acı değildi. akşama doğru kendini
biraz toparlayan zengin adam, kurtların hala etrafta olması nedeniyle
küçük bir ağaca tekrar çıktı. hava karardı ve o soğuk rüzgar
tekrar esmeye başladı. içinden bağırmak çağırmak geliyordu ama takati
yoktu. bir ara kendine gelen zengin adam ağaçtan düştüğünü fark etti. elleriyle dallara
tutunmaya çalıştı ama sırt üstü yere düştü. acıya alışma denemeleri hep
hüsranla sonuçlanan zengin adam, kurtlar tarafından yine delik deşik
edilmeden, ağaca çıkmak için çırpındığı sırada,
üzerine doğru tutulan çok güçlü ışık nedeniyle donakaldı.
elleriyle
ışığa engel olmaya çalışan zengin adamın karşısında, korumalarına tahsis etmiş
olduğu araç hasarsız bir şekilde duruyordu. iki büklüm vaziyette aracın şöför kapısına
yaklaştı. tam kapıyı açmak üzereyken açılan camdan, güneş gözlüklü top
sakallı helikopter pilotuyla yüz yüze geldi. şöför başıyla önce kurtları,
sonra ağacı gösterdi. ardından yine başıyla arabanın içini işaret etti
ve camı kapattı. zemini yüksek araca güçlükle bindi. arabanın içi
sıcaktı ama adam hala titriyordu. sinirden çenesi kitlenen zengin adam
konuşacak halde değildi.
ara
sıra dikiz aynasına bakıyor ama şöförle göz teması kurmamaya
çalışıyordu. limuzine ilk bindiğinde, yanında oturan iri av köpeğinden
çekinmekle ne kadar doğru yaptığını düşündü. şöföre bir şeyler söylemek
istese de asla konuşamayacaklarını anlayalı
çok uzun zaman olmuştu. kim bilir nasıl bir işkenceye doğru
götürülüyordu. giderken uslu durması için de, önceden kurt sürüsü
gönderilmişti. galiba, bu sefer isyan edeceğimi biliyordu ve arabanın
içinde tek bir köpek tarafından ısırılmamı hafif buldu, diyerek, sızlayan
yerlerini tutuyordu. arabada sadece ikisi vardı ama, şöförün hazırda
beklettiği
numaraları karşısında hiç şansım yok, diyordu. nerede, ne tepki vereceği
alayhine taktik olarak kullanılıyordu. yola dikkat etmek, sapakları
hafızaya kazımak bir işe yaramayacaktı. acizlik icinde koltuğa kıvrılıp
uzandı. şöförün yaktığı puronun kokusunu alabiliyordu.
bir
hafta önce bir ağacın tepesinde tir tir titreyen adam, aracın kliması
sayesinde çöl sıcağının vereceği azaptan korunabiliyordu. şöför zöngin
adamın beynini okuyormuş gibi tam gerektiği zamanlarda kısa molalar
veriyordu. araçta bulunan
mini buzdalabı, soğuk bira ve sandiviç doluydu. her ne kadar yolculuk
iyi geçse de varacakları yerin kendisi için berbat bir yer olacağı
kesindi. umutsuzca, şöförü alt etmenin bir yolunu bulabilir miyim, diye soruyordu
kendine.
bunun imkansız olduğunu bir türlü kabul edemiyordu. dünyaya hükmedecek
konuma geldiğine, birden her şey tersnine dönmüş tepe taklak olmuştu.
şimdi yine her şeyin ters dönmesi de pek ala mümkündü. bunu
başarabilirim, bu yolunu bulabilirim diyordu.
kaldırdığı
tozun geçip gitmesini beklemeden arabadan inen güneş gözlüklü şöför bagajı açtı ve
beklemeye başladı. bagajda deriden yapılmış, oldukça sağlam bir bavul vardı. şöförün
üstü başı
pırıl prıldı. zengin adam, şöförün gençleşmiş yüzüne bakmadan ağır
bavulu aldı. şöför bagajı
kapattıktan sonra direksiyonun başına geçti ve geldiği yöne doğru
gitmeden önce pencereyi açıp, çöl kumlarının üzerine soğuk altılı bira
attı.
zengin adam
tozun dağılmasından sonra üzeri biraz kumla kaplanmış biraların yanına
gitti ve birini açıp yudumlamaya başladı. bira saniyeler içinde
ısınmıştı. gitmesi gereken yerin uzağında bırakıldığı için, açtığı ilk
birayı kaynamadan bir dikişte içip bitirdi. fabrikada yaşadıklarından
sonra daha dikkatli olmayı kafasına koyan zengin adam, hava kararana kadar olduğu
yerde bekleyecekti. başına saracak bir şey bulmak umuduyla bavulu açtı.
bavulda büyük beden gömleklerden başka şifreli bir mücevher kutusu
vardı. gömleğin birini kafasına doladı ve ilerideki vahayı gözetlemeye
başladı.
vaha
iki ağaç kümesinden oluşuyordu ve aralarında yaklaşık dörtyüz metre vardı.
küçük olan bir futbol sahası kadardı. güçsüz görünen ağaçların arasında,
yer yer büyük kayalar vardı. büyük olan ise onun, üç, dört katıydı ve sık
ağaçların arasında ne var ne yok görünmüyordu. tekrar bavulu açan zengin adam,
bir bira daha içmek istedi ama hem sıcak olduğu için hem de idareli
kullanmak amacıyla vazgeçti. attığı boş bira kutusunu da bavula koydu.
karanlık çökene kadar mücevher kutusunu açmaya uğraştı ama başaramadı.
dolunay
ve yıldızlar her zamankinden daha parlaktı. yeşil bölgeye doğru yaklaşan zengin adam,
sesler duymaya başladığı büyük vahaya doğru yürüdü. bavulunu kumların
bittiği yerdeki bir ağacın yanına saklayarak içerilere doğru sessizce
ilerlerdi. küçük bir havuz büyüklüğündeki suyun yanında bir ateş ve
etrafına toplanmış kangurular vardı. biraz daha yaklaştığında kendisini
iki kez üzerinden atan o koltuğu ve üzerine kurulmuş yüzelli kiloluk iri
kanguruyu gördü. su içmek için kendini açığa çıkarmak istese de buna
önceki tecrübeleri engel oldu. gecenin ilerlemesiyle kangurular uykuya
daldı. toplamda ondokuz kanguru saydı. dili damağı kuruyan adamın havuza
yaklaşması imkansızdı. bavulunu alıp küçük vahayı da keşfetmek üzere
sessizce geri döndü.
her
yerini dolaştığı küçük vahada hiçbir hareket göremedi. büyük bir kayanın
altına bulduğu oyuğa, karanlık olduğu için bakmaya çekinmişti. en
son oyuğa girmeye karar veren adamın aklında ortalıkta gözükmemek vardı.
içi görünmeyen oyuğun içinde birkaç metre gitmişti ki bir yaratık
kendisine çarpıp yere yıktı ve dışarı çıktı. bir süre hareketsiz oyuğun
çıkışına bakan adam, cesaretini topladı ve bavula sarılarak dışarı
çıktı. etrafta kimseleri göremeyince tekrar oyuğa girdi. çok tedirgin
olduğu için uyumak istememesine karşın, ağırlaşan göz kapaklarına engel
olamamıştı.
yüzüne
çarpan sıcak esintiyle gözlerini açan adam, burnun dibinde duran
kanguruyu görmesiyle birlikte havaya zıpladı ve bavulu kangurunun
üzerine attı. oyuktan çıkmak için ikisi de canhıraş bir şekilde
koşuyorlardı. bu esnada birbirlerine dolaşıp yere düşüyor ama tekrar
ayağa kalkıp gün ışığına varmaya çalışıyorlardı. dışarı çıkınca adam bir
kayanın, kanguru da bir ağacın arkasına geçmişti. kanguru topallayarak
ağacın arkasından çıkarken adam da aynı şeyi yaptı. ikisinin de bir bacağı
sakattı. adam bacağına rağmen fizik olarak güçlü görünse de kanguru
oldukça çelimsiz duruyordu.
birbirlerini
kollayacak şekilde ikisi de gölge yerlere çekildiler. zengin adam bavulundan
bir bira çıkardı ancak büyük vahadan gelen ürkütücü sesleri duyunca
vazgeçti ve hemen toparlandı. sanki koçbaşıyla peşpeşe büyük kapılar kırılıyordu. kucağında tuttuğu bavulla birlikte
saklanacak mıydı yoksa kaçacak mıydı bir türlü karar veremiyordu. bu
esnada kangurunun sakin bir şekilde yerinde kaldığını ve kendisini
izlediğini fark etti. korkulacak bir şey olmadığı anlayınca fazla
bozuntuya vermeden tekrar gölgeye çekildi ve bir bira açıp içmeye
başladı. büyük vahada gürültüler ara ara gelmeye devam ediyordu.
topallayarak yanına gelince, zengin adam dayanamayarak biranın yarısını
kanguruya verdi. kanguru adamın yaptığı gibi kutunun deliğini ağızına
götürüp kafasına dikti. birayı zengin adamın yüzüne püskürtüp kutuyu havaya fırlatarak kaçtı.
kutunun
içinde kalan birayı rahatsızlık duymadan içen zengin adam, boş kutuyu
tekrar
bavula koydu ve devam eden gürültünün sebebini öğrenmek için büyük
vahaya doğru gitmeye karar verdi. bavulu yanında götürmek istemediği
gibi ortalıkta da bırakmak istemiyordu. güç bela tırmandığı bir ağacın
üzerine bavulu düşmeyecek şekilde bıraktı ve çok dikkatli bir şekilde
büyük vahadaki ağaçların arasına daldı. kangurular dağılmış her yerde
geziniyordu. öğlene doğru seslerin gelme sıklığı git gide azalmış hatta
kesilmişti. epeydir ses gelmeyince ve ortalıkta kanguru görülmez olunca,
kısılıp kaldığı çalının arasından çıkmak isteyen zengin adam, tekrar
çalıların
arasına döndü.
yakınına
gelen kanguru bir ağacın karşısına geçmiş, kuyruğundan destek alarak
ayaklarıyla ağaca vuruyordu. öyle sert vuryordu ki ağaca, ağaç
devrilecekmiş gibi oluyordu. önce portakal büyüklüğünde bir meyve düştü.
düşen meyveyi alıp kesesine koyan kanguru, ağacı tekmelemeye devam
etti. çok geçmeden bir meyve daha düştü. onu da kesesine koyan kanguru
suyun olduğu yöne doğru gitti.
ateş
yanmıyordu ve kangurular suyun etrafındaki gölgeliklere dağılmışlardı.
iri kanguru büyük ağacın gölgesindeki koltuya yayılmış, ayaklarını
uzatarak meyve yiyordu. uzaklardan yine meyve düşürmeye çalışan bir
kangurun çıkardığı ses gelmeye başladı. bir müddet sonra son kanguru da
suyun olduğu yere geldi. karnındaki keseden çıkardığı meyvelerden birini
iri kanguruya verdi ve meyvesini yemek üzere o da bir gölgeye çekildi.
meyvesini yiyen kanguru uyuklamaya başlıyordu. yakalanmadan su içmenin
imkanı yoktu. ondokuz tane kanguru sayan adam meyve bulabilmek için
tekrar ağaçların arasına daldı.
su
içemeden tek bir meyve dahi bulamadan küçük vahaya geri dönen zengin adam,
sakat kanguruyu bavulunu koyduğu ağacı tekmelerken buldu. çelimsiz
kanguru bazen ağaca vurmak isterken yere düşüyor, ağacı
tutturabildiğinde ise ağacı hiç sarsamıyordu. kangurunun buraya neden sürgün
edildiği ve zayıf kaldığı anlaşılmıştı.
zengin adam ağaçların
beslendiği suya ulaşmak için çukur kazmaya başlamıştı. gözüne
kestirdiği bir kayanın hemen dibinden, geniş ağaç kabuklarını kürek gibi
kullanarak hava kararana kadar, boyu derinliğinde bir çukur kazdı. kumun giderek
nemlediğini görünce de, bitkin düşene kadar kazmaya devam etti. şansına
kayanın eğimi tam istediği gibiydi. kazdığı çukura fazla yorulmadan inip
çıkmasını sağlıyordu.
kazdığı
çukurun içinde uyuyakalan adamı ayağına değen ıslaklık uyandırdı. çıkan
çok az suyu avucunun içinde toplayarak içti. tepesinde bekleyen çelimsiz
kanguru aşağıya inmeye korkuyordu. bavuldan aldığı boş bira kutusuna
biraz su dolduran zengin adam kutuyu çelimsiz kanguruya uzattı ama kanguru
geri geri gitti. bunun üzerine irice bir yaprağın ortasına suyu döküp
öyle verdi. suyun içen kanguru zengin adamın etrafından dönüyor havaya
zıplamaya çalışıyordu.
ertesi
gün yine ağaçları tekmeleyen kanguruların sesiyle uyanmıştı. ilk iş
kendisi ve çelimsiz kanguru için biraz su çıkardı ve nasıl meyve elde
edebileceğini düşünmeye başladı. iri kanguru ve çelimsiz kanguru
dışındaki diğer kanguruların sanki tornadan çıkmış gibi birebir aynı
oldukları dikkatinden kaçmamıştı. oyuğun gölgesinde oturan zengin adam seslerin
kesilmesini beklemeye başladı. açlığını bastırması için üçüncü birayı
açmış yudumluyordu. derken yakınlardan gelen sesi duyarak oyuğun içine
doğru çekildi. büyük vahadan bir kanguru gelmişti ve kazdığı çukurun
başında dikiliyordu.
bir
süre sonra çelimsiz kanguru, gelen kangurunun yanına gitti. gelen
kanguru karnındaki keseden bir meyve çıkarıp çelimsiz kanguruya verdi.
boyunları ve başlarıyla birbirlerini okşadılar. kardeşi gidince çelimsiz
kanguru zengin adamın yanına geldi ve meyveyi uzattı. zengin adam meyveyi ikiye böldü
ve beraber yediler. ikisi de gayet mutlu görünüyorlardı.
seher
vakti kuyuda çok az su birikiyor yarım saat geçmeden tekrar
kayboluyordu. iki üç günde bir gelen tek meyveyi beraber yiyorlardı.
meyveyi getiren kanguruyla tanışmaları gerçekten çok olaylı olabilirdi
fakat çelimsiz kangurunun araya girmesiyle her şey yolunda gitti. meyveyi
getiren kanguru zengin adama çok mesafeli duruyordu ama meyve gerçekten
çok
doyurucuydu. büyük vahadaki yiyecek sistemini çözmek için günlerce büyük
vahada casusluk yapan zengin adam sonunda çarkın nasıl döndüğünü buldu.
her
sabah on tane ağaç meyve veriyordu. yarısını iri kanguruya vermek
şartıyla, her kanguru istediği kadar meyve toplayabilirdi. ağaç başında
kavga eden, topladığı meyvenin yarısını iri kanguruya getirmeyen çok
kötü dayak yiyordu ve su içemiyordu. çelimsiz kangurunun kardeşi bazen
dört tane bazen de hiç meyve toplayamıyordu ama iki üç günde bir kendisi
yemeden, gizlice meyvesini kardeşine getiriyordu. günlerce kangurular
uyanmadan meyve toplamaya çalışmış, ağaçları takip etmiş ancak bir sonuç
elde edememişti. meyveler güneş doğduktan kısa süre sonra fırt diye olgunlaşıp öğlene kadar büyük vahayı
karış karış gezen kangurular tarafından toplanıyordu. gereksiz cesarete
kapılıp yakalanmaktan çekindiği için, gelen yarım meyve ve çukurdaki
biraz suya razı olmuştu olmasına ama bir yandan da sinsi sinsi koltuğa
geçmenin çarelerini aramaktan vazgeçmiş değildi.
kalan üç birasını içmemiş, oyuğun içinde serin bir yere, bir türlü
açamadığı mücevher kutusuyla birlikte gömmüştü. bavuldaki gömleklerini
yere sermiş, çelimsiz kanguruya beğendiği bir tanesini giydirmişti.
bavulunu bir minder gibi yanından ayrımayan zengin adam gölgeden gölgeye
koşuyor, büyük vaha hakkında elde ettiği bilgiler ışığında, düzeni ele
geçirmenin planlarını yapıyordu yapmasına ama iki topal savaşçıyla olacak
iş değildi bu.
yeil bölgenin üzerinde, gündüz yakıcı güneş, gece ay ve yıldızlar eksik olmuyorudu. ne
yağmur yağıyordu ne de bir bulut geçiyordu üzerinden. günleri sayma
girişimleri her zamanki gibi boşa giden zengin adam vakit geçirmek için kendine iş çıkarıyordu.
oyuğun önünü ağaç dallarıyla sağlamca kapatmış, giriş için küçük bir yer
bırakmıştı. oyuğa girdikten sonra içeriden deliği sıkıca kapatıyor
rahat rahat uyuyordu. çelimsiz kanguru isterse yanına geliyor, istemezse
dışarıda kalıyordu.
meyve
veren ağaçlardan on tane de küçük vahada vardı. neden meyve
vermediklerini bir türlü bulamamıştı. bu ağaçlara su taşıyabilmek için,
su kuyusuna bir merdiven yapmış ve biraz daha derinleştirmişti lakin,
sadece güneş doğmadan önce alabildiği su miktarında bir çoğalma olmamıştı.
kardeş kanguru dışında kanguruların hiçbiri küçük vahaya gelmiyordu.
meyve toplamaya çıkmadıklarında hep suyun başındaydılar. iri kanguru
suyun yanındaki büyük ağacın gölgesindeki koltuğa oturmuş, geceleri yanan
gündüzleri sönen bir ateşin karşısında, gelen meyveleri tıkınıyordu. kafası
estiğinde suyun içine girip çıkıyor krallar gibi yaşıyordu.
karnının
acıktığını hisseden zengin adam çelimsiz kangurunun da aynı dertten muzdarip
olduğunu görünce, büyük vahaya bir göz atmaya karar verdi. kaç gündür
kardeş kangurunu gelmediğini hatırlayamayan zengin adam, güneşin batmasıyla
birlikte dikkatli bir şekilde yola çıktı. çöl kumlarının bittiği yerde
oturan kanguruyu görünce hemen yere yattı. kangurun neden suyun yanında
olmadığı düşünürken, kangurunun tekrar ağaçların arasına doğru gittiğini
gördü. takip etmek için peşinden giden zengin adam birkaç dakika sonra gelen
sesler nedeniyle geri dönüp kumların üzerine tekrar yattı. beş altı
kanguru bir kanguruyu çöl kumlarına kadar kovalamıştı. hırpalanmış
vaziyette, büyük vahanın ucunda bekleyen kanguruyu takip ediyordu.
bu
kangurunun cezalandırıldığını anlaması uzun sürmedi. uzun zamandır
meyve gelmediğini de düşünce bu kangurunun kardeş kanguru olabileceğini
düşündü. kalkıp yanına gitmek çok aptalca geliyordu ancak artık bunu
denemenin zamanı geldi, dedi ve ayağa kalktı. kanguruda hiç tepki vermiyordu.
üzgün durumdaki kanguru kardeş kanguruydu. kanguruyu kolundan çekip
küçük vahaya götürmek istediyse de kanguru yerinden kımıldamadı.
haklıydı. sakat kardeşi açtı. kendisi de giderse kimse yiyecek
getirmezdi. üstelik su da yoktu diye düşündükten sonra hayır su var
dedi. oyuğa zulaladığı boş bira kutusundaki suyu ve kase şeklinde yaptığı
geniş yaprağı alıp geri geldi.
kardeş
kanguru çelimsiz kangurunun yanına gelmişti ama su kuyusunu hep kuru
vaziyette görmüştü. zengin adamın getirdiği su ile ikna olan kardeş
kanguru küçük vahaya geldi. üçü birlikte oyukta oturdular. iki kardeş
şakalaşıyor
birbirlerine sarılıyorlardı. zengin adam sadece su ile
yaşayabileceklerini
biliyordu ancak bu çok sıkıntılı olurdu. nasıl yiyecek bulacağını kara
kara düşünürken, artık üç kişiyiz ve birimiz sağlam diyerek
gülümsüyordu.
güneş
doğmadan kuyuya inen zengin adam biraz suyun çoğaldığını gördü. yedekte su
tutmak için bir bira açtı ve hızlıca içmeye başladı. bu sırada yanında
duran kardeş kanguruya bira vermeyi düşündü ama çabuk vazgeçti. boşalan
bira kutusuna su doldurdu ve zeminde kaybolan suyu izledi. yiyecek ile
ilgili sorunun çözümünü düşünmek için bir gölge arayan zengin adam, büyük bir gürültüyle
irkildi. gürültünün geldiği yere giden zengin adam, kardeş kanguruyu bir ağacı
tekmelerken buldu. hemen yanına gidip engel oldu çünkü açığa çıkmak
istemiyordu. zengin adam, ağaç ile kardeş kangurunun arasına girdi.
zengin adam,
kardeş kangurun yapacağı hareketi izlerken, kanguru gözlerini ağacın
tepesinden alamıyordu. yoksa dedi ve kafasını yukarı kaldırdı.
ağaçlardan bir tanesi meyve vermişti. zengin adam, sakat bacağına rağmen güçlü
kollarıyla ağaca çıktı ve aşağıda bekleyen kardeşlere birer tane attı.
aşağıya indiğinde kardeş kangurular meyveleri geri adama verdiler ve
beklemeye başladılar. meyveleri ortadan ikiye böldüler ve yarımşar
yediler. son kalan yarı mı da üçe bölüp öyle yediler. herkes halinden
memnundu. kardeş kanguruya da beğendiği gömleklerden birini giydirdi.
ikisi de çok mutlu görünüyordu. yiyecek sorunun çözülmesinden dolayı
zengin adam, ikisinde daha mutluydu.
büyük vaha ile ilgili planlar yapmaya devam eden zengin adam, yaklaşık bir hafta sonra
tekrar keşfe çıkmaya karar verdi. gece yine dikkatli bir şekilde
ilerleyen zengin adam, aynı yerde başka bir kangurunun durduğunu görünce
beyninde şimşekler çaktı. kardeş kanguruda olduğu gibi yanına gidemezdi.
bu yüzden geri dönüp düşünmeye başladı. büyük vahada bir çift meyve
eksilmişti ve iri kanguru bunun sorumlusu olarak gördüğü bir kanguruyu
kovmuştu. o kanguruyu buraya nasıl çekebilirdi, ekibi nasıl
çoğaltabilirdi, güneş doğana kadar bunu düşündü.
zengin adam
erken kalkıp kuyudaki merdivene biraz ek yaparak merdivenin boyunu
uzattı. suları doldurduktan sonra birlikte mevyanın olduğu ağaca
gittiler. zengin adam meyveleri hemen ağacın orada taksim etmedi. su kuyusun
yanına gelince meyveleri yere bıraktı ve kardeş kanguruların karşısında
dikildi. meyveleri böldü ve yarımşar parça taksim etti. kalan yarım
parçayı yanına alan zengin adam, kardeş kangurunun kolundan nazikçe çekti ve
çöl kumlarına kadar götürdü. tam açığa çıkmadan kardeş kanguruya önce
eliyle sürgün edilen o kanguruyu gösterdi, ardından yarım meyveyi. kardeş
kangurunun bu hemen anlamasından kolay bir şey yoktu. gürültü patırtı
bitince, ortalıkta kimseler kalmayınca, kardeş kanguru yarım meyveyi
karnındaki keseye koydu ve sürgün edilen kangurunun yanına doğru gitti.
sonunda yakalanmış olmasına rağmen bu işi uzun zaman ustalıkla yapmıştı.
zengin adam,
gelin canlarım gelin askerlerim diyordu içinden. ikisi de bir sorun
yaşanmadan, küçük vahaya zıplaya zıplaya geldi. aralarına yeni katılan
kanguruya önce su verdi. ardından beğendiği gömleğini giydirdi.
gömleklerin desenleri bir işe yaramıştı. üzerindeki desenlerden nasıl
tanıştıklarını, aralarındaki hukuku, huylarını bilebilecekti. eskiden
olduğu gibi düşman kalesindeki gediği bulmayı başarmıştı.
sabaha
kadar uyumayan zengin adam, büyük vahayı gözetledi. iri kanguru öfkelenip yine
birini sürgün etmişti. meyve veren ağaç sayısı ikiye çıkmıştı. atık
kelle başı birer tane meyve düşüyordu herkese. zengin adam adaletli davranarak
kanguruları etkisi altına almakta kararlıydı. merdivenle ağaçlara
çıkıyor meyveleri kendisi dağıtıyordı. ne gürültü patırtı oluyordu ne
da kanguruların ayakları acıyordu. hemen ertesi gün sürgün edilen
kanguruyu alması için kardeş kanguruyu göndermedi. biraz sopa yesin
bezsin, gelmesi daha kolay olur, beni de kahramanı olarak görür, diyerek bir hafta kadar bekledi.
yedi
kanguruyla birlikte sekiz baş olmuşlardı. hepsinin farklı desende
gömlekleri vardı. enine çizgili, boyuna çizgili, çapraz çizgili,
puanlı, kare hepsini birbirinden ayıran özellikleri vardı artık. artık
her sabah ilk iş olarak su içmelerine gerek yoktu çünkü su tamamen
çekilmiyordu. su kuyusunun yanına ağaç dallarından yaptığı bir masa
koymuştu. sabah sessizce meyveleri topluyor bu sofranın üzerine
koyuyorlardı. ardından herkesi fazlasıyla memnun eden taksimat
başlıyordu. birer meyveden fazla yedikleri için keyiflerine diyecek
yoktu. eşit paylaşıldıktan sonra kimse kimseye itiraz edemiyordu.
küçük
vahanın ağaçları güçleniyo,r yeni ağaçlar çıkıyordu. buna mukabil büyük
vaha seyreliyor, kuruyordu. büyük vahadakiler öyle alışmışlardı ki
düzenlerine, sürgün edilen kanguruların nereye gittiklerini umursamıyor,
burunlarının dibinde yeşeren küçük vahayı fark edemiyorlardı.
zenginlerin gözden çıkardığı, ne olup bittiğiyle ilgilenmediği fakir
mahallesiydi, küçük vaha. küçük
vahaya gelen her kanguru düzenin işleşiyişine hemen ayak uyduruyor,
adamın
yaptığı her hareketi benimsiyordu. zengin adam, iri kangurunun çıkıp
geleceği
günü hesaplayarak, kangurular arasında kesinlikle ayrım yapmıyordu. iri
kanguruyu tek başına deviremezdi. ancak tüm kangurular birden
saldırırsa, iri kangurun hiç şansı yoktu.
büyük
vahada iri kanguruyla birlikte üç kanguru kalmıştı. gece gizlice
durumlarına bakan zengin adam, iri kangurunun, kurumak üzere olan su havuzu ve eskisi
kadar meyve yiyememesi nedeniyle sinir küpü olduğunu gördü. iri kanguru
ilk günki gibi heybetli değildi biraz zayıflamıştı. zayıflamış oluşunu
bir avantaj, iyice sinirlenmesini bir dezavantaj olarak değerlendi.
küçük
vaha ulaşabileceği en iyi noktaya gelmişti. herkes her gün yeyip
içebiliyordu ve bunun için ağaç tekmelemeye gerek yoktu. meyveyi en ufak
parçasına kadar bölüşüp öyle yiyorlardı. su kuyusu havuza dönmüştü. zorba
düzenden eser kalmamıştı. son kanguruyu da aralarına katmışlardı ama
asıl pandıman kopmamıştı. iri kanguru her an gelebilirdi.
kuruyan
havuzuna ve iri cüssesine karşılık, günlük iki mevya alan iri kanguru
öfkeden kuduruyordu. meyve veren ağaç her gün değişiyordu ve o ağacı
bulmak için dolaşması, bulduktan sonra da ağacı tekmelemesi gerekiyordu.
büyük vahayı sürekli gözlemek zorunda kalan zengin adam hiç rahat
değildi. iri kangurunun aklında sadece, kendisinin kral olduğu eski
düzen vardı.
küçük vahanın durumu hala iri kangurunun dikkatini çekmemişti ama zengin
adam boş
bir anında yakalanabilirdi. bu yüzden kanguruları elinden geldiğince
bir arada tutumak istiyordu. iri kanguru geldiğinde hepsini birden
kışkırtmayı başaramazsa hem kendileri kaybederdi hem de zengin adam.
bu
tedirgin bekleyişten bunalan zengin adam, sonunda bir plan yaptı. iri kanguru
karnını doyurduktan sonra gürültü yapacak, onu küçük vahaya çekecekti.
elinde baston olarak kullandığı sağlam sopayla birlikte kanguruların
önünde duracak ve saldırcaktı. diğer kanguruların kendini takip
edeceğinden neredeyse emindi.
öğle
vakti harekete geçen zengin adam, kumların başladığı yerdeki bir ağaca
bastonuyla vurup bağırıyordu. iki dakika sonra büyük vahanın ucunda
beliren iri kanguru deliler gibi zıplayarak üzerine doğru gelmeye
başladı. bir araya topladığı kanguruların önünde duran zengin adam son darbeyi
vurmaya hazırdı.
zengin adam, ağaçların
arasından fırlayan iri kanguruya doğru bağırarak hücum ediyordu. iri
kanguru mesafeyi ayarladıktan sonra kuyruğundan destek aldı ve zengin adama
gelişine tekmeyi patlattı. neye uğradını şaşıran zengin adam kafasını
kaldırdığında gördüğü manzara karşısında büyük hayal kırıklığına uğramıştı.
kangurular kaçışıyor, iri kanguru denk getirdiği iki seksen uzatıyordu.
ayağa kalkıp oyuğa doğru gitmek istemesiyle birlikte iri kanguru tekrar
zengin adama yöneldi.
zengin adam
kendisini oyuğa zor atmış, girişi kapatmıştı ama kuru dalların arka arkaya gelen
tekmelere fazla dayanamayacağı belliydi. kalan iki bira kutusunu kafasına atmak
için eline aldı. açılan gedikten bir tanesini tam isabetle itri kangurunun kafasına
yapıştırdı. bu iri kanguruyu daha da saldırgan hale getirdi. oyuğa gelen
ışık gittikçe artıyordu zengin adam çaresizce sağına soluna bakarken mücevher
kutusunun kapağını aralık gördü. kutuyu eline aldı ve kapağını açtı.
içinde bir elektro şok cihazı vardı. kendisine vurmak üzere olan iri
kangurudan ani bir şekilde yana çekilerek kurtuldu.
oyuğun
içi iki saniyeliğine aydınlanmıştı. kısa bir süre sonra ortaya çıkan
ikinci parlamayla birlikte iri kanguru kendini dışarı atıp kaçmaya
başladı. kaçarken ağaçlara çarpan iri kanguru sanki önüne bile bakmıyordu.
bunu gören diğer kangurular şaşkın bir vaziyette oyuğun karşısında
toplandı. zengin adam elinde bira kutusuyla dışarı çıktı. aldığı ilk
darbenin verdiği sızı hiç önemli değildi. kangurulara sitem edebilirdi
ama bunun da artık bir önemi kalmamıştı.
kangurular, sergiledikleri korkaklık sonucunda,
eşit paylaşmak şartıyla, tekrar meyveleri kendileri toplamaya
başlamıştı. iri kanguru da bir daha küçük vahaya gelmemişti. zngin adam, oyuğun
önünde, bir elinde şok cihazı, ağaç dallarından yaptığı tabureye
oturmuş, gömleklerinden ayırt edebildiği kanguruları izliyordu. hiç
birası kalmayan adamın canı sıkılmıştı. iri kanguya bir göz atmak için
büyük vahaya gitti. ses çıkarmadan gizlice vardığı kurumuş havuzun
yanında, koltuğun dibinde, yerde uyuyordu iri kanguru. koltuk, iri
kanguruyu da üzerinden atmış olmalı dedi içinden ve geri döndü.
belki
haftalar, aylar bu şekilde geçmişti. zengin adam kendini yirmili yaşların başında
hissediyordu. bacağı her zamankinden iyi durumdaydı ama hala sakattı. geldiği vahanın kralıydı
ama kıytırık bir taburenin üzerinde oturuyordu. güzelim koltuk boştu,
sanki ziyan oluyordu. oturduğu taburaye bir tekme attı ve büyük vahaya,
koltuğun yanına gitti. zengin adamın geldiğini gören iri kanguru topuklayıp
kaçtı. koltuğun karşısında duran adam, koltuğa, artık buranın kralı
benim, üstelik adilim, sen artık benimsin dedi ve üzerine oturdu. tam
evet istediğim buydu diye sevinmeye başlamıştı ki sert bir darbeyle
uçarak havuza düştü.
söve
söve geldiği oyuğun önündeki tabureyi kaldırıp tekrar üzerine oturdu.
bu koltuk da ne emmeye geliyor ne gömmeye, dedi. günlerin hep aynı
geçmesi karşısında delirecekmiş gibi olan adam, belki keyif verir
umuduyla vahadaki ağaçların yapraklarını tek tek yemiş ve midesi hep çok
kötü olmuştu.
zengin adamın
eski hastalığı nüksetmişti. kendisinden rahat koltukta oturanı
kaldırmış ama kendisi o koltuğa oturamamıştı. neyi yanlış yapıyordı ama
neyi. iri kangurudan ne farkı vardı. her şeyi daha güzel hale
getirmişti. artık bir kişinin rahatı için kalanlar çile çekmiyordu. bu
koltuk kendisinden daha ne istiyordu.
bunu
öğrenmenin tek bir yolu vardı. ertesi gün meyve taksimatı yapılacağı
sırada sofranın başına geçti ve şok cihazını çatırdatarak meyvelerin
yarsını aldı. buna karşı çıkmak isteyen, üzerinde artı desenli gömlek olan
kanguruyu da şok vererek yere yapıştırdı. meyveleri oyuğa götürdükten
sonra suyun başına dikildi ve su içmeye gelen içi boş daire desenli gömleği olan
kanguruyu yine şok vererek perişan etti. aranızda hala insan olduğunu
düşünen hayvalar var, diye bağırıyordu.
kanguruların
hepsini bu düzene alıştırması kolay olmadı. gömleğini çıkaranları
kızarttı. meyveyi ağaçtan düşer düşmez yiyeni acıdan kıvrandırdı. tüm
kanguruların itaat ettiğini gördükten sonra takrar koltuğun yanına gitti
ve bir şey demeden üzerine oturdu.
koltuk
bunun için vardı. koltuk zulmedenler için cazip ve konforluydu. koltuk
bunun için tasarlanmıştı. akıllı canlıların ilk yaptığı şey bir ev
değil, koltuktu ve ona sadece güçlüler oturabilirdi. güçsüzlerin yeri,
yerdi, topraktı, çamurdu. güçlüler her zaman yukarıda ve yüksekte olmak
zorundaydı.
su
ve yiyecekten uzakta saltanat sürmenin bir anlamı yoktu. tek başına
taşıyamayacağı için koltuğu çekip götürmeleri için kanguruları organize
etti. sarmaşıklardan yaptığı koşumları bağladığı kanguruları sıcak
demeden çalıştırdı. nihayet oyuğun önden duran koltuğuna kurulabilmişti.
gece olunca yanmaya başlayan ateşin ortasına kıytırık tabureyi fırlatıp
attı. zengin adamın koltuğa oturduğunu gören iri kanguruda sürüne sürüne gelip
biat etmişti. işte diyordu zengin adam bir yolu var. öyle tersine dönüyorsa
böyle de tersine dönebilir.
koltuğuna
kavuşan zengin adamın aklında şimdi kendisini buraya getiren şöför vardı. onu
nasıl halledeceğini, tıpkı bu vaha gibi yıllardır eziyetini çektiği bu
yeri komple ele geçirebileceğini düşünüyordu. vahaya bir hiç olarak
geldiği gün aklının ucundan bile geçmiyordu.
zaman
geçtikçe sıkılan, vahanın üzerine çıkamayan zengin adam, artık kangurulara
küçük şeyler yüzünden işkence yapmaya başlamışlardı. kanguruların hepsi
bu doyumsuz zengin adam karşısında iri kanguruyu arar hale gelmişti. yine
durduk yere çarpı desenli gömleği giyen kanguruya şok vermek için elindeki
cihazı uzatan adam şok oldu. elektro şok cizasının şarjı bitmişti.
koltukta
otururken, bu durumu fark eden var mı diye göz ucuyla bütün kanguruları
takibe almıştı ki çok geçmedi çelimsiz kanguru koltuğun yanından
geçerek oyuğun içine girdi ve kesesini meyveyle doldurmuş bir şekilde
dışarı çıktı. diğer kangurular çelimsiz kangurunun yanında toplandı. bir
eliyle meyve yiyen çelimsiz kanguru diğer eliyle kesinden çıkardığı
meyveleri yanındaki kangurulara dağıtıryordu. zengin adam son bir kolpayla
koltuktan fırladı ama alev desenli gömleği giyen kangurunun tekmesiyle
koltuğa geri yapıştı.
kısa
süren isyanın neticesinde zengin adam, iri kanguru ve koltuk çöl kumlarını
boylamıştı. iri kanguru zengin adama sağlam bir tekme attı ve büyük vahaya doğru
zıplayarak gitti. zengin adam koltuktan destek alarak ayağa kalkmak istedi
ancak buna gücü olmadığı için kendini koltuğun üzerine bıraktı. ne
yapacağını bilemez durumdaki zengin adama bir darbe de koltuktan geldi.
zengin adam
ardında küçücük bir yıldız bırakmayan güneş gibi batmıştı. ders
çıkarmaya dair en ufak bir kaygısı yoktu içinde. başarmıştım, ele
geçirmiştim, elde etmiştim diyordu içinden.
açlığa
ve susuzluğa dayanamayarak birkaç kez iki vahaya da giderek şansını
denemiş, iki taraftan da dayak yiyerek çöl kumuna geri dönmek zorunda
kalmıştı. öğlen sıcağında yine bir yolu var, bir yolu olmalı diye
sayıklarken, sırtında çuval bulunan bir deve zengin adama doğru yaklaştı ve
yanına çöktü. çuvalda su, yiyecek ve kanguru desenli bir gömlek vardı.
gömleği başına doladıktan sonra deveye bindi ve vahadan uzaklaştı.
gece
gündüz demeden, hiç durmadan yürüyen deveye karşı, olumsuz bir düşünce
gelmemesi için aklını hiç alakasız şeylerle meşgul etmeye çalışıyordu.
torbada su ve yiyecek vardı. devenin üzerinden atlarsa veya deve zengin adamı
sırtından atarsa, deveye bir daha binemeyebilir ve karşısına bir yer
çıkana kadar yürümek zorunda kalabilirdi.
geceleri
hava soğamaya başladıktan birkaç gün sonra, deve önlerini kesen geniş
bir otoyolun kenarında çöktü ve bir daha da kalkmadı. gömleği üzerine
giyen zengin adam çuvalı omzuna attı ve uzaktan yüksek binaları görünen şehre
doğru yürümeye başladı. şehire anayoldan girmek istemediği için yan
yollardan birine atladı. yanından geçtiği her evin önünde mezarlar
vardı. mezarların başında, ölen kişinin adı ve ölüm nedeni yazan, on
santim genişliğinde, yarım metre yüksekliğinde, barkodlu metal levhalar
vardı. virüs, virüs, virüs hepsi virüsten ölmüştü. hemen sırtındaki
gömleği çıkarıp ağzını burnunu kapatacak şekilde boynuna doladı.
her
ne kadar ölmeyeceğini bilse de hastalığa yeniden yakalanarak, azap
çekmek veya bedeninin abuk subuk şekillere girmesini istemiyordu. yirmi
yaşında görünen ama yüz yıldan çok fazla yaşamış bir zengin adamdı artık.
yürümeye devam eden zengin adam, kilometrelerce büyüklüğündeki alanın
mezarlığa
dönüştüğü gördü ve bu şehirden kimse sağ kutulmuş olamaz diyerek geri
dönmeye karar verdi. bir ara bağışıklık kazanmış olma ihtimalini
düşünerek güzel bir spor otomobile yaklaşmış ama direksiyondaki iskeleti
görüce hemen oradan uzaklaşmıştı. evlere girmeden, araçlara kesinlikle
yaklaşmadan hızlıca şehirden uzaklaşmak istiyordu.
tekrar
otobana çıktığında gömleğini sırtına geçirdi. güneş batana kadar
yürümeyi planlayan zengin adam, arkasından gelen arabanın sesini duyunca, yol
kenarında bulunan drenaj kanalına yatıp saklandı. arabanın yanından
geçip gitmesini umuyordu ama araç durdu. kimin geldiğini görmek için
kafasını kaldırdığında ise çok geçti. iki tane robot zengin adamı tuttukları
gibi karantina aracının içine attı. minibüsün dikiz aynasına öfkeyle
bakan adam, şöför koltuğundan başka bir şey göremedi. insana çok benzeyen
robotları göğüs kısımlarında geniş bir ekran vardı.
robotların
sesli iletişim fonksiyonları devrede değildi. sorulara cevap
vermiyorlardı. tek bildikleri şey programlandıkları işi yapmaktı. karşı
gelindiğinde nasıl bir yöntem uyguladıklarını öğrenmemek için robotları
takip etmek oldukça mantıklıydı. robotların alnında zengin adamın sahibi olduğu
şirketin logusu vardı. şirket insanlara hizmet edecek, insanların
yapamadığı pis ve zor işleri yapacak teknolojiler geliştirmeyi
hedeflemişti. robotların hareket kabiliyetine hayran kalan zengin adamın zaman
algısı allak bullaktı. makinaların bu hale gelebilmesi için ne kadar
zaman geçtiğini düşünmek yerine, aracın arka camından dışarıya bakarak,
şehire neler olduğunu görmek istedi.
havaalanına
geldiklerinde, zengin adamı her tarafı naylonla kaplı, tekerlekli bir kabinin
içine soktular. uçak hangarı, izole bölmelerle dolu dev bir hastaneye
dönüştürülmüştü. tamamı boş olan bölmelerin birinin önünde zengin adamı
kabinden çıkarıp bölmenin içine soktular. beş dakika sonra iki robot
geldi. biri o işe göre tasarlanmış eliyle ateşini ve tansiyonunu ölçtü.
diğeri aynı şekilde parmağına küçük bir iğne batırıp iki damla kan ve
ayrıca ağızından, burnundan tahlil için örnek aldı. en son bileğine
hayati fonksiyonlarını izleyen elektronik bir cihaz takıp dışarı
çıktılar.
yemek
diye getirdikleri şey yine zengin adamın sahibi olduğu hazır gıda tesislerinde
üretilmişti. üzerindeki tarih zengin adamın hasta olduğu tarihten onyedi yıl
sonrasına aitti. sabaha kadar robotun biri geldi biri gitti. seyyar
cihazlarla zengin adamın tüm vücudunu taradılar. nihayet yanına, elinde, zengin adamın
fiziğine uygun şekilde üretilmiş bir baston bulunan bir robot geldi.
bileğindeki elektronik cihazı söktü. yerine, üzerinde onbir haneli bir
sayı ve bağışıklık kazanmış engelli birey hafif işte çalışmaya uygundur
yazan bir bileklik taktı.
iyi
olduğuna sevinen zengin adam çekip gitmek istiyordu fakat çalışmaya uygundur
ibaresi, işte yine başlıyoruz, demesine neden olmuştu. hangarın çıkışında
zengin adamı bir robota zimmetlediler. robot bilekliğini tarayıcısına
okuttu. kaçmak için uygun fırsat kollamaktan başka çaresi yoktu.
sokalarda
binlerce robot ve sürücüsüz araç vardı. binalardan, içine kemik
dolurdulmuş ceset torbalarıyla çıkıyorlardı. gideceği yerde kendisi gibi
bağışıklık kazanmış biriyle karşılaşamayacağından artık emindi. virüse
karşı geliştirilen en etkili ilaçları hep elinin altında tutmuştu. salgının ölümcül
hale gelip hızla dünyaya yayılmaya başlama ihtimalini hesap ederek,
virüsten kurtulmak için aldığı tedbirleri hatırladı. büyük büyük
dedesinden kalma kaleye en iyi doktorları aileleriyle beraber
yollamıştı. kalenin etrafında beş kilometrelik bir güvenlik ağı kurmuş,
binlerce paralı askeri, özel korumayı bu alana yerleştirmişti. gerekli
olan her türlü malzemeyi ikişer üçer yedekleriyle temin etmiş, güvenli
yerlerde muhafaza altına almıştı. tek bir amacı vardı. hayatta kalmak.
şimdi amacına ulaşmış bir şekilde, ölü bir şehrin caddelerinde, tek
canlı insan olarak dolaşıyordu.
şehrin
merkezindeki bir gökdelenin alt katındaki büyük otopark, ölülerin
başına dikilen metal levhaların hazırladığı bir atölyeye
dönüştürülmüştü. robotlar girdikleri binalarda bulunan cesetlerin kimlik
tespitini yapar yapmaz, bilgiler makinanın bilgisayarındaki ekrana
düşüyordu. makina bir taraftan hazır metal levhayı alıyor, üzerine bir
seri numarasıyla birlikte, biliniyorsa ölenin adını, bilinmiyorsa
isimsiz yazıyordu.
yapacağı
iş basitti. bir iş yapmayacaktı. bu işi yapan bir robot zaten vardı.
buraya getirilmişti çünkü yaşayan son insan olarak yapacağı bir iş
kalmamıştı. yazılım ne yapacağını bilemediği için kendince böyle bir
sonuca varmıştı. yapılacak işler arasında en hafifi buydu. ölüleri kayıt
altına almak.
robot
işini yaparken zengin adam diğer bilisayarın arşivinden dünyaya neler olduğunu
olduğunu araştırmaya başladı. ateşler içinde helikoptere bindirildiği
tarihten itibaren yirmibeş yıllık kayıt vardı. bugünün tarihi ise elli
yıl sonrayı gösteriyordu. yani zengin adam fiziken yirmi yaş civarındaydı.
virüs
yıllarca kontrol altında tutulmuştu. bunun için binlerce ilaç
geliştirilmiş fakat virüsün bu ilaçlara göre sürekli değişim geçirerek
kötü yönde etkili olması engellenememişti. zengin adam bu hikayeyi aslında çok
iyi biliyordu. sahibi olduğu ilaç şirketlerin politikası virüsü yok
etmek değil, tedavi karşılığında tüm dünyayı kendine bağımlı hale
getirmekti. bunu bütün insanlara çip takmak izleyecekti. bu polikaya paralel olarak güvenlik, karantina, tedavi ve
rehabilitasyon süreçlerinde kullanılmak üzere bu robotların üretilmesi
amaçlanmıştı.
anlaşılan,
adam hastalanıp yatağa düştükten sonra da bu plana uzun süre sadık
kalınmıştı. ancak çalışmalar bir yerde kontrolden çıkmış, virüs ölümcül
bir dalgayla tüm dünyayı kırıp geçirmişti. aslında bu da zengin adamın
beklediği ve tasarladığı bir sonuçtu. zengin adam sonsuza kadar kendisine yar
olmayanın, kimseye yar olmamasını da istemişti. en kötü ihtimalle yok
olacağını düşünen zengin adamın hesaba katmadığı tek şey, karşısına çıkan
ölümsüzlüğün niteliksiz olma ihtimaliydi.
neredeyse elli yıldır bu berbat yerde sürünüyordu. sakat bir bacak ve
binlerce robotla, içi insan iskeletleriyle dolu bir şehirde tek başıma
yaşayacağım. galiba bu sefer son durağa geldim, dedi. robotların başına geçse ne
yapacaktı. onlar zaten yapmaları gerekeni yapıyordu. yaşayan başka
birini bulabilecek miydi. sokaklarda, caddelerde dolaşan adam gördükleri
karşısında yıkılmıştı. şehrin merkezinden dışına doğru tüm konutlar
işyerleri robotlar tafafından temizleniyordu. önce cesetler taşınıyor,
ardından çöp tanımına uyan ne varda geri dönüşüm tesislerini
götürülüyordu. robotlar birkaç kez önünü kesmiş, bilekliğini taradıktan
sonra işlerine devam etmişlerdi. herhangi bir binaya girip
kalabiliyordu. her yer hazır yiyecek otomatlarıyla doluydu. yiyecek
almak ücretliydi fakat bankaların kapısı açıktı ve paralar ortadaydı.
kendini
boğuluyormuş gibi hisseden zengin adam bir gece gizlice kaçmak isterken
yakalanmış, tekrar sağlık kontrollerinden geçirilmiş, aynı işe geri
verilmişti. bilgisayardaki arşive bakmak istemiyordu. en yüksek binanın
tepesinde bir hafta yaşamış, hiçbir tat alamamıştı. robotlarla birlikte
dolaşmaya başlayan zengin adam onlara yardım ediyordu. ceset torbalarını
doldururken, mezarlarına toprak atarken aslında kendini defnediyordu.
evleri, sokakları temizlerken aslında düşüncelerini temizlemeye
çalışıyordu.
iki
yıl boyunca robotlarla çalıştıktan sonra nihayet şehideki tüm cesetler
gömülmüş ve şehir temizlenmişti. tüm şehire virüs taraması yapıldıktan
sonra ordu gibi hareket eden robotlar, şehrin belirli bölgelerinde
toplanmaya başladılar. tüm şehir en ücra köşesine kadar dezenfekte
edilmişti. bütün işler bittikten sonra bir robot elindeki metal levhayı
vermek için zengin adamın yanına geldi. kimliği tespit edilemeyen kişi, bu
şehir içindeki her şeyle beraber, yaşayan bir hak sahibi ortaya çıkana
kadar sizindir. sağlıklı günler. yazıyordu. alsan alınmaz satsan
satılmaz dedi. şehrin giriş çıkışında ve belirli noktalarında güvenlik
işiyle ilgilen robotlar kalmıştı. ara sıra, ben hayatta kaldıysam başkaları da
olabilir, diyordu ama ne yapacağını düşünemiyordu.
robotlar
şehirden ayrılmasına izin vermiyordu. sakat bacağı neredeyse
iyileşmişti. çok az aksamasına rağmen istese bastonsuz yürüyebilirdi ama hem alıştığı için hem de
hızlı hareket edebilmek için bastonla yürümeye devam etti. robotların
bilgi işlem ve kordinasyon merkezini bulmuştu ama içerideki sistemlerden
anlamıyordu ve gitmek istediğinden de artık emin değildi. robotlara
gözlerindeki sorunu anlatamamıştı. burada geçirdiği zaman boyunca çok az
renk görebilmişti. keşke siyah beyaz gördüğümü hiç fark edemeseydim,
grilerle yaşamak daha kolay olurdu dedi.
gökdelene
yakın bir parkta yaşıyordu. ağaçların ortasında
bulunan alana küçük bir kulübe yapmıştı. tüm sehri bisikletle dolaşıyor
bazen akşam olunca dilediği bir evde kalabiliyordu. yine böyle
bir akşam evlerden birine kalmak için girmişti. erkenden yatmak istediği
sırada sokaklardan motorlu araç sesleri ve korkunç gürültüler gelmeye
başladı. korkuya kapılan zengin adam neler olup bittiğini araştırmak için
sokaklarda saklanarak ilerledi. şehri temizleyen ve koruyan robotların bir kısmı
parçalanmıştı. ortalık farklı insansız arabalar ve farklı robotlar
vardı. robotların bilgi işlem merkesine gün ağarınca varan zengin adam,
baş belası güneş gözlüklü adamı gördü. kendisi gibi o da çok genç biriydi artık.
sadık yardımcısı ve koruma müdürünü yanından ayırmıyordu.
öğlene
doğru şehirdeki tüm robotları ele geçirmiş, bir askeri birlik gibi
hepsini
stadyumda toplamıştı. yanında parti kıyafeti giymiş başkaları da vardı.
bunlar şatoda eğlenenler olmalı, dedi. güneş gözlüklü genç, visrüsten
arta kalan dünyanın
tek hakimi olmak için robotları birer savaşçıya dönüştürüyordu.
kendine, peki düşmanları kim, diye sorarken, içinde bulunduğu şehir gibi
başka şehirlerin
de olabileceğini düşündü.
daha
fazla bu şehirde kalamazdı. bir an önce güvenli bir yere gitmeli, ele
geçirilmemiş başka şehirler varsa, onlardan birine ulaşarak ne
yapacağını bulmalıydı. çünkü yaptığı kulübe
robotlar tarafından bulunmuştu, ve kulübeyi yıkıp parçalayan robotlar
şimdi zengin adamın peşindeydi.
şehri
nasıl terk edeceğini düşünen zengin adamı saklandığı yerde bir robot
buldu. karşı koymak için elindeki bastonu havaya kaldırdığında, robotun
göğsündeki ekranda yazan, beni takip et, yazısını gördü. güneş gözlüklü
adamın son nurmarası demek bu, diyerek, dikkatli bir şekilde robotu
takip etti. şehri avucunun içi gibi bilen zengin adam, ormana çıkan
yağmur suyu
kanallarının girişine geldiklerinde biraz rahatlamıştı. sonunda bir
şeyler öğrenebileceği birini bulduğunu düşünen zengin adam, robotla
ormanın derinliklerine kadar gitti.
robota
soru sorduğunda cevap göğsünde
yazılı olarak veriliyordu. özet olarak, virüs ilk ortaya çıktıktan
sonraki otuz yıllık süre zarfında tüm insanlığı yok etmiş. son
kalan insanlar bu robotları geliştirmiş durumu tersine çevirmeye
çalışmış. elektronik çip takılarak sürekli kontrol altında tutulan
insanlar kırsaldan şehir merkezlerine toplanmış, karşı gelenler
karantina kurallarına uymadıkları gerekçesiyle imha edilmiş. insanların
birbiriyle temasını sıfıra indirmek için tüm işler robotlara
yaptırılmış.
bütün insanlar öldükten sonra robotlar programlandıkları şekilde
işlerini yapmaya devam etmişler. ta ki nereden geldiği bilinmeyen güneş
gözlüklü adam robot üretim
fabrikasını ele geçirene kadar. insanların psikolojisi daha az
etkilensin amacıyla başlatılan, makinalara sentetik deri giydirme
projesini tamamlamış ve insana birebir benzeyen daha doğrusu kendi
keyfine göre robotlar üretmeye başlamış. o güne kadar üretilen robotları
dilediği gibi programlayacak giriş anahtarı ve şifreleri ele geçirmiş.
sadık yardımcısı, koruma müdürü ve etrafındaki parti insanları da
aslında birer robotmuş ve güneş gözlüklü adamın arzularını yerine
getirmeye
programlanmış. güneş gölüklü adam, şehirlerin insan kalıntılarından
temizlenmesini bekliyor ve
sonra o şehiri kendi robotlarıyla gelip işgal ediyormuş. bu şekilde
yanındakilerle dilediği yere gider dilediği senaryoyu yaşayıp
eğlenirmiş. bütün dünyayı bu şekilde dolaşmış ve her yeri
ele geçirmiş bir şehir hariç. robot herkesin ölmediğini, iki kişinin
kaldığını, üretildiği ilk günden beri biliyormuş. küresel
robot ağından sıradan bir robot olarak görünmesine rağmen, belleğinde
gömülü halde bulunan
programından kimsenin haberi yokmuş. dünyayı talan eden güneş gözlüklü
adamı yıllardır takip ederken, bir bacağı sakat olan ikinci kişiye
yardım
etmek için bekliyormuş. güneş gözlüklü adam son şehiri de ele
geçirdikten sonra tüm hayvanları, ağaçları kısaca organik yaşamı
öldürecek bir virüsü daha dünyaya yayacakmış. amacı, dünyayı tamamen
beton ve
çelikle kaplamak, kendisine şeksiz şüphesiz itaat eden robotlarla
doldurmakmış. zengin adam da güneş gözlüklü adam gibi robotlara ve
programlamaya müdahale edebilirmiş. çünkü ikisinin parmak izleri ve
retinaları hatta dnaları aynıymış. son şehre gidip oranın bilgi işlem
merkezindeki bilgisayara müdahale edebilirmiş. oradaki robotları
organize ederek güneş gözlüklü adamı mağlup edebilirmiş. ardından virüs
laboratuvarını ve kalan tüm robotları imha ederek dünyayı asli
hüvviyetine kavuşturabilirmiş. bunu başarabilmesi için yaşayan ikinci
insana
yardım etmeye hazırmış. hatta hayvanların, ağaçların, bitkilerin tamamı
da kendilerine destek olmak için bekliyorlarmış. kanguru desenli
gömleğiyle şehre geldiği günden beri bunları zengin adama anlatacak
uygun zamanı bekliyormuş ve o zaman gelmiş.
zengin
adam, peki o şehir nerede nasıl gideceğiz, diye sorunca robotttan bir
yanıt gelmedi. bunun bir oyun olduğunu düşünmeye başladığı sırada, orman
yolunda beliren atlı bir araba yanlarına geldi ve durdu. at hurdalıktaki o
asil attı. robotla birlikte arabaya bindikten hemen sonra at hareket
etti. yolculuk sırasında üzerlerinde sürekli kuş sürüleri uçuyor,
çevredeki dronların ve uyduların kendilerini görmemelerini sağlıyordu.
at hangi yolun güvenli olduğunu biliyor ve ona göre gidiyordu. robota
başına gelenler ile ilgili açıklama yapmasını istediğinde, robot, bilgi
bulunamadı, yazısıyla karşılık veriyordu. şehre vardıklarında, şehrin
kendi güvenlik ağına girdikleri için ve daha rahat hareket etmeye
başladılar. ancak prosedür gereği at ve kendisi tekrar sağlık taramasından geçirildi. tüm
bunlar olurken robot yardımcı zengin adamın yanından ayrılmadı. şehirde
cesetleri gömme işi bitmiş ve dezenfektan işlemine başlanmıştı. bu da
demek oluyordu ki yakında buraya da saldırılacak.
şehrin
bilgi işlem merkezine vardıklarında, yardımcı robot zengin adama bir
hafıza kartı verdi. zengin adam ana bilgisayarın bulunduğu odaya parmak izi ve
retina taraması yapıldıktan sonra girdi. hafıza kartını okuyucuya
yerleştirdi. ardından neyin değiştiğini görmek için dışarı çıktı.
şehirdeki tüm robotlar yaptıkları işi bıramış ve profesyonel ordu
askerleri gibi hazırlığa başlamışlardı. olan biteni şaşkınlıkla izleyen
zengin adamın yanına gelen yardımcı robotun göğsünde, ilk aşama
başarıyla gerçekleşti, yazıyordu.
at
arabasının yanına giden zengin adam karınca yuvasına dönen şehirde ne
yapacağını bilmiyordu. atın koşumlarını söktü ve üzerine bindi.
caddelerde sokaklarda dolaşan zengin adam, robotların silahlandığını
görünce kendini büyük bir komutan gibi hissetti ve omuzlarını geriye
atarak, başını dik tutarak yapılanları takip etmeye başladı. bir hafta
boyunca süren aralıksız çalışmalar neticesinde şehirde bir savunma hattı
oluşturulmuştu. yerlerini alan robotlar gelecek saldırıya karşılık
vermeye hazırdı.
nihayet
yardımcı robot o günün geldiğini haber vermek için zengin adamın
yanına, iri av köpeğiyle birlikte geldi. zengin adam köpeğin başını
okşadıktan sonra ata binerek girşine doğru hareket etmek istedi. ancak
robotun göğsünde, köpeği takip et, yazıyordu. köpek bir gökdelenin
önünde durdu ve zendin adama baktı. zengin adam atından indi ve köpekle
birlikte en üst kata çıktı. gözlüklü adamın ordusu şehre doğru
yaklaşıyordu ve kurulan pusudan habersizdi. önden gönderdiği robotlar
çok rahat bir şekilde şehrin sokaklarında ilerliyordu. bunun ardından
tüm birliklerini şehre süren güneş gözlüklü adam da en arkada yer alarak
ordusunu takip etti. işgal ordusu istenilen noktaya kadar ilerlediğinde
gözyüzünde bulunan şahin pençesinde taşıdığı patlayıcıyı robotların
üzerine bıraktı. ilk patlamanın ardından her yerden ateş edilmeye
başlanmıştı. şehrin sokaklarına çok rahat giren güneş gözlüklü adamın
robotları aynı anda başlayan bu saldırı karşısında kısa sürede imha
edildi.
aşağı
inerek tekrar atına binen zengin adamın bacağı tamamen iyileşmişti ve
artık bir lise talebesi gibi görünüyordu. diğer robotlarla birlikte
parti robotları, sadık yarımcısı ve koruma müdürü klonlarıyla birlikte
paramparca edilmişti. son şehrin robotları ve yırtıcı hayvanların
ortasında diz çökmüş vaziyette bekleyen güneş gözlüklü adamın yanına
vardı. o da ondört onbeş yaşında gösteriyordu. eliyle ayağa kalkmasını
istedi. dünya yaşanacak hale getirilene kadar tutuklusun, ondan sonra
seni serbest bırakacağım, dedi ve atını şaha kaldırdıktan sonra
gökdelenine geri döndü.
güneş
gözlüklü adam hapsedilmişti ama yapılacak iş bitmemişti. yardımcı
robot, köpek ve zengin adam gökdelenin tepesinden, savaş sonrası şehrin
tekrar toparlanmasını izliyordu. yardımcı robotun göğsünde, ikinci aşama
başarıyla tamamlandı, üçüncü aşama için onay, yazıyordu. bu aşamada,
hala güneş gözlüklü adama biat etmiş durumda olan robotların imhası ve
biyolojik
silah üreten laboratuvarların yok edilmesi vardı. ayrıca bilgi
depolayabilen her türlü cihaz ve bilimsel kaynak imha edilecekti.
öncelikle robotların
yazılımları birbiriyle savaşacak şekilde güncellenenecek, buna paralel
olarak virüs yayan merkezlerle birlikte tüm teknolojik altyapı yerle bir
edilecekti. tek yapması gereken
bilgi işlem merkezine giderek programın uydular aracılığıyla tüm dünyaya
aktarılmasını sağlamaktı.
yardımcı
robottan aldığı yeni hafıza kartını ana bilgisayarın okuyucusuna
yerleştirirken, attığı bu adımın, dünya üzerindeki teknolojiyi bitirecek
olayın başlangıcı olduğunu biliyordu. kısa bir süre sonra gerekeni yaptı
ve gökdelenine geri döndü. gökdelenin en üst katı bilgisayar ve
ekranlarla donatılmıştı. dünya üzerindeki şehirleri, ölümcül tesisleri
son durumlarıyla birlikte anlık gösteriyordu.
birkaç
gün sonra robotların elindeki şehirler birbirine girmeye başladı. bu
sırada zengin adam gökdelene yakın bir parkın içinde bulunan üç çınar
ağacının ortasına bir kulübe yapıyordu. yardımcı robot, hergün onlarca
şehrin birbirini yok ettiğini, bir o kadar nükleer santralin, zararlı
fabrikanın ve bilişim merkezinin kullanılamaz hale getirildiğini haber vermek için zengin
adamın yanına geliyordu. zengin adam kulubeyi bitirdiğinde teknoloji
kıyımı da bitmek üzereydi.
yardımcı
robot, dördüncü aşama başarıyla tamamlandı, beşinci aşama için onay,
yazısıyla karşısında dikiliyordu. zengin adam artık sekiz on yaşlarında
bir çocuk gibi görünüyordu. beşinci aşama son aşamaydı. dünya üzerinde
sadece bulunduğu şehirde ve yörüngede bulunan uydularda teknoloji kalmıştı. şehirdeki robotların ve
bilgi işlem merkezinin yok edilmesi için tek yapması gereken yardımcı
robota, tamam demesiydi. zengin adam tamam demenden ata bindi ve şehirde
dolaşmaya başladı. robotlar caddeleri temizliyor kırılanı döküleni
tamir ediyordu. hayvanlar da şehirde diledikleri gibi dolaşıyor
istedikleri yerde kalabiliyordu.
atın
üzerindeki zengin adam kendisini takip eden yardımcı robota döndü ve
tamam dedi. bunun ardından robotlar, yakınlarındaki veri depolama
sistemlerini imha ettikten sonra, sıraya girerek şehrin dışındaki
boş arazide toplanmaya başladılar. ilk gelen robotlar iş makinalarının
yardımıyla devasa bir çukur kazıyordu. çukuru genişletip derinleştirmek
için diğer robotlar da hiç durmadan çalıştılar. nihayet çukur tüm
robotları alacak kadar büyüyünce hepsi teker teker içine girmeye
başladı. robotların bazıları da bu esnada, içlerinde yanıcı madde
bulunan varilleri, kapakları açık vaziette çukura yuvarlıyordu. en son
yardımcı robot da içine girmek üzereyken zengin adam, sen kal, seninle
işim bitmedi, dedi. çukurda toplanan robotlar kendilerini çevrimdışı
yaptıktan sonra çukur ateşe verildi.
gökdelenin
tepesinden, günlerce yanan ateşi izleyen zengin adam çok durgundu. bu
esnada yörüngelerinden çıkarılar uydular atmosfere girerek parçalanırken
alevler saçıyordu.
nihayet ateş sönünce çukurun başına varan zengin adam çukurun hayvanlar
tarafından kapatıldığını gördü. yardımcı robotun göğsünde, hata, beşinci
aşama başarısız, yazıyordu. hata uyarısın altında, yeniden başlat,
hazırda beklet ve
hatayı yoksay, şeklinde üç seçenek bulunuyordu.
beş altı yaşalarında görünen zengin adam, yardımcı robota, beni takip et
dedi. üç çınarın ortasındaki kulübeye geldiklerinde, kulübenin yerinde
olmadığını, onun yerinde bir ağaç fidan olduğunu gördüler. zengin adam,
yardımcı robota, git güneş gözlüklü adamı getir, sen ikimizi gömdükten
sonra kendini yok edeceksin, dedi.
yardımcı
robot, güneş gözlüklü adamı üç yaşlarında bir bebek olarak buldu. bebeği
kucağına alarak geri dönen yardımcı robot, küçük fidanın büyüyerek genç
bir ağaç olduğunu gördü. bu genç ağacın yanında bir terazi duruyordu.
terazinin yukarıdaki kefesi toprak dolu ve içinden yeni
toğraktan çıkmış çok küçük bir fidan vardı. aşağıdaki kesfesinde ise bir
anahtar bulunuyordu.
zengin
adam, genç ağacın yere eğilmiş bir dalının ucunda bulunan tek geniş
yaprağın
üzerinde duruyordu. yardımcı robot kucağındaki bebeği de bu yaprağın
üzerine diğer bebeğin yanına yatırdı. genç ağaç büyüyüp güçlendikçe,
eğilmiş dalının ucundaki tek büyük yaprağın içinde bulunan
bebekler küçülüyordu. yardımcı robot enerjisi azaldıktan sonra, sırtını
bir taşa yaslayıp oturmuştu. son görevini bekleyen robotun göğsündeki bir
hata uyarısı olduğu gibi duruyordu.
tüm bunlar kısa süre içerisinde olurken, üç çınarın gövdesinde birer kapı
belirmeye başladı.
çınar ağaçlarının kapıları kiliydi ve kapıların üzerinde işaret ve
rakamlar belirmişti. bir kapının üzerinde bir örümcek kabartması, ortadakinin
üzerinde sıfır, diğerinin üzerinde bir yazıyordu.
dalın
ucundaki büyük tek yaprak iyice küçülen bebekleri sarıp sarmalarken
şeffalaştı. karşılıklı duran bebekler cenin haline dönüşürken dal
hareket ederek terazinin üzerine doğru gitmeye başladı. nihayet içinde
fidan bulunan kefenin üzerine gelince durdu. dalın ucundaki şeffaf
yaprak o kadar küçüldü ki sonunda bir damlaya dönüştü. o damla kısa bir
süre sonra fidanın yeşerdiği toprağa damladı. anahtarın bulunduğu kefe
yukarı doğru hareket ederken hikayenin nasıl devam edeceğini kimse kesin olarak bilmiyordu...
02.04.2020 - 24.04.2020