28 Şubat 2023 Salı
27 Şubat 2023 Pazartesi
26 Şubat 2023 Pazar
25 Şubat 2023 Cumartesi
türküseven
bazen kendimi tanıyamıyorum
öyle ki
tanıdığım birileri varmış gibi
sanki bugüne kadar birini tanıyabildiğimden emin olmuşum gibi
kendime bakıp
diyorum ki
sen kimsin
ben
cevabını bulana
konuyu çözene kadar
türküseven'im
23 Şubat 2023 Perşembe
dün akşam kardeşimi annem ile birlikte ziyaret ettik
evlerinden çıkıp evimize doğru yürürken
caminin köşesindeki sokak başına duran
koyu renkli reno megan araca doğru yürüyorduk
araca iyice yaklaştımızda anneme dedimki
şimdi inip bize ateş edecekler
annem heyecanla dedi ki
o aracı gördüğümden beri aynı şeyi düşünüyorum
galiba annemi sandığımdan fazla seviyorum
17 Şubat 2023 Cuma
türküseven - hikayeler
28 haziran 2001 perşembe malatya
yalnızca kendisinin duyabileceği bir sesle söylediği
türküyü bitirip, yirmialtı yıl önce aldığı, artık boyana boyana her
yeri rengarenk olmuş, eski mahalle aralarında sıkça görülen
cinsten olan bisikletinden inerek mezarlığın sıva yüzü
görmemiş, taşlarının arasındaki çimentoları un gibi dağılmaya
yüz tutmuş duvarına dayadı emektar dostunu.yirmialtı yıldır
her sabah olduğu gibi yine mezarlığın kapısındaydı işte.
paçaları yere sürünmekten iplik iplik olmuş, koyu kahverengi
kumaşının üzerinde yer yer leke izleri görülen eski
pantolonunun cebinden çıkardığı anahtarlık grubundan seçtiği
anahtar ile, mezarlığın büyük kapısının iki kanadını birbirine
bağlayan kalın zincirin ucundaki devasa denebilecek asma
kilidi açarken bunu düşünüyordu. tam yirmialtı yıl.hasta
olduğunda da, belediyeden izin alıp, hemen bekçi kulübesinin
arkasına gömdüğü annesinin ölümünde de sabah namazından
sonra yine kendisi açmıştı gri kesme taşlarla örülü mezarlık
duvarının ortasında duran büyük kapıyı. aslında duvarlar da o
kadar yüksek değildi. çok fazla gayret gösterilmeden bile
duvarın üzerinden rahatlıkla atlanabilirdi. dolayısıyla şu koca
kapı ve zincirin ucunda asılı duran büyük kilidin fazla bir işlevi
olduğu söylenemezdi. ama yılların alışkanlığı ile her akşam
çıkarken mutlaka kilitliyordu kapıyı.
hiç evlenmemişti. bir kardeşi vardı ama onu da annesi
öldüğünden beri, neredeyse on yıldır hiç görmüyordu. ekmek
parası derdine koca şehirlerden birine çekip gitmişti işte
seneler önce. köydeki evine arada sırada ettiği telefondan
anlıyordu kardeşin sağ salim olduğunu. bayramda seyranda,
yarım ağızla da olsa hal hatır sormak için arıyordu en azından.
babasını ise hiç tanımamıştı. annesinin anlattıklarından ve
hala evde asılı duran iyice solmuş eski bir siyah beyaz
resimden tanıyordu sadece babasını. yirmidört yaşında,
zonguldak’ta yaptığı askerlikten sonra, başlamıştı mezarlık
bekçiliğine.elli yaşındaydı ve bu yaşına kadar tek başına
mezarlığın bekçiliğini ve bakımını üstlenmişti. kendini aşan
işler olduğunda ise haftada bir gelen belediye mezarlıklar
müdürüne durumu arz eder, onun göndereceği işçileri beklerdi.
cenaze olduğu günler belediyenin eski püskü bir arabasıyla
birkaç işçi gelir, bekçi kulübesinin az ilerisindeki malzeme
kulübesinden kazma küreklerini alırlar, kendisinin gösterdiği
yere mezarı kazarlarken o da işçilerin getirdiği defin ruhsatının
fotokopisiyle cenazeyi mezarlık kayıt kütüğüne kaydeder sonra
gündelik işlerine koyulurdu. mezarlığı komple dolaşır, kırılmış
ağaç dallarını, rüzgarla uçup gelen çöp vesaireyi toplar, bütün
2
mezarları kontrol ederdi.son bir kaç yıldır ise daha da
dikkatliydi mezarlığı dolaşırken. kendi mezarlığında hiç
olmamıştı ama bazı mezarlıklara dadanan mezar hırsızlarını
ve taze cesetlere musallat olan sapıkları duymuştu o da. cuma
günleri ve bayramlarda ise kulübesinden pek çıkmazdı. çok
kalabalık oluyordu o günlerde. küçüklüğünden beri sevmemişti
kalabalığı.
mezarlığın kapısının iki kanadını da ardına kadar açtı.
zinciri bir kanadın paslanmaya yüz tutmuş demirlerine sarıp
ucundaki kilidi yeniden kilitledi. duvara yasladığı bisikleti alıp
bekçi kulübesinin yanındaki, seneler önce kendi diktiği
asmanın artık neredeyse bir ağaca dönmüş kalın gövdesine
dayadı.yıllardır bu asmanın üzümünü yiyordu. ağustos
aylarının başında olgunlaşan çekirdeksiz üzüm için köyden
gelenler oluyor, evlerine sepet sepet üzüm taşıyorlardı.o
tarihlerde mezar kazmak veya bakım için gelen belediye
işçileri de bu güzel asmanın üzümlerinden nasiplerini
alıyorlardı.
etrafına bir göz gezdirdi sonra.yıllardır yapıyordu aynı
şeyi. artık alışmıştı; sabahın bu erken saatinde mezarlığın
sessizliğini dinler, havayı koklar, bir olağanüstülük olup
olmadığını anlamaya çalışırdı. eh işte bu gün de ortalık
sakindi, kuşlar çoktan ötmeye başlamış, toprak altındaki
karıncalar böcekler hareketlenmişlerdi yeni gün için. ellerini
kaldırıp her gün yaptığı gibi, ebedi mekanlarında istirahat eden
tüm mezarlık sakinlerinin ruhlarına bir fatiha okudu. her sabah
gelince ve her akşam giderken aksatmıyordu. nasırlı ellerini
yüzüne götürüp duasını bitirdi.
aynı anahtarlık grubunun içinden seçtiği bir anahtar ile
bekçi kulübesinin eski tahta kapısını açıp içeri girdi. sabah
güneşinin vurduğu, duvarları beyaz kireç boyalı küçük kulübe
toz kokuyordu. bir küçük masa ve yanında küçük bir dolap, iki
tahta iskemle, elektrikli bir ısıtıcı ve ocak, neredeyse odanın
yarısını kaplayan kocaman bir dosya dolabından başka doğru
düzgün malzeme yoktu kulübede. normalde bir insanın burada
yirmialtı yılını geçirmesi imkansız gibi görünüyordu ama o
alışmıştı işte. seviyordu burayı. elinde tuttuğu anahtarları
cebine koyup masanın çekmecesinden çıkardığı en az on
senelik transistörlü radyonun adaptörünü prize takıp düğmesini
çevirdi. saat altı olmak üzereydi. biraz sonra türküler başlardı.
tek eğlencesi radyosuydu işte. masanın yanına dolanıp küçük
dolabı açtı. kullanıla kullanıla kararmış eski çaydanlıkla demliği
3
aldı. çay pakedini ve şekerlik niyetine kullandığı kulbu kopuk
bir kupayı çıkardı. elektrikli ocağın fişini prize takıp dışarı çıktı.
bisikletini dayadığı asmanın az ilerisindeki çeşmede çaydanlığı
ve demliği çalkalayıp çaydanlığa su doldurdu. mezarlığın
hemen her yerinde bir sürü çeşme vardı ama kulübenin
yanındaki bu çeşmenin suyunun tadı ona daha bir güzel
geliyordu sanki.
iki elinde tuttuğu çaydanlık ve demlikle tekrar kulübeye
döndü. çaydanlığı telleri kızarmış ocağın üstüne koyar koymaz
damlayan sular cızırdadı önce. hemen arkasından da ses
kesildi. demliği de çaydanlığın üzerine yerleştirip çay pakedini
aldı. radyoda türküler çalarken demliğe göz kararıyla çay
koymaya başlamıştı ki birden irkildi. arkasında bir şey
hissetmişti. bir an için korkudan ödü patlamıştı. halbuki geçen
yıllar boyunca mezarlığa alışmış, başkaları gibi mezarlığın
kasvetinden etkilenmez olmuştu.
korkarak kapıya doğru döndü. sırım gibi uzun boylu,
sabahın körü olmasına rağmen, esrarengiz görünmek için
bilerek taktıkları açıkça anlaşılan, siyah güneş gözlüklü,
kapkara giysili iki adam dikiliyordu küçük kulübesinin
kapısında. bu kadar erken saatte, hele hele bu kılıkta iki adam
görmeyi tabii ki beklemiyordu. neredeyse ikisinin de boyları
eşitti ama arkada duran basamakta durandan daha kısa gibi
görünüyordu. kısacık sürede yüzlerini inceledi gelenlerin.
herhangi bir ifade göremedi iki suratta da. buz gibi
ifadesizdiler. koca mezarlığın gri taşlı duvarlarından bile mana
çıkarabilirdi ama bu ikisi taştan da beter görünüyordu. siyah
camlı güneş gözlüklerinin arkasında gizlenmiş olan gözlerden
de bir anlam çıkarabilmesi mümkün değildi. önlerini ilikledikleri
koyu renk ceketlerinin altında, ikisinde de beyaz gömlek ve
yine koyu renk kravat vardı. pantolonlarındaki ütünün
keskinliğine hayret etti bir an için. jilet gibi ütü tabirine gayet
güzel birer örnek teşkil ediyorlardı. ayaklarındaki rugan
ayakkabılar ise sanki az önce mağazadan alınmış gibi pırıl
pırıldılar. kısa süreli incelemesinden sonra kendini toparlayıp
elindeki çay poşetini masanın üzerine bıraktı.
“buyrun?” dedi sesindeki korkudan ve şaşkınlıktan
kaynaklanan titremeyi bastırmaya çalışarak. bunu
başarabildiğinden pek emin değildi. çünkü gerçekten korkmuş
ve şaşırmıştı.
4
önde duran bir adım daha yaklaşıp elini ceketinin yan
cebine atınca korkusu bir kat daha arttı aniden. ömründe bu
kadar korktuğunu hatırlamıyordu. öyle ya bu adamlar kimdi?
iyiler miydi, kötüler miydi? bu insan azmanı herif cebinden ne
çıkaracaktı?
adamın cebinden çıkan kağıdı görünce belirgin bir
şekilde rahatladı. “mezarlık görevlisi sen misin?” diyen adamı
belli belirsiz duymuştu. adamın kendisine uzattığı kağıdı gayri
ihtiyari bir şekilde aldı. belediyenin defin ruhsatıydı bu. imzayı
kontrol etti ama defin ruhsatında isim yoktu.
“e bunda isim yok” dedi adama bakarak. iyice
rahatladığı sesindeki titremenin kaybolmasından anlaşılıyordu.
“isimsiz olacak” dedi kağıdı uzatan adam. “mezarlık
kayıt kütüğüne işlenmeyecek, mezar sahibini soranlara isimsiz
bir gariban diyeceksin. mezar uzak bir köşeye kazılacak. biz
daha sonra gelip mezar taşı ve çevresi ile de ilgileneceğiz.”
bir elindeki kağıda baktı, bir karşısındaki adama.defin
ruhsatı, isim haricinde tamamdı. imzası mührü düzgün
görünüyordu.oldukça hızlı konuşan adama tekrar baktı.
“işçiler niye gelmedi” diye sordu adama. “mezar
kazacak işçiler ?”
“sen kazacaksın mezarı. başka kimse olmayacak.
yeterli zamanın var öğle namazından sonraya kadar. ayrıca
karşılığını da alacaksın.”
iyice afalladı ama ses de çıkaramadı. otuzlu yaşlarda
görünen adam sanki bir makine gibi ifadesiz konuşuyordu.
nedenini bilmiyordu ama içgüdüleri itiraz etmemesi gerektiğini
söyledi. üzerindeki çaydanlıktan cızırtılar gelen elektrikli
ocağın fişini prizden çekti. tek kelime etmeden kapıya doğru
yönelince kendisiyle konuşan adam kenara çekilip yol verdi.
dışarıda duran ise bir adım geriledi.
kulübeden çıkınca ilk dikkatini çeken, mezarlık
kapısının dışına, yolun hemen kenarına park edilmiş simsiyah
cip oldu. ister istemez “bu adamlar siyahtan başka renk
bilmezler mi? “ diye geçirdi içinden. yerdeki tozları kaldırarak
hızlı adımlarla malzeme kulübesine doğru yürüdü. bir yandan
da gelen arabanın sesini niye duymadığını soruyordu kendi
5
kendine. malzeme kulübesinin kilidini çevirdiğinde kapı
gıcırdayarak açıldı. yağlanma vakti gelmişti anlaşılan ama
şimdi bunun sırası değildi.saplarını daha bir hafta önce
boyadığı, işçilerin kullandığı kazma ve küreklerden birer tane
seçti, kapının kenarına koydu. naaş üzerine konacak
tahtalardan da beş tane aldı. cenazeyi mezara kadar indirmek
için kullanılan birkaç metre uzunluktaki iki kalın ipi almayı
unutmadı. eh başka malzemeye ihtiyacı yoktu.
kapıyı yeniden kilitleyip ipleri kangal yaparak omzuna
geçirdi, kazma ve küreği de aynı omzuna, tahtaları diğer
omzuna yükleyip yürümeye başladı. kendisiyle konuşan adam
peşinden gelirken ötekinin bekçi kulübesinin önünden
kıpırdamadığını gördü.”hayrolsun bakalım” diye geçirdi
içinden. ama meraktan ölecekti nerdeyse. bu herifler kimdi?
asıl merak ettiği ise bu cenaze neyin nesiydi ? ya ünlü bir
kişiydi ya da devlet büyüklerinden biri. e iyi de ne diye asri
mezarlığa değil de buraya getiriyorlardı ki ? madem önemli
biriydi belediye mezarlığına değil asri mezarlığa götürülmeliydi.
buraya genellikle kendi köyü ile birlikte çevredeki birkaç köyün
ve şehirli ama asri mezarlıkta mezar yeri satın alamayacak
durumda olanların cenazeleri defnediliyordu. arkasında
yürüyen adamın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.
“giriş kapısına uzak olsun yer. ama mezarlık içi yola da
yakın olsun” diyordu arkasından.
hafifçe yan dönerek yürümeye devam etti, sağ
omzunun üzerinden arkadan gelen adama şöyle bir baktı.hiç
sesini çıkarmamak en iyisiydi.
* * *
küreği içinde bulunduğu mezardan dışarı fırlattığında
kendi köyünün camisinden gelen öğle ezanının sesini duydu.
malatya şehir merkezine yaklaşık on kilometre uzaklıkta olan
köyü, şehre en yakın köydü. mezarlık köye birkaç yüz metre
uzaklıkta olduğu için köyün kendine ait ayrı bir mezarlığı yoktu.
zıplayarak mezardan çıktı. . alnında boncuk boncuk birikmiş
terler güneş altında parlıyordu. yorulmuştu. gelen belediye
işçilerine bazen yardım ederdi mezar kazmakta, oradan
biliyordu mezarın ne şekilde kazılacağını ama tek başına
mezar kazmamıştı şimdiye kadar. zor işti. mezarın az
ötesindeki badem ağacının gölgesine adeta yığılır gibi bıraktı
kendini. birazcık nefeslendikten sonra gömleğinin cebindeki
6
paketten bir sigara çıkarıp isten kararmış, benzin kokulu
muhtar çakmağıyla yaktı. sigarasından derin bir nefes
çekerken kara giysili adamın, gözlerini göremese de, kara
gözlükler ardından kendini izlediğini hissetti. adama doğru
döndü.
“kurban merak ettim, sabahtan beri mezarın içinde
aklımda bin soruyla cebelleştim durdum.vefat eden kim ki ?
herhalde büyük bir adam öyle mi ?”
adam cevap vermeden önce kendisine doğru yürüdü.
iki adım kala durup tepesine dikildi. yine buz gibiydi sesi.
“soru sormak yok. bu günü hiç yaşanmamış farz
edeceksin. ne bizi görmüş olacaksın ne biraz sonra
göreceklerini. mezarı soranlara ise garibin biri olduğunu
söyleyeceksin. anlaştık mı ?”
“tamam tamam anlaştık. sormamış farz et” diye
cevapladı hemen yanıbaşında dikilen adamı.ne diyebilirdi ki?
adamın ortaya çıkıverişi, davranışları, konuşmaları başka
seçenek bırakmıyordu kendine.
yaklaşık onbeş dakika sessizlik içerisinde geçti. ağacın
gölgesinde dinlenmiş, ağrıyan kollarını ovuşturmuş, yaktığı
ikinci sigarayı yeni söndürmüştü ki bir cep telefonu sesi
duyuldu. adam hemen seri adımlarla yanından uzaklaşıp
telefona cevap verdi. kulak kabarttı ama ne konuştuklarını
duyamadı. zaten konuşma da çok kısa sürdü.
“geliyorlar, dedi siyah giysili adam elindeki telefonun
kapağını kapatırken. “başka bir şey var mı ? eksik bir şey kaldı
mı ? “ diye sordu aceleci aceleci.
“yok” dedi tekrar tepesinde dikilen adama.“yalnız” diye
devam etti ürkerek. “cenazeyi tek başıma indiremem mezara.
naaşı mezara koyarken yardım etmeniz lazım.”
“tamam” diye yanıtladı karşısındaki herif hiç
uzatmadan.
mezarlık giriş kapısı yönünden gelen motor sesini aynı
anda duydular ve içgüdüsel bir hareketle ikisi de kapıya doğru
baktılar. gelen araba sabahtan beri dışarıda duran cipin
aynısıydı. araba bir öncekinin önünde durur durmaz içinden
7
şoförle beraber dört adam indi. mezarcı irkilerek yerinden
doğruldu. “lan bu ne be?” diye söylendi ancak kendi
duyabileceği bir sesle. gelen adamların dördü de bu ikisi gibi
kapkara giysiler içindeydiler, tabii siyah güneş gözlükleriyle
beraber. uzaktan görüyor olmakla beraber onların da uzun
boylu olduklarını kestirmek güç değildi. arabadan inen
adamlarla kulübenin yanında beklemekte olan diğeri kısa bir
şeyler konuştuktan sonra onlardan biri kulübenin yanında
kalırken diğer üçü kendilerine doğru yürümeye başladılar.
gelen adamlar yaklaşık ellişer metre arayla durup gruptan
ayrılarak yolun kenarına dizildiler. yanlarına sadece biri geldi.
sonradan gelen adam tam yanlarına ulaşmıştı ki
mezarlık kapısından giren konvoyu gördüler. önde
deminkilerle aynı model iki cip, sonra dört tane siyah büyük
lüks araba en sonda da yine bir cip daha vardı. kazdığı
mezarın yaklaşık on metre ötesinde yolun iyice kenarına
yanaşıp duran konvoydaki araçlardan en baştaki ve en sondaki
ciplerden yine kapkara giysili adamların indiğini görünce artık
pes etti. “lan bunlar hangi fabrikadan çıktılar be ? hepsi bir
örnek yahu!” diye söylendi. oldukça yüksek sesle
düşündüğünü sabahtan beri ecel gibi başında dikilip duran
adamın kafasını ani bir hareketle ve çok kısa süre için
kendisine çevirmesinden anladı ve sustu. gelen bu ilginç
konvoyu izlemeye devam etti.
ön ve arkadaki ciplerden inen adamlar hemen etrafa
dağılmışlardı kısa aralıklarla. sonra lüks arabaların şoförlerinin
indiklerini gördü. aynı anda şoförlerin yanındaki herifler de indi.
onların da ötekiler gibi gece karanlığı kadar siyah elbiseler
içinde olmalarına şaşırmadı bu sefer. sadece en sondaki lüks
arabadan inen diğerlerine göre birkaç yaş daha büyük
görünüyordu, herhalde kırklı yaşlarında olsa gerekti.
elbisesinin rengi yine koyu olmasına rağmen kapkara
denemezdi. ayrıca güneş gözlüğü de takmamıştı. işte buna
şaşırdı. sonra ilk üç arabanın arka koltuklarından ikişer yaşlı
adam indi gençlerin açtığı kapılardan. en sondaki arabadan ise
35 yaşlarında bir hanımla yaşlıca bir kadın ve olsa olsa 30
yaşında denebilecek bir erkek indi. baştan ikinci cipten ise bir
şoförle, başındaki beyaz namaz takkesinden imam olduğu
anlaşılan genç biri indi sadece.
hemen kafasında gördüğü manzarayı bir daha tahlil
etti. arkadaki arabadan inen kadınlardan biri ölen adamın
karısı, öteki kızı, adam ise oğluydu herhalde. ön koltuktan inen
8
de galiba yakınlarından biriydi. öbür arabalardan inen yaşlılar
ise herhalde arkadaşları, dostları olmalıydı. bir örnek giyinmiş
heyula gibi adamlar ise korumalar olsa gerekti.
mezara doğru ilerleyen gruba tekrar dikkatle baktı. biri
yetmişli yaşlarını geçmiş öteki yılların ortalarında iki kadın, yine
otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiği bir delikanlı ve altı yaşlı
adam ile koruma veya yakın akraba olması kuvvetle muhtemel
olan ama elbisesinin rengi farklı olan bir başka adam. hepsini
iyice inceledi. kadınları ve delikanlı ile öteki adamı ilk kez
gördüğüne emindi ama altı yaşlı adam kendisine hiç yabancı
gelmedi. altısını da bir yerlerde gördüğüne emindi. ya
gazetelerde resimleri çıkmıştı ya da akşamları, köydeki
arkadaşlarıyla okey oynarken oturduğu kahvede yarım
yamalak izlediği televizyonda görmüştü. kim olduklarını
çıkaramadı ama mutlaka gördüğüne emindi. ya bol paralı iş
adamları olsa gerekti ya da eski devlet büyükleri.
imam dikkatinden kaçmamıştı. çok genç biriydi.
başındaki namaz takkesi ve elindeki kur’an imam olduğunun
işaretleriydi. ama diğerleri gibi bu imamı da ilk kez görüyordu.
şehirdeki hemen hemen bütün cami imamlarını cenazelerde
ya da arife günleri insanlar dua için geldiklerinde görmüştü
burada. bir camiye yeni atanmış biri olması gerektiğine karar
verdi.
bunları düşünürken mezarın bir iki metre ilerisinde
toplanmış olan kalabalıktaki herkesin oldukça üzgün olduğunu
iki kadının ise ağladığını gördü. ama görmeye alışkın olduğu
gibi bağırlarını parçalarcasına çırpınıp haykırarak
ağlamıyorlardı. yalnızca kesik kesik hıçkırıkları duyuluyordu.
acıdı hallerine. insanın sevdiği birini kaybetmesi gerçekten zor
bir durumdu. içinden rahmet okudu.
ilk önce gelip de tepesinden ayrılmayan adamın öteki
adamlara işaret ettiğini gördü. işareti alan adamlardan ikisi ve
dört şoför ikinci cipe aceleci adımlarla gidip arabanın arka
kapağını açtılar. son derece dikkatli bir şekilde, fazla gösterişli
olmayan bir tabutu aracın arkasından indirdiler. omuzlarına
alıp kendi açtığı mezara doğru ilerlediklerini görünce, mezar
başında bulunan herkesin de aynı şekilde tabutu taşıyanları
izlediğini fark etti.
9
tabutu taşıyan altı adam, etrafındaki herkesin
bakışlarının üzerlerinde olduğunu bilerek, son derece dikkatli
ve yavaş bir biçimde tabutu mezarın kenarına indirdiler. tüm
hareketleri adeta önceden programlanmış gibiydi. ikisi
dikkatlice tabutun kapağını açtı. sonra hep birlikte, beyaz
kefene sarılı cesedi tabuttan çıkarıp yerde serili iki ipin üzerine
koydular. bu sırada kadınlardan gelen hıçkırıkların biraz daha
yükseldiğini fark etti. bir taraftan da imamın okuduğu ayetler
duyuluyordu.
artık sıranın kendisine geldiğini anlamıştı.yaşından
beklenmeyecek bir çeviklikle mezarın içine atladı. cenazeyi
mezara indirecek adamları yönlendirmeye başladı. iki kişiyi
mezarın öbür tarafına geçirdi. iki ipi birer birer onlara uzattı.
dört kişi dengeli bir şekilde cesedi mezara indirirken o da
içerden eliyle yön veriyordu.cenaze mezarın tabanına ulaşınca
ipleri kurtarıp mezar dışına attı. sonra cenazeyi sağına doğru
yatırdı. mezarın baş tarafında duran tahtaları cenazenin
üzerine yerleştirerek yine çevik bir hareketle mezardan çıktı.
badem ağacının altında duran küreği alarak mezara toprak
atmaya yeltenmişti ki yaşlı kadının sesi duyuldu.
“dur evladım, önce ben atayım” diyerek elini uzatmış,
küreği bekliyordu. itiraz etmeden küreği kadına uzattı. yaşlı
kadın güçlükle de olsa mezardan çıkan toprağa küreği
daldırarak az bir miktar toprağı mezara attı. ancak üç dört
kürek kadar toprak atıp titremesine hakim olamadığı elleriyle
küreği genç kadına uzattı. o da aynı şekilde birkaç kürek
toprağı mezara attı. sonra genç adam arkasından da yaşlı
adamlar sırayla aynı hareketi tekrar ettiler. geri kalan toprağı
atarak mezarı düzeltmek için en son toprak atan adamdan
küreği alırken bir an için göz göze geldiler. içinin eridiğini
hissetti. ve emindi, bu adamı ve ötekileri illaki bir yerlerde
görmüştü.
adamdan aldığı kürekle fazla uğraşmadan mezarı
tamamen kapattı, üzerini düzeltti. küreği bir kenara bırakıp
genç imamın yönlendirmesiyle, diğer herkes gibi ellerini açarak
dualara iştirak etti. duaların bitmesini müteakip öncelikle yaşlı
adamlar arabalarına doğru yürüdüler ama binmeyip toplanarak
kendi aralarında konuşmaya başladılar. kadınlarla genç
adamın mezarın başında bir süre daha beklediklerini görünce
malzemelerini yeniden omuzladı kulübesine doğru yürüdü.
10
omzundakileri malzeme kulübesine koyarak kapısını
kilitledi. kendi kulübesine geçerek bir sigara daha yaktı. bir
yandan da sabahtan yarım bıraktığı çayı demleme işine
girişerek elektrikli ocağın fişini prize taktı. sigarasını yarılamıştı
ki konvoy önünden geçerek şehre doğru uzaklaşmaya başladı.
arabaların arkasından bakarken ilk gelenlerin kapıya doğru
yaklaştıklarını gördü. kendisi de dışarı doğru yöneldi. kapının
ağzında çok kısa bir süre konuşmadan durdular. sessizliği
bozan yine kendisiydi.
“merak etmeyin, cenazenin kime ait olduğunu
sormayacağım. sanırım bilinmesini istemiyorsunuz.
soracağım şey mezar için yapmamı istediğiniz herhangi birşey
olup olmadığıdır. “ mezarın oturması için beklenmesi gereken
sürenin sonunda yapılırdı mezar taşı ve çevre betonları.
cenaze toprağa verilir verilmez yapılanlar birkaç gün içerisinde
çatlayıp kırılıyordu mezar oturdukça.
sabahki tedirginliğini atmıştı üzerinden. konuşurken
biraz daha kendine güvenir tarzda konuşmuştu bu sefer.
“hayır herhangi birşey yapılmayacak. biz daha sonra
gelip mezar taşı işini hallederiz” diyen yine hep konuşandı.
öteki adamın dilsiz olduğuna hükmetti. bu sırada konuşan
adam ceketinin iç cebinden kalınca bir zarf çıkarmış kendisine
uzatıyordu.
“bu ne ?”
“sana bu günü unutturacak, bizi aklından çıkaracak,
ağzını sıkı tutmanı sağlayacak, sana epeyce yetecek kadar
para.”
“ama paraya ne gerek var” diye geveledi, ancak yine
de zarfa uzandı. eh biraz para fena olmazdı. gerçi bu günü
kimseye anlatmaya niyetli değildi ama köydeki evinin çatı
tamirine ihtiyacı vardı. zarfı alıp pantolonun arka cebine koydu.
adamlar, rugan ayakkabılarıyla yerden toz kaldırarak
arabalarına doğru yürürlerken kendisiyle konuşan yolun
ortasında tekrar durdu. yavaş hareketlerle olduğu yerde
gerisin geriye dönerken öteki çoktan arabanın şoför mahalline
kurulmuştu bile.
11
“bak” dedi yolun ortasında duran. yine kara gözlükler
arkasından bakıp, yine dağlar ardından konuşuyordu sanki.
“bizim kulağımız deliktir, bu gün buraya gelenleri, neler
olduğunu etraftan duyacak olursak seni ziyarete tekrar geliriz.
ve o gelişimizde seni zahmetten kurtarır mezarını biz kazarız.”
buz gibi söylediği bu sözlerin arkasından dönüp gitti.
ötekinin çoktan çalıştırdığı arabaya bindi. adamların
arkasından bakarken, ensesinden aşağı akan terin sıcak
havadan mı yoksa ürpermesinden mi kaynaklandığını
anlayamadı.
* * *
31 ocak 1990 çarşamba ankara
kalın, koyu gri yünlü paltosunu sırtına geçirirken
omzunun ağrıdığını hissetti. sanki binlerce küçük iğne
batırılıyordu etine. itiraf etmeliydi ki yaşlanmıştı artık. dışarıda
parlak ama insanın kemiklerini ısıtmaktan uzak bir kış güneşi
vardı, bir hafta önce yağan kar kalkmaya başlamış, insanın
içini ürperten kurşuni bulutlar kaybolmuş, pırıl pırıl bir gökyüzü
insanlara merhaba demişti iki gündür. ancak gündüz eriyen kar
suları, gece donuyor, çatıların kenarlarından mızrak misali
sivri buz parçaları sallanıyor, kaldırımlar ve caddeler cam gibi
bu oluyor ve sabahın bu erken saatlerinde yolda yürümeyi
zorlaştırıyordu. gerçi fazla yürümeyecekti, sokağın karşısında,
evinin hizasında park ettiği, oğlunun ısrarları sonucu aldığı
ikinci el arabasına kadar birkaç metre yürümesi yeterli olacaktı.
eskiden olsa itiraz eder, gideceği yere otobüsle gitmek için
inatlaşır, hatta bu havalarda bu kadar kalın paltoya bile ihtiyaç
duymazdı. ama oğlunun ısrarlarına karşı gelememişti.
koskoca profesör olmuştu, atatürkçü düşünce derneği
başkanıydı, sözü dinlenen biriydi. ama prof.
muharrem paksoy’u da dinlemeyenler
çıkıyordu işte. aslında pek fazla da itiraz edememişti geçen
yaz oğlu bu arabayı almak için ısrar ederken. şoförlüğünde
sorun yoktu, yıllar önce aldığı ehliyetin hakkını verecek kadar
iyi şofördü, bazı zamanlar oğlunun ya da kendi yakın
arkadaşlarının arabalarına binip kısa gezintiler yapıyordu.
fakat kendisine bir araba alma ihtiyacı duymamıştı o zamana
kadar. sabahları otobüsle derneğe gidiyor, oradan gidecek yeri
varsa dernek arabası işini görüyordu. haftada bir cuma günleri
üniversitede verdiği derslere de otobüsle gidiyordu hep. ancak
soğuk günlerde arabasına binip de duraklarda titreyerek,
12
ağzından burnundan buhar partikülleri çıkartarak beklemediği
için oğluna itiraz etmemekle iyi yaptığını da düşünüyordu
bazen.
içi tüylü, kalın tabanlı, fermuarlı siyah botlarını ayağına
geçirdi. botlar iyiydi sıcak tutuyordu ama yılların alışkanlığıyla
ayağına yine çift çorap giymeyi ihmal etmemişti yine de. biraz
üzerlerine basarak ayaklarına giydiği botların fermuarını
çekmek için yere eğildiğinde omzunun ağrısından yüzünü
buruşturdu. bu sefer binlerce küçük iğne yerine sanki kocaman
bir hançer saplamışlardı. canı çok yanmıştı. doktora gitse iyi
olacaktı.
“iyi misin muharrem ?” karsının endişeli sesini duydu.
yüzüne bakmadı ama yüzünde de endişenin derin izlerinin
oluştuğuna emindi. 42 yıllık karısıydı. acı çekmesine
dayanamaması normaldi. yüzünü buruşturduğunu görmüş
olmalıydı. artık yaşlılık lekeleri iyice belirginleşmeye başlayan
ama hala kibar olan ellerinde kendi çalışma çantasını
tutuyordu. kapıdan çıkarken eline tutuşturup, senelerdir yaptığı
gibi uğurlayacaktı üşenmeden. az önce kalktıkları mütevazı
kahvaltı masasında torunlarının doğum günü için alacakları
hediyeyi konuşmuşlar, altı yaşındaki sevimli velede en uygun
olarak bisiklette karar kılmışlardı. baharı dört gözle
bekleyeceklerinden, fakat zaman zaman sabredemeyip
havanın güzel olduğu günlerde bisiklete binmeye can
atacaklarından emindiler. baharda ise babasının kontrolünde
yavaş yavaş binmeye başlardı.iyice öğrenene kadar yaz da
gelmiş olurdu zaten.
“iyiyim hanım, bir şeyim yok merak etme. omzum
ağrımış biraz. herhalde gece ters yatmış olmalıyım” diye
cevapladı karısını. “kireçlenme var, bazen çok acı çekiyorum
çok ağrıyor” diye doğruyu söyleyip de durduk yerde kadını
üzmenin manası yoktu. kendi başının çaresine bakardı nasıl
olsa. allah beterinden saklamalıydı. içinden yaşlandığını yine
söyledi kendi kendine. ecel fazla uzakta olmamalıydı.
on metre uzağında olduğundan habersizdi.
* * *
onbeş dakikadır aynı yeri süpürüyorlardı. dikkatli
bakan bir göz kendilerini mutlaka fark ederdi ama güneşin
parlamasına rağmen soğuk olan bu havada kimsenin onlara
13
aldırış ettiği yoktu. üç kişiydiler. eski, kir içindeki kıyafetleri,
birbirine karışmış saç - sakalları ile hallerinden bıkmış,
doğdukları güne lanet eden bakımsız belediye işçilerini
andırıyorlardı. biri el arabasını tutuyor, öteki güya yerleri
süpürüyor, üçüncüsü de süpürgecinin süpürdüğü pislikleri
elindeki kürekle el arabasına dolduruyordu.
uzaktan bakıldığında belediye işçilerinden farkları yok
gibiydi. ama onbeş dakikadır aynı yeri temizlemelerine rağmen
el arabasında sadece birkaç kürek çamur vardı o kadar. ayrıca
en büyük eksikleri elleriydi. yakından bakan biri ellerini görse
bir dolap döndüğünü hemen anlardı. çünkü uzun zaman
boyunca güneşte, karda, sıcakta, soğukta çalışmış insanların
elleri gibi çatlak, nasırlı ve kirli değildi elleri.
“abi bu moruk nerede kaldı ya ?” diye ortalığa sordu
elindeki ucuna uzun bir sopa geçirilmiş olan büyükçe çalı
süpürgesini tutan süpürgeci.
“inşallah gece hastalanıp eceliyle gebermiştir.” diyerek
sırıttı küreği tutan.
“böyleleri kendi kendine gebermez oğlum. illa birinin
dürtüklemesi lazım ki ölsün gitsin.”
“susun lan !” diyerek araya girdi sertçe el arabasının
başında duran, diğerlerinin gülüşmelerine sinir olmuştu. iki
adama bakan gözlerinden adeta alev fışkırıyordu. “şimdi ben
gebertirim sizi. dikkatinizi dağıtmayın, çıkar birazdan.”
süpürgeciyle kürekçi itiraz etmediler. etrafı temizler gibi
yapmaya devam ettiler isteksizce. ikisinin de kafasında bir an
önce işi halledip defolup gitmek vardı. süpürgecinin altıncı
işiydi bu. kendince tecrübeli sayılırdı. kürekçi ise daha üçüncü
işindeydi. önceleri çömez demişler, ilk işinde tir tir titremesiyle
dalga geçmişler, ama ikinci ve üçüncü işinde yaptığı iyi atışlar
sonucunda takdir etmesini de bilmişlerdi. el arabasının
başında duran ise; artık işinde iyice ustalaşmış, ülke
gündemini sarsan pek çok eyleme karışmış, polis tarafından
aranan azılı bir katildi ve artık eylemlerde şef pozisyonunda
bulunuyordu.
üç kere öksüren şeflerinin sesini duyunca ikisi de
çaktırmadan karşıdaki iki katlı, tarihi denebilecek kadar eski
evin kapısına doğru baktılar. çıkıyordu işte dört gözle
14
beklemekte oldukları moruk. bekledikleri adama ait eski model
kırmızı arabanın etrafındaydı üçü de. dolayısıyla adam
dosdoğru üzerlerine gelecekti. işlerini kolaylaştırmak için bunu
önceden düşünmüşler, yaklaşık on gündür takip ederek
öğrendikleri adamın çıkış saati yaklaştığında arabasının
etrafında olmayı planlamışlardı.
adam kaldırımdan inerken üçü de ellerindeki
malzemeleri bıraktılar. parmak izi falan umurlarında değildi
açıkçası. korkmuyorlardı. arabanın etrafından dolaşarak öne
geçtiler. böylece hedefle aralarında hiç bir engel kalmamış
oluyordu. üçünün de ellerinde, arabanın etrafından dolanırken
bellerinden çıkardıkları siyah baretta’lar vardı. her ne kadar
kalibresi küçük olsa da genelde baretta’yı tercih ediyorlardı.
saklaması kolaydı. ayrıca, kalibresi ne olursa olsun, vücuduna
altı yedi kurşun giren adamın yaşaması mucize olurdu. hele
hele üzerine kurşun yağdırdıkları bu adam, şimdi kendilerine
doğru gelen gibi bir moruksa.
* * *
hanımına hoşça kal diyerek evden ayrıldı. dışarı çıkıp
da kapı arkasından kapandığında parlak güneş ışığının
gözlerini rahatsız ettiğini fark etti. aynı zamanda burnuna
keskin bir duman kokusu geldi. zaten kış gününde ne zaman
temiz bir ankara havası solumuştu ki.
bir iki adım atıp kaldırımdan inmeye hazırlanırken
arabasına doğru baktı. camları soğuktan buzlanarak
kırçıllanmış arabasının arka tarafında duran üç belediye
işçisinin etrafı temizlediğini gördü. acıdı adamlara. bu soğuk
kış gününde bile ekmek parası için sokakta çalışıyorlardı.
yanlarına varınca iki kelime de olsa hal hatır sormak geçti
içinden. sabahın ve günün ilk merhabalarını bu yoksullara
verse ne kaybederdi ki? tam kaldırımdan yola inerken
adamların da malzemelerini bırakarak arabasının etrafından
dolaşıp öne geçtiklerini gördü. birden ellerindekileri bırakıp
arabanın önüne geçmelerini garipsemekle beraber fazla
önemsemedi.
ancak arabanın bu tarafına geçen adamların sağ
ellerindeki uzun metalleri görünce durumu anladı. tabancaydı
bunlar. kendisi için gelmiş olmalıydılar. yaklaşık bir senedir
gelen acayip telefonlarla ölüm tehditleri alıyordu zaten.
telefonu hemen hemen her zaman aynı adam ediyor, kısık,
15
nezleli gibi bir sesle “suyun ısındı, ayağını denk al, canına
okuruz.” türünden laflar edip telefonu kapatıyordu. ister
istemez aklından “acaba bunlardan hangisiydi telefonları
eden?” diye geçti. bir de burada olma sebeplerini merak etti.
uzunca bir süredir teröre karşı yazılar yazıyor, terör belasını
ülkenin başına saranları adeta dürtüklüyor, gazeteci
arkadaşlarıyla bu konu üzerinde araştırmalar yapıyor,
üniversitedeki derslerinde sık sık yabancı devletlerin ülke
üzerindeki emellerinden misaller veriyordu. çok sık olmasa da
hükümeti eleştiren yazılar da kaleme alıyor, özellikle arkadaş
toplantılarında hükümetin icraatlarından duyduğu rahatsızlığı
onlara aktarıyordu. kimi zaman da yüksek rütbeli askerlerle
biraraya gelerek fikirlerini paylaşıyordu. herhalde yazdığı
yazılarda, verdiği derslerde ya da derneğin zaman zaman
yayınladığı bildirgelerde birilerinin damarına basmıştı. bu
herifleri de o damarına bastığı kişiler göndermiş olmalıydı.
üç adamın birer adım daha attığını ve sağ ellerini
kendisine doğrulttuklarını görünce kafasındaki düşüncelerin
yerini can korkusu aldı. savunma mekanizmaları otomatik
olarak devreye girerek vücudu ve beyni kendiliğinden tepki
vermeye başladı. adamlardan gözlerini ayırmadan sağ yanına
doğru aceleci bir adım attı. ikinci adımını atarken midesinin üst
tarafında bir yanma hissetti. kurşundan kaçmak için yeterince
seri hareket edememişti. zaten bu yaşında çok da çevik
hareket etmesi beklenemezdi. ikinci kurşunun ağrıyan omzuna
girdiğini, biraz önceki sancısının yerini bir sıcaklığın
almasından anladı. elinden çantasını düşürdü. bileğine gelen
üçüncü kurşun sinirleri parçalamıştı çünkü. dördüncü kurşunun
göğsüne geldiğini hissederken dizlerinin bağı çözüldü, gözleri
karardı. yine sağ yanına doğru devrilirken vücuduna saplanan
diğer kurşunlar sivrisinek ısırığı gibi geliyordu artık kendisine.
silah sesleri ve yankılanması kesilince koşarak kaçan
katillerinin ayak seslerini rahatça duymuştu. hemen
arkasından da sanki dünyanın bütün sesleri bir anda susmuş
gibi geldi kendisine. çıt bile çıkmıyordu etrafta. vücuduna tatlı
bir sıcaklık yayılmıştı. kanı çekiliyordu. içi tarif edilemez bir
huzurla kaplanmıştı bir anda. soracak olsalar hiç acı
hissetmediğini ve gayet mutlu olduğunu söyleyebilirdi seve
seve. torununa doğum günü için alacağı, ufacık çocuğu
havalara uçuracağından emin olduğu bisiklet geçti aklından.
asla kırmızı renkte olmamalıydı bisiklet. kırmızı kan rengiydi.
başka renk mi yoktu sanki. mavi olmalıydı belki de. bir çocuk
için kan rengi iyi olmazdı. vücudunun dokuz yerinden akan
16
kanlar, kıpkırmızıydı işte. görmüyordu ama öyle olduğunu
biliyordu. ve o kırmızı kanlar şimdi sokağın eriyen kar sularına
karışarak koyu kahverengi bir renk alıyordu. son nefesini
verirken aklından geçen buydu. kendi kanının karıştığı erimiş
kar suyu.....
* * *
24 eylül 1990 pazartesi ankara
asala’nın üst düzey yöneticilerinden arya kevorkyan’ın
bertaraf edilmesi ile ilgili operasyon için küçük bir timle birlikte
gittiği fransa’dan aldığı özel pipo çakmağıyla, sönmüş olan
piposunun içindeki çikolata aromalı tütünü tekrar tutuşturdu. bu
çakmağı seviyordu. standart çakmaklarla pipo yakmaya
uğraştığında ateşi tütüne değdirebilmek için mutlaka çakmağı
eğmesi gerekiyordu. o zaman da sürekli parmakları yanıyordu.
bu parlak gümüş rengi, üzerinde aslan işlemesi bulunan
çakmak ise alevini yandan bir uzantı ile doğrudan piponun
içine gönderebiliyordu. sık sık sönen piponun içindeki tütünü
yakmak için uğraşırken artık parmaklarını yakmaktan
kurtulmuştu sonunda.
piposunu yaktığı çakmağı ceketinin iç cebine
yerleştirirken her zaman koltuk altında taşıdığı sig sauer
tabancasına dokundu. güven veriyordu tabancası ona. hem
atış talimlerinde hem de katıldığı operasyonlarda karavana
attığı hiç görülmemişti. aslında hemen hemen her türlü ateşli
silahı iyi kullanıyordu ama tabancadaki başarısı gerçekten
herkesin dilindeydi. bu yüzden mit bünyesinde çalışan ve
onunla birlikte operasyona katılmış ya da atış talimlerini izlemiş
olan herkes “silahşör” lakabının ona çok uygun olduğu
konusunda hemfikirdi.
ne omuz askısı ile koltuk altında taşıdığı sig sauer’i, ne
belinin arkasındaki walther ppk’yi, ne de ayak bileğinde
taşıdığı özel yapım küçük kalibreli baretta’yı kimseye
vermiyordu temizlik veya bakım için. hele hele sig sauer’ine
dokunmalarına dahi izin yoktu kimseye. diğer kıdemli
elemanların yaptığı gibi yapıp, tabancalarını temizlemeleri için
çömez elemanlara hiç vermemişti bu güne kadar. oturur,
daima pantolonunun arka cebinde taşıdığı temiz bir bezle
kendisi temizler, birkaç kez söküp takarak işlerliğini kontrol
eder, adeta bebek gibi sevdikten sonra üçünün de namlusuna
mermilerini sürerek yerlerine yerleştirirdi.
17
sig sauer’i emniyeti olmadığı için tercih ediyordu.
koltuk altından silahını çekerken dahi, namlusuna mermi
sürülmüş tabanca atışa hazır durumda oluyordu. walther’i ise
yüksek ateş gücü nedeniyle tercih ediyordu. sesi bir tüfek gibi
olmasına rağmen, kocaman tabancanın ateş gücü gerçekten
görülmeye değerdi. ayak bileğinde taşıdığı baretta’yı ise
şimdiye kadar hiç kullanmamıştı ama herhangi bir aksiliğe
karşı hazır tutuyordu onu da.
bunları düşünürken arkadaki arabanın kornasıyla yeşil
ışığın çoktan yanmış olduğunu farketti. dikiz aynasından
bakarken arkadaki arabanın aceleciliğine içinden söylendi.
sanki beş on saniye beklese kıyamet kopacaktı. 1980 model
audi’yi birinci vitese takarak acele etmeden gaza yüklendi.
arabanın eksozundan çıkan homurtuyu duyarken, avının
üzerine atılmaya hazır bir kaplan gibi davranan aracın atikliğini
seviyordu. gavur güzel araba yapmıştı. eski olmasına rağmen
hala taş gibiydi. arkadaşları ve mit müsteşarı; daha yeni,
daha seri ve özellikle zırhlı bir araç için ısrar ediyorlardı ama o
inat ediyordu audi’de. bu arabanın homurtusunu seviyordu.
ayrıca mit’te bu kadar etkili görevler yapmış, bizzat
operasyonlara katılarak nam saldıktan sonra müsteşar
yardımcılığına yükselen ve gelecekte, asker personel dışında
ilk defa olmak üzere, mit müsteşarı olabileceği kulaktan
kulağa söylenen bir elemanın; 10 yıllık sıradan bir arabaya
binmesi kimsenin aklına gelmeyeceğinden zırhlı arabadan
daha güvende olduğunu söylüyordu etrafına.
piposundan derin bir nefes daha çekti. sonbaharda
pekçok insanın içini sıkan sebebi belirsiz hüzün girdabına
kapılmalarının aksine, keyfi yerindeydi bu gün. 200 metre
kadar sonra her zaman uğradığı, emlakçı olarak bilindiği
pastaneden sıcacık sabah poğaçalarını alacak, ofisine gidince
demli bir çay söyleyecek, karnını doyurduktan sonra
piposundaki tütünü değiştirip işe koyulacaktı. çoğunlukla
kimsenin neler düşündüğünü bilmediği kafasındaki tek şey apo
denen orospu çocuğunun yanına bir eleman yerleştirmekti.
uzun zamandır bu konuda kendi kendine teoriler üretiyor,her
türlü olasılığı düşünüp kimilerin kafasından atıyor, kimilerini de
hafızasının bir köşesine, tekrar çıkarılmak üzere kaydediyordu.
örgüt içinde etkisiz bir kaç elemanları vardı ama son
zamanlarda iyice azan bu şerefsizin yanına işlerine yarayacak
bir eleman koyarak attığı her adımdan haberdar olup, zamanı
gelince de kafasını kopartmaktı amacı. bıraksalar kendisi
çoktan gönüllüydü bu işe ama müsteşar karşı çıkıyordu. çok
18
üst düzeye gelmiş olmasına rağmen, hala en iyi en etkin
elemanları olduğunu söylüyor, bir aksilik çıkar da tanınır diye
korkusunu dile getiriyordu. eh haksız da sayılmazdı bu
hususta.
pastaneye doğru yol alırken, yaklaşık 50 metre
ötesinde kendisine doğru yürüyen adamı görünce şaşırdı.
panik yapmamakla, her duruma her an hazırlıklı olmakla
ünlüydü ama yine de hafif bir şaşkınlık geçirmişti elinde
olmadan. ayağını arabanın gazından yavaşça çekti. hemen
hızlı bir şekilde kendisi ile adam arasında yürümekte olan
insanlara göz gezdirdi. takibe çıkmış olabilirdi. dikkat çekici
kimseyi göremedi kaldırımda kendi hallerinde yürümekte olan
insanların arasında. zaten adamın yürüyüşü de pek öyle
takipteymiş gibi değildi de vakit geçirmek için gezermiş gibiydi.
iyice şaşırdı. haim nahudi mossad’ın çok etkili
elemanlarından biriydi. pek çok kez onunla birlikte çalışmıştı,
birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. ama bu herifin türkiye’de ne işi
olduğunu anlayamadı. hele hele böyle sokak ortasında tek
başına amaçsızca dolanmasına bir anlam veremedi. adamın
türkiye’de olduğuna dair herhangi bir istihbari bilgi de
gelmemişti kendisine. gördüğü kişi hakkında yanılıp
yanılmadığını anlamak için direksiyonun üzerine doğru eğilip
kaldırımda, yola yakın tarafta yürüyen esmer adama baktı
tekrar. tam bu sırada adamın da kendisini gördüğünü anladı.
el sallamıyordu ama kendisine doğru bakıyor ve kara
dudaklarını büzerek hafifçe gülümsüyordu. yavaşça frene
dokunarak arabasının hızını iyice düşürdü. piposunu ağzından
alıp o da haim'e gülümsedi sonra pipoyu tekrar dudaklarının
arasına götürdü. aralarındaki mesafe yaklaşık yirmi metreydi
artık.
arabayı durdurup adamla konuşmaya, hatta yolunu
değiştirip gideceği yere kadar götürmeye, böylelikle de neden
türkiye’de olduğu hakkında birşeyler öğrenmeye karar vermişti
ki israillinin belinden silahını çektiğini gördü. herhalde etrafta
bir tehlike görmüş olmalıydı. ancak hedefin kendisi olduğunu,
ön camı parçalayıp sağ omzuna giren mermiyle anladı. o
kadar beklenmedik bir saldırıya uğramıştı ki silahını dahi
çekememişti. bunda saldırıyı tanıdığı birinin yapmasının da
etkisi vardı. ikinci kurşun gırtlağına geldi. parçalanan
gırtlağından genzine sıcak kan dolarken piposu ağzından
düştü. israilliye doğru bakarken yaralı sağ elini sig sauer’ine
götürmeye uğraştı ama kalbinin hemen üzerine giren üçüncü
kurşun buna engel oldu. gırtlağından akıp akciğerine dolan
19
kan nefes almasına izin vermiyordu. bilincini kaybederek
direksiyonun üzerine yığılırken, arabası kaldırımın kenarındaki
telefon bağlantı kabinine çarptı ve stop etti.
yaklaşık beş dakika sonra olay yerine ilk gelen göreve
yeni başlamış polis memuru, on dakika sonra ortalığı dolduran
mit görevlilerinden ölen adamın halim abbas
olduğunu öğrenince ufak çaplı bir şok geçiriyordu.
* * *
6 ekim 1990 cumartesi ankara – çankaya
elindeki kitabı okumayı bırakarak, hemen yanıbaşında
yumuşak bir koltukta oturduğu camdan dışarıya baktı. bahçeyi
daha rahat görebilmek için tül perdeyi aralamıştı iyice. türlü
meyve ağaçları, baharda çok güzel açan çiçekler ve güzel bir
dekorasyonla donatılmış bahçesinde sonbaharın bütün
işaretleri görülüyordu. kapıya yakın köşedeki orta boylu iki
çam ağacı hariç, bütün ağaçlar yapraklarını dökmüş, bahçe
taşlıkları ve otlar üzerine düşen kirli sarı yapraklar insanın içini
ferahlatan bir görüntü oluşturmuştu.ancak bu gün içi hiç rahat
değildi. gerçi son birkaç yıldır pek rahat bir gün geçirdiğini
hatırlamıyordu. her gün ülkenin bir yerlerinden yayınlanan
şehit cenaze törenlerini izledikçe televizyon başında ağlıyor,
hiç uğruna yitirilen gencecik vatan evlatlarının kahırlarıyla
yüreği dağlanıyordu.
her gün, mensubu olduğu gazetenin kendisine ait
köşesinde yazılar yazıyor, sık sık da ülkenin başına bela olan
terör olgusunu işliyor, ele geçirebildiği bilgiler ile kendi
düşüncelerini okuyucularıyla paylaşıyordu. ayrıca aylık
yayınlanan bazı dergilere de yazılar gönderdiği oluyordu. konu
olarak ülkenin huzura kavuşabilmesi için yapılması gerektiğine
inandığı düşünceleri aktaran yazılarının sayısı; ağabeyi olarak
gördüğü, sık sık fikirlerine danıştığı muharrem paksoy
öldürüldükten sonra daha da artmıştı.
yakınları, dostları arada sırada kendisini uyarıyorlardı
bu kadar sivri dilli ve cesur yazılar yazmaması konusunda. dile
getiremiyorlardı ama korkuları kendisinin de öldürülebileceği
yönündeydi. çevresinin aksine o ölümden korkmuyordu, her
gün vatanı için canlarını verip kanlarını döken gencecik, pırıl
20
pırıl insanların yanında fahriye beşok’un
canının lafı mı olurdu ki.
kitabını hemen yanı başındaki sehpanın üzerine
bırakarak mutfağa doğru yürüdü. kendine bir türk kahvesi
pişirecek, bahçesini seyrederken höpürdeterek
yudumlayacaktı. neşesinin yerine geldiğini hissetti birden.
yaşından beklenmeyecek kadar seri hareketlerle mutfağa
yöneldi dudaklarından zeki müren’in bir şarkısının ilk
mısraları dökülürken.
aslında boyunun biraz kısa kaldığı mutfak rafındaki
kahve kutusunu almak için uzandığı sırada duydu çalan
kapının sesini. kutuyu olduğu gibi yerine bırakırken “inşallah
tanıdık biridir de içeri buyur eder kahve içerken iki çift laf
ederiz” diye geçirdi içinden. az önce pencereden bahçeyi
izlemesine rağmen geleni görmemişti. herhalde mutfağa
geçerken o da bahçe kapısından girmişti gelen her
kimse.mutfağa geldiği gibi seri adımlarla kapıya doğru yöneldi.
ölümden korkmuyordu ama yine de tedbiri elden bırakmayarak
gözetleme deliğinden kapıyı çalanın kim olduğunu görebilmek
için baktı.
gelen kafasında mavi bir şapkası olan, abartılı bir
şekilde sakız çiğneyen, omzunda çantası, elinde koca bir
paketle bekleyen genç sayılabilecek bir kuryeydi. zincirini
çıkarıp kapıyı açtı.
“buyrun?” dedi karşısındakini baştan aşağıya süzerken.
evet bu kesinlikle hayatından bezmiş, daha gideceği yerler
olduğu için sabırsızlanan sıradan bir kuryeydi işte. esmer
teniyle uyumlu kapkara gözleri muziplikten mi yoksa sinsilikten
mi olduğunu anlayamadığı bir ışıltıyla kaplıydı. başındaki mavi
şapka gibi ayağındaki lacivert pantolon da üzerindeki oduncu
gömleği de oldukça kirliydi.
“fahriye beşok siz misiniz?” diye soran kuryenin
sesiyle incelemesinden vazgeçti. “istanbul’dan bir koliniz var
da” diyordu. iki hafta önce bir yayınevine faks çekerek sipariş
ettiği kitaplar gelmiş olmalıydı.
“evet benim” diye cevapladı kuryeyi.
cevabı alan kurye, elindeki koca pakedi yere
bıraktıktan sonra çantasından çıkardığı bir bloknota
21
tutturulmuş çizelgeye ismini ve tarihi yazıp kadına uzatırken
parmağıyla işaret etti.
“şurayı imzalayın lütfen.”
kuryeden aldığı kalemle isminin karşısındaki boşluğu
imzalarken çizelgede başka kimsenin adının olmadığına dikkat
bile etmedi. kalemi iade edip oldukça ağır olan koliyi yerden
aldı. hiç birşey söylemeden dönüp hızlı adımlarla üç
basamaklı merdiveni inerek bahçe kapısına doğru uzaklaşan
kuryenin arkasından garipseyen bir bakış attı. kapısını kapatıp
mutfağa doğru yöneldi. kolinin ağırlığına bakılırsa istediği
kitapların hepsi gelmiş olmalıydı. irice kutuyu mutfaktaki küçük
ahşap masanın üzerine koydu. koliyi kapatan sağlam bandı
açmak için eliyle uğraştı ama açılmadı. yaşlı elleriyle ne kadar
çekiştirmiş olsa da bant olduğu gibi duruyordu.kesmeye karar
vererek tezgahtan aldığı bıçağı kolinin üstünden banda
sapladı.
bunu yapmadan önce pencereden bakmış olsaydı
koliyi getiren kuryenin çılgın gibi koşarak oradan uzaklaştığını
görebilecekti.
hiç birşey hissetmedi kulakları sağır eden korkunç
patlama gerçekleştiğinde. koliye konarak bandın hemen altına
sabitlenmiş ateşleme fünyesi bıçağın kestiği banttan kurtularak
görevini tam olarak yerine getirmiş, yaklaşık iki buçuk kilogram
olduğu sonradan anlaşılan plastik patlayıcıyı patlatmıştı.
müthiş patlamanın etkisiyle hemen oracıkta feci şekilde can
verdiği için üzerine titrediği evinin harabe haline geldiğini de
göremedi.
ne tesadüf ki yazar turhan
durgun’dan tam bir ay sonra öldürülüyordu.
durgun 6 eylül tarihinde canice kurşunlanmıştı.
* * *
30 ocak 1991 çarşamba - ankara
“hadi hanım sallanmasana, geç kalacağız, daha inip
arabayı ısıtacağız yahu” diye üst kattaki yatak odasında hala
hazırlanmakla meşgul olan karısına seslendi.
22
kızıyla beraber hazırlanalı neredeyse yirmi dakika
olmuştu. emekli korgeneral olmaktan, eski jandarma asayiş
komutanı olarak anılmaktan sıkılıp yorulmamıştı da
başbakanlık müşavirliğini üstlendiğinden beri o toplantı senin
bu toplantı benim koşuşturmaktan, törenlere davetlere
katılmaktan konferanslara gitmekten bıkmıştı açıkçası. üstüne
üstlük karısıyla gitmek zorunda olduğu davet, tören veya
konser gibi sosyal etkinliklerde sinirleri iyice tepesine çıkıyordu.
bu akşam düzenlenecek cumhurbaşkanlığı senfoni
orkestrası’nın konserinde de aynı stresi yaşayacağını
bildiğinden, kendileriyle birlikte gelmesi için kızını da ikna
etmiş, belki sinirlenmesine engel olur diye düşünmüştü. aynen
düşündüğü çıkmıştı işte karısı yine oyalanıyordu süslenip
püsleneceğim diye.
“hadisene hanım!” diye bağırdı yukarıya doğru yeniden.
bu sefer sesi biraz daha kuvvetli çıkmıştı.
“sen ne sırıtıp duruyorsun orda be ?” diyerek duvara
yaslanmış vaziyette gülerek kendisine bakıp duran kızına
çıkıştı bu sefer de. yirmibeş yaşında koca kızdı, üniversite
mezunuydu ama bir iki işe girip oralardan sıkılıp çıkmış, evde
kalmaktan mutlu olduğu bahanesini öne sürerek evlenmeye
yanaşmamıştı. şimdi de bu sinirli anında karşısına geçmiş her
zaman yaptığı gibi muzip muzip sırıtıyordu işte.
“baba, biliyor musun şu an gözümde kim canlandı ?”
“kim ?”
“hani türk filmlerinde böyle senin gibi bağırıp çağıran
biri var ya.işte o. aranızdaki tek fark o bıyıklı sen bıyıksız. “
“kız deli etme adamı iyice be söylesene kimmiş bu
benzerim ?”
“o senin benzerin değil sen onun benzerisin
babişkocuğum.”
“babişko deme bana yahu. kimmiş bu adam dedik ?”
“kim olacak hulusi kentmen” diye cevapladı babasını
kıkırdamasını hiç kesmeden.
23
“kız bana bak zevzekliği bırak, yoksa anana olan
kızgınlığımı senden çıkartırım ona göre.” diye çıkıştı kızına
ama yelkenleri suya inmişti. kızamıyordu bu muzip kıza, hala
çocuk gibiydi gözünde. önceki düşüncesinde haklıydı,
hanımına olan kızgınlığını alıp götürmüştü bir anda.
“hadisene süslü bebek” diye seslendi bu sefer yukarı
doğru. kızgınlığı biraz geçmiş gibiydi. tam o sırada üst kat
merdivenlerinin başında kürkünün içindeki kadın göründü.
kadının aşağıya inmesine fırsat vermeden bir daha çıkıştı
yukarı doğru.
“şu tüylü zımbırtıyı giymesen sanki kıyamet kopacak
değil mi hanım.”
“ay hüseyin her şeyime bir kulp takmasan ölürsün değil
mi?” diye sitem etti kocasına merdivenlerden aşağıya inmekte
olan kadın.
“iyi be iyi ne halt edersen et de şu kırk saat hazırlanma
huyundan vazgeç.”
tekrar sinirlendiğini hissettiği anda içi yünlü kısa deri
montunu giymiş olan kızının, elinde kendi paltosuyla
karşısında yine kikirdediğini gördü.
“sen gene niye sırıtıyorsun be ?”
“paşa babacığım yüksek müsaadelerinizle paltonuzu
tutma şerefini bana bahşeder misiniz acaba ?”
“hay senin paşana da babana da anana da” diye
söylenmesine devam etti ama bir yandan da kızının tuttuğu
paltosunu giydi. yıllardır böyleydi, sert mizaçlıydı. emekli
olmadan önce de oldukça sertti. etrafındaki askerler önce
kendisinden oldukça korkuyorlardı ama kırıcı olmadığını,
sinirinin saman alevi gibi geçip gittiğini gördüklerinde alışmaları
kolay oluyordu. ailesi ise çoktan alışmışlar, hatta sakin olduğu
zamanları garipser olmuşlardı. ancak herkesin üzerinde hem
fikir olduğu bir konu vardı ki bazı zamanlarda kesinlikle
paşanın yakınından bile geçilmeyeceği idi. birisine tavlada
yenildiğinde ve tuttuğu takım fenerbahçe mağlup olduğunda
adeta cinleri tepesine çıkıyordu. böyle zamanlar bırakın
paşaya herhangi bir şey söylemeyi etrafında dolaşmak bile bir
24
sürü azar işitmek için yeterliydi. tabii her zaman olduğu gibi
tek istisna kızıydı. inadına babasının biraz üzerine gider “yaa
baba ben artık köy takımını tutacağım ya, baksana bu takım
herkese yeniliyor” gibisinden laflarla adeta babasını sinirden
hoplatır, ondan sonra koca kız olmasına rağmen gider dizlerine
oturur yanağına kondurduğu öpücüklerle yelkenleri suya
indirmesine sebep olurdu.
“hay ben böyle havada konser düzenleyenin çarkına
tüküreyim emi” diye söylendi kapıdan çıkar çıkmaz. kapıdan
başlarını uzattıkları anda ankara’nın müthiş soğuğu suratlarına
çarpıvermişti. soğuk havanın üzerine tuz biber eken hafif
rüzgar, kalın kıyafetlerine rağmen içlerinin titremesine yetti.
yolun hemen karşısında, eve hafif çapraz olan sokak
lambasının altında duran beyaz arabaya doğru yürüyorlardı.
arabanın altında durduğu direkten başka, sokak boyunca
sıralanmış hiçbir aydınlatma direği yanmıyordu. ankara’nın
kirli, dumanlı havası, tek başına kalmış olan sokak lambasının
sokağı aydınlatmasına iyice engel oluyordu. loş bir karanlıkla
birleşen geniz yakıcı kirli hava; birkaç sokak aşağıdaki ana
caddeden geçen araçların sesleri olmasa, oldukça ürkütücü bir
durum bile yaratabilirdi.
arabanın sağ tarafındaki ışığı yanmayan direğin
altındaki karanlıktan çıkan iki adamı üçü de görmüşlerdi ama
yoldan geçenler olabileceğinden umurlarında bile olmamıştı
açıkçası. arabanın sol tarafındaki karanlık direğin altında adeta
sinmiş vaziyette ayakta duran adamı ise kimse görmemişti.
emekli korgeneral hüseyin sayın
arabasına birkaç adım kala paltosunun cebinden anahtarlığını
çıkardığı anda az önce karanlıktan çıktıklarını gördükleri iki
adamdan birinin “hey moruk!” diyerek kendilerine
seslendiklerini duyunca üçü de onlara doğru döndüler. adamın
hitap tarzı ister istemez bu soğuk havada içlerini daha da
ürpertmişti. elleri, yakası kalkık kalın paltolarının cebinde olan,
neredeyse aynı boyda iki esmer adama baktılar.
hüseyin paşa sadece meraklı gözlerle adamlara
bakarken karısı ise elindeki çantanın kürküne uyup uymadığını
düşünmekle meşguldü. kızı ise yüzü asılmış vaziyette, endişeli
bir şekilde babasına bir adım daha yaklaşmıştı.
25
“buyurun?” diye sordu adamlara emekli komutan,
elindeki anahtarlık solgun ışıkta hafif bir şekilde parlarken.
“bir şey buyurmayacağız babalık, sadece seni biraz
ısıtalım dedik bu soğuk havada” diye konuşan sağdaki adam
cümlesini tamamlar tamamlamaz yanındaki arkadaşıyla birlikte
kalın paltolarının cebinden çıkardıkları küçük tabancaları
doğrultmuşlardı bile. ikisinde de baretta vardı. eğer her iki
olayı da görmüş birileri olsaydı, muammer paksoy’u öldüren
adamların bu adamlar olduklarına şahitlik edebilirdi.
karısının ve kızının çığlıkları arasında, her zaman
belinde taşıdığı küçük vzör tabancasını çekmeye fırsat
bulamadan, sokağın sessizliğini bölen silah sesleri karanlık
sokakta yankılandı. askerlikten kalan bir alışkanlıkla silah
seslerini saydı. dört el silah sesi duydu. sırt üstü yere
düşerken de çığlıkların arasından adamların koşarak
uzaklaşan ayak seslerini işitti. ilk kez vuruluyordu ama tahmin
ettiği kadar da çok canı yanmamıştı. kurşunlardan ikisi karnına
biri sağ omzuna biri de boynuna isabet etmişti. üçünü
önemsemedi ama boynuna isabet ederek atar damarını
parçalayan merminin canını alacağını hissetti. kan akışı o
kadar şiddetliydi ki bilincinin kapanmakta olduğunu anlıyordu.
yine de karısının şoke olmuş vaziyette olduğu yerde,
ayakta çığlık atmaya devam ettiğini, kızının ise başucuna
çökerek haykırarak ağladığını algıladı. son bir gayretle
yakasına sarılmış olan biricik kızının elini tuttu. kızının
gözlerinden akan gözyaşlarından alnına damlayan bir
damlanın soğuk asfaltta yatan bedenini ısıttığını hissetti. biraz
daha sıktı kızının titreyen elini. hemen üzerinde ağlamakta
olan kızının gözlerinin ta içine baktı. kendine iyi bak der gibiydi
bakışları.
“kızım” dedi zorlukla duyulabilen bir sesle. son sözü
de bu oldu. bir dakika önce silah sesleriyle sarsılan sokağı
şimdi haykırarak ağlayan iki kadının sesi kaplamıştı.
* * *
30 ekim 1991 çarşamba ankara
aklı hala bir saat kadar önce çıkışıp azarladığı şehit
işlem subayındaydı. komutanlıkça sık sık yaptıkları şehit
26
ailelerine yardım paketlerinden üç örnek getirmişti şehit işlem
subayı. gıda ve okullar yeni açıldığı için kırtasiye malzemesi
ağırlıklı paketleri görünce neden üç paket hazırlandığını
sormuştu.
“komutanım subaylar için on, astsubaylar için beş, er
ve erbaşlar için dört milyonluk paketler hazırladık” diye
sorusunu cevaplayan şehit işlem subayının söyledikleri canını
sıkmıştı. hiddetlendiği pek görülmemekle birlikte zaman
zaman böyle çıkıştığı oluyordu. özellikle şehitler konusunda
çok hassas olduğu biliniyordu. şehit haberlerini duydukça,
cenaze törenlerini gördükçe zaman zaman duygularına hakim
olamayıp ağladığı bile söyleniyordu.
“vatanı için ölenlerin rütbesi mi olurmuş kardeşim!” diye
genç subaya çıkışmış, “şehit şehittir; rütbesi olmaz” demişti.
standart on milyonluk paketler hazırlanmasını emrederek
göndermişti şehit işlem subayını. bunları düşünürken
karşısındaki koltuktan kendisine seslenen adamı duydu.
“abi allah aşkına bak şu listeye bu ne böyle? bu işin
sonu nereye varacak ? daha kaç asker polis şehit olacak ?
daha kaç aydın öldürülecek ? daha kaç masum insan
katledilecek ?” diye sordu masanın karşısında oturan
jandarma genel komutanı orgeneral şeref bingöl’e kağıdı
uzatırken.
yaklaşık bir saattir jn.gn.k.’nın makamında
tartışıyorlardı. senelerdir birbirlerini tanıyorlardı. birisi birkaç
kere görev yaptığı kıbrıs’taki faydalı hizmetleriyle takdir
toplamış, asker ve sivil her kesim tarafından mükemmel bir
insan ve komutan olarak tanımlanan, mütevazı tavırlarıyla ve
her ortamda gerçekleri üstüne basa basa söylemesiyle ve
doğru bildiklerini cesurca ifade etmesiyle dikkat çeken bir
askerdi.
diğeri ise, hemen hemen her gazete patronunun kendi
gazetesinde görmek için can attığı, her kitabı, makalesi
dikkatle okunan, yaptığı araştırmaları ses getiren bir gazeteci
yazardı; onur kandilci.
çok eskiye dayanan bir dostlukları vardı. şeref paşa
onur kandilci’den büyük olmasına rağmen ikisi de
birbirlerine ağabey diye hitap ediyorlardı. kafa yapıları ve
yüreklerinde taşıdıkları vatan sevgisinden kaynaklanan cesur
27
ışık neredeyse birbirlerinin aynısı olduğundan çok iyi
anlaşıyorlardı. sık sık bir araya gelerek sohbet etmekten keyif
alıyorlardı. kimi zaman eskileri yad etmekle birlikte çoğunlukla
gündemi ve ülkenin sorunlarını, özellikle de terör belasını
irdeliyorlardı. terör belasının arkasında dış güçlerin olduğunu
herkes biliyordu ama paşa ve gazetecinin haber kaynakları,
yaptıkları araştırmalar, gerçekleşen olaylar ve kendi
düşünceleri doğrultusunda, her ikisinin de üzerinde hemfikir
oldukları iki ülke vardı: israil ve amerika.
büyük ahit’te ve eski yahudi kaynaklarında, hatta
zebur’un bazı yerlerinde “israiloğullarına vadedilmiş topraklar”
ibaresine rastlamak mümkündü. bu topraklar olarak, resmi
ağızlarda dile getirilmemiş de olsa, ortadaoğu’da bu günkü
israil ve filistin ile birlikte lübnan’ın tamamı ile suriye’nin bir
bölümü, ırak ve yukarı mezopotamya bölgeleri kabul
görüyordu. yukarı mezopotamya ise bağdat’ın kuzeyinden
başlamak üzere kuzey ırak ve muş iline kadar güneydoğu
anadolu bölgesine karşılık geliyordu.
ortadoğu’da genelde israil’in istememesi yüzünden hiç
bitmeyen gergin ortam vardı. saddam hüseyin’in kuveyt’i
işgali sonucunda patlak veren körfez savaşı’nın ardından
kuzey ırak’ta saddam rejiminin etkisinin tamamen yok olarak,
denetimin talabani ve barzani liderliğindeki kürt grupların
eline geçmesi israil’in iştahını kabartıyordu.
vadedilmiş topraklar emeline kavuşmayı hiç bir zaman
unutmamış olan israil; bu amacına ulaşabilmek için tek şartın
bölgenin en güçlüsü olması gerektiğini biliyordu. bunun en
kolay yolu ise bölgedeki ülkeleri baltalayarak gelişmelerine
engel olmaktı. yıllarca süren lübnan iç savaşında da, iran-ırak
savaşında da israil’in gizli kışkırtması azımsanamayacak bir
etkendi. saddam hüseyin’in durduk yerde kuveyt’i işgal
etmesinin altında bile israil yatıyor olabilirdi. sonuçta israil’in
istediği olmuş saddam hüseyin eski gücünü kaybederek
kuzey ıraktaki denetim kürtlerin eline geçmişti.
hafız esad yönetimindeki suriye ise kolay lokmaydı. bu
zaten geçmişte iki ülke arasında çok kısa süren savaşta
ıspatlanmıştı. bölgedeki asıl güç ise, askeri darbeyle de olsa
1980 öncesindeki terör dalgasını atlatan türkiye idi. bu terör
dalgasının geçiştirilmesi üzerine ermenistan maşası
kullanılarak asala terörü hayata geçirilmiş, birkaç ses getiren
eylemden sonra; bölgede mossad’dan sonra en etkili istihbarat
28
örgütü olan mit’in başarılı operasyonları ile asala da tarihe
gömülmüştü. 1980’lerin ortalarından itibaren ise kürt kartı
oynanmaya başlamıştı.
kürt terörü giderek artan şiddetiyle türkiye’nin başına
bela edilmişti. güçlü kürt nüfus nedeniyle körfez savaşı’ndan
önce ırak hükümetinin denetim zafiyetinin olduğu kuzey ırak;
savaş sonunda tamamen kürt grupların kontrolüne geçerek
adeta bir serbest bölge oluşmuş, bu da israil’in ekmeğine yağ
sürmüştü. kürt grupların varolmasına göz yumdukları terör
örgütünün eğitim kamplarında şimdi israilli ajanlar cirit
atıyordu. bu konuda ciddi istihbaratlar vardı. hatta bu ajanların
zaman zaman ülke sınırları içine girerek güneydoğu anadolu
bölgesinde de faaliyette bulundukları hakkında duyumlar
alınıyordu. kendi denetimlerinde olan sözde kürdistan, israil’in
bölgede istediği gibi hareket etmesine sebep olacak, tüm arap
dünyasının muhtemel ve güçlü tepkisi yüzünden fiziki olarak
vadedilmiş topraklar’da bulunamasa da kontrolü kendi elinde
tutmasına zemin teşkil edecekti.
sovyetler birliği ile rekabet halinde görünmesine
rağmen dünyanın egemenliğini ortaklaşa elinde
bulundurmaktan sıkıntı duymayan abd ise; gorbaçov’un
dürtüklemesiyle dağılan sovyetler birliği’nin ardından yeni bir
ortağın baş göstereceğini biliyordu. ufukta görünen ülke ise,
kalabalık nüfusu ve kısa süre içerisinde kominizmden
kurtulacağı tianenmen olayları ile belirginleşen çin’di. çin’in
karşısında dengeleri koruyabilmek için amerika’nın bölgeye
yakın bulunmak isteyeceği açıktı. bunun yolu da ortadoğu’da
ve güney asya’da rahatça at oynatabileceği bir ortam
oluşturmaktı. ayrıca bu durumda kendisinde gün geçtikçe
azalan ve dışa bağımlı olmaya başladığı enerji kaynaklarına;
doğalgaz ve petrole, kıymetli yeraltı zenginliklerine kolay
ulaşabileceği bir konumda olacaktı.
dünya üzerinde oynanan güç oyunu, çok oyunculu bir
satranca benziyordu. ancak oyun kuralına göre oynanmıyor,
rakibin hamlesine fırsat verilmiyordu.
şeref paşa’nın elindeki listede yer alan isimler ise bu
hain oyunda kaybedilen isimleri içeriyordu. isimsizlerin ise
haddi hesabı yoktu. dalgın gözlerle elindeki listede yer alan
isimleri baştan aşağıya doğru okudu. elinin titremesine engel
olamadı. listedeki pek çok ismi yakından tanıyordu. bazılarıyla
silah arkadaşlığı yapmıştı.
29
kaybettiklerimiz
- prof.muharrem paksoy
31 ocak 1990
- turhan durgun 6 eylül
1990
- halim abbas 24 eylul
1990
- prof. fahriye beşok 6
ekim 1990
- e.korg.hüseyin sayın
30 ocak 1991
- e.tümg.mehmet
şanlıtürk 7 nisan 1991
- e.korg.ismail çelen
23 mayıs 1991
- e.org.ayhan sözer
13 ekim 1991
- şehitlerimiz
- yaralılarımız
- ölen masum vatandaşlar
- hesaplanamayacak kadar büyük maddi kayıp
paşa elindeki kağıdı masanın üzerinde yayılı duran pek
çok evrakın en üstüne bıraktı. arkasına yaslanarak derin bir
nefes aldı. sıkıntılı olduğu her halinden belliydi.
“abi pazartesi günü öldürülen çavuşu biliyorsun değil
mi ?” paşa’nın söylemek istediği bir şeyler var gibiydi.
gözlerinden anlaşılabiliyordu. yine de merakla sordu.
30
“şu amerikalı çavuş mu ?”
“evet.o.”
“duydum ama abi, ayrıntı bilmiyorum henüz. bir sürü
şey dolanıyor ortalıkta. kimi casus diyor, kimi kadın davasına
gitti diyor. elçilikte çalışıyormuş sadece onu biliyorum. henüz
bilgim yok yani.”
“benim var.”
“abi nedir ?” meraklanmıştı. gazeteciler yeni bir habere
duyarsız kalamıyordu. dirseklerini masaya dayayarak paşa’ya
doğru yaklaştı, söyleyeceklerini dinlemeye başladı.
“adamın adı victor marwick. abd elçiliğinin baş
şifrecisi. bu adam çok şey biliyor israil ve amerika hakkında.
bildiklerinden rahatsız olmaya başlıyor. bir iki kez
düşüncelerini söyleyecek olmuş, terslemişler arkasından da ne
olur ne olmaz diyerek takibe almışlar. ayhan paşa’nın
katledilmesiyle rahatsızlığını daha belirgin şekilde dile
getirmeye başlamış. pazartesi günü, daha önceden irtibat
kurduğu şansal babasagun ile buluşmaya gidiyormuş
takipte olduğundan habersiz.”
“mit’çi şansal’la mı ?
“evet.”
“niye ki ?”
“bir disket verecekmiş.şansal buluşma yerine
gitmemiş. adamı evinden itibaren takip etmeye başlamış
acaba üçkağıt var mı diye düşünmüş sanırım. çavuşun takip
edildiğini farketmiş fakat çocuğu uyarmasına fırsat kalmadan
adamı vurmuşlar.”
“takip edenler mi vurmuş çavuşu ?”
“hayır başka bir ekip. sanırım takiptekiler cıa’nın
adamları, vuranlar ise mossad’ın.şansal çocuğun
vurulduğunu görünce arkalarından birkaç el ateş etmiş ve
çocuğun yanına koşmuş. takiptekiler şansal’ı görünce çavuşa
yaklaşamadan gerisin geriye dönmüşler. şansal disketi almış
31
fakat bizimkiler ulaşamadan adamlar çavuşun evini
temizlemişler. evden bir şey çıkmadı.
“ya disket ?”
“çözülemeyen bazı dosyalar var ne olduğu
anlaşılamadı diyerek amerikalılara iade ettik çavuşun cesedi
ve diğer malzemeleri ile birlikte.”
“abi desene çocuk boş yere öldü disket işe yaramadı.”
bunu söylerken gerisin geriye arkasına yaslandı tecrübeli
gazeteci. beklediği haber değildi bu. casusçuluk oynamaya
çalışan bir çavuşun boş yere ölümüydü sadece.
“pek boş yere sayılmaz abi” diye cevapladı paşa.
“nasıl yani abi?” konuya ilgisi yeniden artmıştı ama
istifini de bozmadı.
“bizim çocuklar disketi çözmüşler. bu sabah disketteki
bilgileri mit müsteşarına, cumhurbaşkanına, başbakana,
genel kurmay başkanına ve bana ulaştırdı şansal bizzat
gelerek.”
“eee ne varmış abi diskette?” yeniden heyecanlanmış
dirseklerini masaya dayayıp gözlerini paşa’ya dikmişti.
“şu listedeki isimler” elini az önce okuduğu listeye
vuruyordu. ve tabii artısı, diyerek sözünü tamamladı.
“artısı mı ? “
“evet. sen, ben, cumhurbaşkanı, eski ve yeni birkaç üst
düzey görevli, bazı gazeteciler, bazı profesörler.”
“yani bir ölüm listesi.”
“öyle gözüküyor.”
“iyi de abi, bana zaten isimsiz mektuplar, isimsiz
telefonlar geliyordu tehditlerle dolu. kitaplardan, makalelerden
rahatsız olanlar vardı aldırmıyordum. listede ismimin olmasına
şaşırmadım aslında da. senin ne işin var yahu listede ? ya
cumhurbaşkanı sözal’ın ne işi var ? o da kürt yahu.”
32
“ bunun kürtlerle filan ilgisi yok ve işin iç yüzü belli değil
daha abicim. şansal tamamen bu işe kanalize olacağını
söyledi. ben de bizden birini görevlendirdim. tanırsın ayhan
cengiz erseven.”
“şu jitem’i kurdurduğun herif mi ?”
“evet o.”
“ya abi işine karışmam da ben o adamı hiç sevmedim.
kusura bakma ama yavşak bir tipe benziyor. ayrıca şu yeşil
midir pembe midir nedir onla da sıkı fıkı olduğuna dair laflar
geliyor kulağıma.”
“endişe etme, ayhan biraz cins bir adamdır ama çok da
beceriklidir. benim de sözümden hiç çıkmaz. umarım bir
sonuca ulaşırlar.”onca dostluğu olmasına rağmen, yeşil’in
kendi adamları olduğunu ama zaman zaman kontrolden
çıktığını söylemedi gazeteci dostuna. hem devlet sırrıydı, hem
de onu örnek gösterip cengiz’i de bozulabilir bir düzenek
olarak öne sürebilirdi.haksız da sayılmazdı ama cengiz’e
güveniyordu. “paşam sizi babam kadar seviyorum” derdi çoğu
zaman ona.
“abi inşallah. ama bilmiyorum ya. hadi beni boşver de,
bu devlet cumhurbaşkanının, koca bir paşasının öldürülmesine
izin verecek hale mi düşecek ya. eğer öyle olacaksa allah
yardımcımız olsun abi. “
“çark buna izin vermiyor abicim. buralarda güçlü bir
türkiye’nin onların istedikleri gibi at oynatmasına izin
vermeyeceğinin farkındalar.bu yüzden de 1950’lerden
başlayarak ülke üzerinde ekonomik ve siyasi oyunlar
oynuyorlar. bunları da sen benden iyi biliyorsun.”
“amerika ve kurulduğundan bu yana amerika’nın
pışpışladığı israil.”
“evet. küçük bir örnek. adamlar bize reoları veriyorlar
bedavaya. reoları bilirsin şu kıytırık askeri kamyonlar. biz
havalara uçuyoruz zamanında, ooo bedavaya kamyonumuz
oldu bir sürü diye. ama bunlar o kadar çok benzin harcıyorlar
ve amerika’dan almak zorunda kaldığımız yedek parçaları o
kadar pahalı ki adeta ekonomik darbe gibiler. bu lanettayn bir
örnek. bunun gibi nice etki yüzünden kendi ekonomimizi
33
geliştirememişiz. adamlar nasıl olsa bize veriyorlar diyerek milli
ve askeri sanayimizi kuramamışız. atatürk döneminde ne
yapıldıysa o kalmış. sözal’ı da cesur konuşmaları ve
yaptıkları yüzünden öldürmek istiyorlar bence. ülke sanayisi
kalkınma için silkiniyor, f-16 fabrikası en güzel örnek.”
“işte seni de bu yüzden listeye almışlar abicim.”
“hangi yüzden?”
“bunları her ortamda söylüyorsun, çekiç güç gitmeli
diyorsun, terörü mutlaka bitirmemiz gerek diyorsun,
ekonominin güçlenmesi lazım diyorsun, masaya yumruğunu
vuruyorsun, ayrıca sözal ile fikirlerinizin paralellik gösterdiği
de adamlara batıyordur.”
“doğruları görmek yetiyor onur’cuğum. gidip
amerika’ya israil’e savaş açacak halimiz yok ama en azından
maşalarını kırmamız şart. pkk terörünü bitirmek için en güzel
fırsatı da kendi kendimize teptik.”
“körfez savaşı’nı mı diyorsun?”
“evet abicim. amerika saddam’ın tepesine indiğinde biz
de musul ve kerkük’e kadar inmeliydik. üçbeş ay dünya
yaygara koparırdı ama ortalık durulurdu. şu anda da kuzey
ırak’taki boşluk kalmazdı pkk belası da bitmiş olurdu.”
“abi nasıl bitireceğiz bu işi hakikaten?”
“bu iş beni aşıyor. yani beni derken jandarmayı ve
tabii ki polis kuvvetlerini kastediyorum.”
paşa yerinden kalktı, koca odayı arşınlayarak kapıya
doğru yürüdü. geniş kanatlı kapıyı açarak özel kalemine çay
söyledi.sonra masasından bir harita alarak az önce çalıştıkları
masanın boş bir yerine serdi.
“gelsene” diyerek gazeteci arkadaşını yanına çağırdı.
masaya serdiği, büyük ölçekli bir güneydoğu anadolu
bölgesi haritasıydı. bağdat’a kadar ırak da haritaya dahildi.
kuzey ırak bölgesinin neredeyse tamamına işaretlemeler
yapılmış oklar çizilmişti.
34
“abi bu ne?” diye sordu paşaya.
“aklımda bazı düşünceler var onur. bu terör belasını
başlatandan başkası bitiremez. başlatanlar da hedeflerine
ulaşana kadar bitirmeyeceklerdir. ancak bizim de boş
durmamamız gerek. kuzey ırak’a operasyon yapıp teröriste
indirebildiğimiz kadar darbe indirmemiz gerekir ki hızları
kesilsin. ayrıca böylelikle pkk’yı kullananlara da asla boyun
eğmediğimizi ve eğmeyeceğimizi göstermiş oluruz. en büyük
etkiyi de halk üzerinde yaratırız. halk korku içinde, böyle bir
operasyon hem kendilerine hem devletlerine olan güvenin geri
gelmesini sağlayabilir.”
“ama abi buralar köy mezrası gibi değil ki. kocaman bir
bölge. ayrıca bölgenin de çok dağlık olması kötü.böyle bir
operasyon için ne kadar asker gerekir ki ?”
“en azından 50 bin. hatta daha da fazla.”
“50 bin mi ? abi bu kadar asker oraya nasıl gider ?
buna kabiliyetimiz var mı?”
“götürürüz abicim endişen olmasın. ama bu aramızda
kalsın. kara kuvvetleri komutanı ile hava kuvvetleri
komutanı’na da izah edeceğim bu planı. onlar da bana hak
vereceklerdir. iyi bir planlama ile 4-5 saatte büyük çoğunluğu
iyi yetiştirilmiş komando olan 50 bin askeri sokabiliriz kuzey
ırak’a.”
* * *
21 aralık 1992 pazartesi ankara
kapı vurulduğunda elindeki mesajları okumakla
meşguldü. çekiç güç kaynaklı bütün uçuşların takip
edilmesi emrini vereli neredeyse uzun zaman oluyordu. ilk sınır
ötesi harekatta teröristlerin kamplarında bulunan amerikan
malı özellikle gıda ve sıhhiye malzemeleri çok canını sıkmıştı.
o tarihten bu yana, karakollardan amerikan uçuşlarıyla ilgili
mesajlar geliyordu sık sık. incirlik’te bulunan çekiç güç’e bağlı
uçak ve helikopterler bütün uçuşlarını ve rotalarını incirlik’te
görevli bulunan türk generale bildirmek ve iznini almak
zorundaydılar. hiç bir uçağa izin verilmemezlik edilmemişti
ama kamplarda bulunanlar ve karakollardan gelen raporlarda,
uçak ve helikopterlerin rotalarını değiştirip devriye uçuşu
35
haricinde maksatlar güttükleri görülüyordu. hatta yürüyerek
bile güçlükle çıkılan cudi dağı’nın tepesinde uçaksavar ele
geçirmişlerdi. koca uçaksavarın helikopter olmadan oraya
çıkarılması imkansızdı. bu nedenle yapılan bütün faaliyetleri
kayıt altına almalıydı ki gün gelip de amerika’nın karşısına
çıktıklarında elleri güçlü olmalıydı.
17 aralık’ta kuzey ırak’ta uçarken içinde bulunduğu
helikoptere bir amerikan helikopteri iki kez tacizde bulunmuştu.
uçuştan önce çekiç güç unsurlarına bilgi verilerek herhangi
bir kazaya sebep olmamak istenmesine rağmen amerikan
helikopterinin iki kere tam tepelerinden geçmesinde kesinlikle
bir kasıt vardı. çünkü üstlerindeki helikopterin pervanelerinin
yarattığı hava akımı kendi helikopterlerinin dengesini bozmuş,
arka arkaya iki kere yaşadıkları ölüm tehlikesini pilotun
becerikliliği sayesinde ucuz atlatmışlardı. bu olayla ilgili raporu
da bizzat kendisinin oluşturup tuttuğu dosya içerisine
koymuştu. fakat dosyayı kabartan amerikan uçuşları ile ilgili
raporların yanında bu olayı önemsemiyordu.
kapıda öksüren albayın sesiyle kendine geldi.
düşüncelerinden sıyrılarak kapının önünde esas duruşta
bekleyen albaya baktı.
“komutanım, gazeteci onur kandilci geldiler,
görüşmek isterler"”diyordu albay.
“gelsin gelsin” diye söyledi albaya. sohbetini sevdiği bir
arkadaşıyla biraz konuşup kafasını dağıtması iyi olurdu.
kapı yeniden açıldığında yerinden kalkarak dostunu
ayakta karşıladı. onca yıllık dostluklarına rağmen ilk kez olarak
birbirlerine sarıldılar. ikisinin de içinden gelmişti bu. hiç
konuşmadan böylece birkaç saniye kaldılar.
tecrübeli gazeteci paşanın gösterdiği koltuğa otururken
“abi geçmiş olsun” diyordu yerine oturan jandarma genel
komutanına. olayı duyunca endişelenmiş, şehir dışında
olduğundan kendisine ulaşamamış, ziyaretine gelmek için bu
günü beklemişti.
“saol abicim” diye yanıtladı gazeteciyi.
“bence ciddi bir uyarı bu abi, gözünü seveyim dikkatli
ol”.
36
“yahu onur esas sen kendine dikkat et” diye cevapladı
gazeteciyi hafif bir gülümsemeyle. “benim etrafımda koca bir
ordu var, bana ulaşmaları biraz zor olur. ama sen tek başına
bir silahşörsün.”
“silahşör değil abicim, kalemşör” ikisi de kahkahalarla
gülerlerken servis kapısından giren garsonun getirdiği çaylar
önlerine konmuş, garson yine sessizce dışarı çıkmıştı.
“abi gerçekten bu işin tadı kaçtı” dedi gazeteci bir
yudum aldığı demli çayını tekrar tabağına bırakırken.”mart
ayından bu yana senin planladığın operasyonlar teröristleri
olduğu kadar amerika ve israil’i de rahatsız etti bence.
muavenet’e attıkları füze ve senin helikopterine dalmaları. ben
ikisinin de kaza veya yanlışlık olduğuna inanmıyorum.”
“ben de” diyerek arkadaşını destekledi paşa.
“muavenete attıkları sea sparrrow füzesi. ve bu meret
kesinlikle kazara ateş almayacak kadar, daha önceden tespit
edilerek hafızasına yüklenmiş rotadan çıkarak başka bir yeri
vurmayacak kadar akıllı bir füze. üstelik bu füzenin beynine
koordinat yüklemediysen kesinlikle çalışmıyor bu meret.
senelerdir tatbikat yapıyoruz heriflerle. neden o zamanlar
böyle bir kaza olmuyor da bizim başarılı harekatlar yaptığımız
zamanlara denk geliyor? bizi bunları düşünemeyecek kadar
salak mı sanıyor bunlar?”
“abi gücümüzü ve kararlılığımızı anladılar. bundan
sonra daha sert oynamaya başlayacaklardır bu lanet olası
oyunu.”
“biliyorum. sanırım çavuş mawerick’in disketinden
çıkan listeyi iyice dikkate almamız gerekecek. listedekilerin
çoğu ya öldü ya saldırılardan yaralı kurtuldu.”
“desene abi birkaç kişi kaldık o listeden.”
“o yüzden endişeliyim onur, daha bu memlekete
yapacak çok işimiz var, yarım yamalak bırakmamamız lazım.
o yüzden kendine iki kat daha dikkat et. hatta resmi koruma
isteyelim sana.”
“yok abi ya, ben gezemem öyle peşimde adamlarla.
kendim rahatsız olurum baştan.”
37
“o zaman kendine dikkat et, yazılarını okuyorum, çok
kişinin canını acıtabilir.” sözünü tamamlamıştı ki kapı çalındı.
emir subayıydı gelen. genelkurmay’daki toplantıya gitmeleri
için aracın hazır olduğunu hatırlatıyordu.
emir subayının söylediklerini duyan gazeteci ayağa
kalktı. “abi ben kaçayım, seni bekleyen bir işin beni bekleyen
bir gazetem var.tekrar görüşürüz diyerek elini uzattı.
yüzyüze son görüşmeleri olduğundan habersizdiler.
* * *
24 ocak 1993 pazar ankara
elindeki televizyon kumandası yere düştüğünde
kahvaltı masasında gazetelerden birini okumakla meşgul olan
eşi irkildi. tam ne olduğunu soracaktı ki kocasının yüzündeki
ifadeyi gördü sevinç hanım. otuz yıldan fazladır birlikte olduğu
kocasının bu halde olduğunu hiç görmemişti. dehşete düştü
kocasının yüz ifadesiyle. allak bullak olmuş yüzünde, derin bir
hüsrana, üzüntüye kapılmış insanların ifadesi açıklıkla
okunuyordu. gözlerindeki pırıltı adeta sönmüş, o pırıltının
yerinde bir anda peydahlanan hüzün görünür olmuştu. onu bu
hale getiren şeyin ne olduğunu anlamak için kendisine biraz
çaprazda kalan küçük televizyonun ekranına baktı.
trt ekranında pazar günleri yayınlanması alışkanlık
haline gelmiş bir kovboy filmi vardı yine. ama alttan geçen yazı
hemen onun da dikkatini çekti. metnin son cümlelerine yetiştiği
için ne olduğunu anlayamadı. fakat saniyeler sonra aynı metin
tekrar ekranın altında belirdi.
“son dakika : gazeteci onur kandilci, evinden
çıkarken arabasına konan bombanın patlaması sonucu
hayatını kaybetti. ayrıntılar birazdan...”
şimdi anlam verebiliyordu kocasının yüzündeki bu hiç
görmediği ifadeye. en çok sevdiği dostunu, en iyi anlaştığı
arkadaşını, çok kafa dengi olduğunu her fırsatta söylediği bir
dostunu kaybetmişti paşa. hem de canice bir şekilde.
kocasına seslendi. bir süre tepki alamadı. sesini
duyduğundan emin değildi ama tekrar seslenmekten kendini
alamadı.
38
“onur’u da öldürdüler hanım.” diye cevapladı kendisine
seslenip duran karısını. sanki çok uzaklardan, bu odada
değilmiş de ufuk ötesi bir diyardaymış gibi geliyordu sesi. “ o
kadar da söylemiştim kendine dikkat et diye. dinlemedi beni
eşşoğlu eşşek dinlemedi.” deyip masadan kalktı ağır
hareketlerle, telefona sarıldı.
otuz yıldan fazladır tanıdığı, ağzından tek kelime bile
söz çıkmayan kocasından ilk defa küfür işitiyordu.
* * *
25 ocak 1993 pazartesi ankara
tüm komutanlık karargahı şaşırmıştı. koridorlarda bile
alışılmadık bir sessizlik hakimdi. her günkü o koşuşturma
kaybolup gitmiş gibiydi komutanlarını ilk kez böyle
görüyorlardı. kimseye tek kelime etmeden adeta hışımla
odasına çıkmış etrafına gözleriyle ateş yağdırmıştı resmen.
halbuki kapısındaki saygı nöbetçisinden kurmay başkanına
kadar gördüğü herkese içten gelen bir gülümsemeyle
“günaydın” der, kimilerinin halini hatırını sorar, ayak üstü
birkaç dakika laflar, gönül alır, herkese ayrı ayrı değer verdiğini
belli ederdi. hele bir keresinde saygı nöbetçilerinden zıpkın
gibi bir delikanlıyı güreşmeye davet etmişti. nöbetçi itiraz
edince şaşırmış sebebini sormuştu. “sizin karşınızda
direnmeye haya ederim komutanım” diyen askeri alnından
öpmüş bir saat hediye etmişti.
ama bu gün bambaşkaydı. herkes gazeteci
arkadaşının ölmesine üzüldüğünü tahmin edebiliyordu ama bu
kadar derinden etkileneceğini kimse düşünememişti. odasına
girer girmez bir iki telefon görüşmesi yapmış, yanına kimseyi
almamış, alışkanlık ettiği tek şekerli sabah çayını da
istememişti. mütemadiyen baktığı, her gün kendisi gelmeden
masasına sümen içerisinde bırakılan evraklar olduğu gibi
duruyordu.
odasına geldikten yaklaşık bir saat kadar sonra kara
kuvvetleri komutanı ile genelkurmay özel kuvvetler komutanı
yan yana jandarma genel komutanının odasına girerlerken,
özel kalem müdürü’nün birkaç kez paşanın yanına girerken
gördüğü ayhan cengiz erseven ile şansal babasagun
kapıda bekliyorlardı.
39
kafasındaki düşüncelerini anlattığı iki silah arkadaşı
şaşkınlıkla ama can kulağıyla dinliyorlardı şeref paşa’yı.
“kendim için söylemiyorum bunları.” diyordu.ve samimi
olduğu gayet açıktı. çavuş mawerick’in listesinden bahsetmişti
ikisine de. sıradaki hedef kendisiydi ya da sıranın gelmesi
yakındı. ama bu pkk belasını bitirmeden ölmeye hiç niyeti
yoktu. vatanı için yapacak daha çok şeyi vardı.
“ismail” dedi, kara kuvvetleri komutanına. sıra
arkadaşıydılar harp okulu’ndan. ama şeref paşa’nın iki yıl,
ismail paşa’nın bir yıl erken terfisi olduğundan devre
arkadaşından bir yıl kıdemliydi jandarma genel komutanı.” ilk
kez teamüllere aykırı bir olay gerçekleşecek ve bu sene ben
genelkurmay başkanı olacağım gibi görünüyor.
cumhurbaşkanı sözal bu konuda çok istekli, başbakanı ve
diğer şura üyelerini ikna edecektir. kimsenin itirazı olacağını
sanmıyorum ama amerika ve israil benim ipleri elime almamı
istemeyecektir. dolayısı ile er ya da geç beni devre dışı
bırakmaya uğraşacaklardır. işte şimdi yapacağımız iş bu
heriflerin benim için ne zaman harekete geçeceklerini
öğrenmek ve mümkünse ne yapacaklarını anlamak.
ayrıntılarını söylemedim ama bu iş için mit müsteşarı teoman
paşa, şansal başında olmak üzere bir ekibi benim emrime
verdi. ayhan da jitem kaynaklarını daha etkin kullanacak. bir
ipucuna rastlarsak sizlere de söylerim.”
iki misafir general de can kulağı ile şeref paşa’yı
dinliyorlardı. zaten çok sevilen biriydi ama vatanını bu kadar
seven birini tekrar içlerinden takdir ettiler.
“mustafa, sen de bana özel kuvvetlerden birini ayarla.
attığını vuran, tuttuğunu koparan, ağzı sıkı bir adam istiyorum.
hemen şimdi benim yanımda bulunsun, bu şerefsizlerin
yapacağı hamleden kurtulabilirsem yine yanımda kalacak birini
istiyorum. yani bana tapulayacağın bir adam.”
“derhal komutanım.” diye cevapladı özel kuvvetler
komutanı.” ancak bir kişi yeterli mi komutanım” diye
sormaktan da kendini alamadı. komutanın geniş odasında
gerçekten buz gibi bir hava dolaşıyordu.
“yeterli şimdilik. eğer gelişmeler farklı hareket etmemizi
gerektirirse sonra ayarlarız lazım olursa.” dedikten sonra
40
masanın altına gizlenmiş çağrı düğmesine bastı. içeri giren
emir subayına sadece “gelsinler” dedi.
yaklaşık bir saattir kapıda bekleyen mit görevlisi
şansal babasagun ve jitem’in perde
gerisindeki yöneticisi ayhan cengiz erseven içeri girip şeref
paşa’nın gösterdiği koltuklara oturdular.
“arkadaşlar can kulağıyla dinleyin.” diye söze başladı
paşa lafı dolandırmadan. “ şansal; ayrıntılarını söylemedim
ama teoman paşa ile görüştüm, benim emrim altında
olacaksın. istediğin kadar eleman alıp ekibini kurabilirsin.
ayhan sen de jitem’in bütün kaynaklarını dibine kadar
zorlayacaksın. hatta yeşil’i de devreye sok. ne yaparsanız ne
ederseniz her hareketinizden haberim olacak. gece gündüz
nerede ve kaçta olursa olsun mutlaka en ufak bilgiyi bile bana
ileteceksiniz. bana ya da başka bir devlet büyüğüne karşı,
yahut tanınmış bilinmiş aydınlara karşı girişilebilecek bir
suikast emaresine rastlarsanız bu ipin ucunu çekip ne halt
döndüğünü bulacaksınız. ve ağzınızı sıkı tutacaksınız.
gereksiz bir kimse bilmeyecek bu işi, herhangi bir aksaklıkta
veya ortalıkta faaliyetlerimizle ilgili söylentiler dolaşmaya
başlarsa, sizin ipinizi ben çekerim ona göre.”
dört konuğu da şaşkındı aslında. şeref paşa’nın böyle
konuştuğuna hiç kimse şahit olmamıştı. barut gibi olduğu çok
açıktı. dördü de bunun sebebini dün öldürülen onur
kandilci’ye bağladılar.
“e hadi hala duruyor musunuz? yallah işinize koyulun
hemen.” diye dördünü de adeta kovaladı arkasına yaslanırken.
* * *
10 şubat 1993 çarşamba ankara
yarım saattir merakla bekliyordu. mit’ten kendi emrine
verilen şansal babasagun yarım saat önce telefon ederek
acil görüşme talebi iletmiş, müsaitse hemen gelmek istediğini
bazı gelişmeler bildireceğini söylemişti. ne olduğunu henüz
bilmediğinden özel kalem müdürüne saat 10’da yapılacak olan
karargah toplantısına katılmayacağını söylemiş, toplantıya
kurmay başkanının başkanlık etmesi emrini vermişti. dört
gözle biraz sonra alacağı haberleri bekliyordu. neredeyse
onbeş gündür bütün gücünü kendisinin nasıl öldürüleceğini
41
öğrenebilmeye sarfetmişti. ancak fazla aşırıya kaçmamış, bu
işin arkasındakilerin kendilerindeki hareketliliği fark etmelerinin
önüne geçmek istemişti. başarılı olup olmadığını bilmiyordu
ama biraz sonra şansal’ın söyleyeceklerinin önemli olduğunu
hissediyordu.
kapıya yakın bir yerde oturan, özel kuvvetler
komutanı’nın, talebini ilettiği gün öğleden sonra bizzat
getirerek teslim ettiği sivil giyimli başçavuşa baktı. mustafa
paşa bizzat kefil olduğunu bildirmişti bu kara yağız sırım gibi
delikanlı için. o günden beri de gittiği her yerde, evinde,
makamında her an yanındaydı. gece yatarken bu kırmızı
bereliyi ayakta görüyor, sabah kalktığında da kendinden önce
uyanmış buluyordu. geldiğinden beri makam arabasının ön
tarafına emir subayı yerine artık bu kırmızı bereli oturuyordu.
emir subayı ise arkadan korumaların arabası ile geliyordu.
zaten onur kandilci öldürüldüğünden beri ortalıkta hiç
görünmüyordu. ya evindeydi, ya da makamında. o zamandan
beri ne bir sinemaya gitmişti ne tiyatroya, ne de bir kokteylde
boy göstermişti.
“muharrem! hadi iki çay söyle de beraber içelim.” diye
kapının yanındaki sandalyede oturan başçavuşa seslendi.
“emredersiniz komutanım” diyen başçavuş yerinden kalkarak
kapıyı araladı, dış odadaki sekretere iki çay söyleyip kapıyı
kapattı, tekrar yerine oturdu.
kısa süre sonra gelen çayları henüz yarılamışlardı ki
kapı çaldı. muharrem elindeki bardağı sehpaya bırakıp
yerinden kalktı, kapıyı araladı. geleni görünce kenara çekilerek
girmesine müsaade etti. geldiği günden beri aynı davranışı
sergiliyordu. kapıyı çalanın kim olduğunu mutlaka önce kendisi
görüyor sonra izin veriyordu. şimdi gelen emir subayıydı.
saygılı bir şekilde selam verip “komutanım şansal
babasagun geldi, görüşmek ister” deyip sustu emir subayı.
“hemen içeri al” diyen şeref paşa yerinden kalktı
kapıdan giren mit görevlisinin elini sıktı, oturması için yer
gösterdi. ama ne şansal ne de komutan ayağa kalkar kalkmaz
yerinden fırlayan muharrem, komutan oturmadan oturmadılar.
“evet şansal seni dinliyorum” dedi şeref paşa hal hatır
sorma bölümünü atlayarak. mit görevlisinin getirdiği bilgileri bir
an önce öğrenmek istiyordu.
42
“paşam” diyerek söze başladı mit görevlisi. “bize emir
verdiğiniz günden bu yana bildiğiniz üzere her bir bit yeniğini,
her bir ipucunu sonuna kadar araştırdık ama dişe dokunur
birşey elde edemedik. ta ki dün gece bana gelen bilgiye
kadar. sabahı bekledim çünkü teyit etmem gerekliydi. “ bunları
söylerken kapının yanında oturan özel harekat elemanına
doğru baktı.tanımıyordu bu sivil giyimli adamı.
söyleyeceklerini duyup duymaması gerektiğini kestirememişti.
“merak etme şansal” dedi paşa. mit görevlisinin rahat
konuşabilmeyi sorgulayan bakışlarını yakalamıştı. “muharrem
her şeyi bilmeli. bir süreden beri her an yanımda ve olmaya
devam edecek. gerekirse benim için ya da benimle birlikte
ölecek. o yüzden ne biliyorsan anlatmaya devam et.”
“israil elçiliğinde bir adamımız var” diyerek sözlerine
devam etti mit görevlisi. “dedesi istanbul yahudilerinden, israil
kurulunca oraya göç edip iki sene sonra ölen biri. elçilikteki bu
adam türkiye’ye geldiğinden bu yana, yaklaşık birbuçuk yıldır
bize bilgi aktarıyor. aktardığı bilgilere tam bir kesinlikle
bakmamakla birlikte şimdiye kadar yanıltıcı veya tuzak bilgi
aktarmadı. herhangi bir çıkar için değil sadece vicdani borç
ödeme gayesiyle bilgi verdiğini düşündüğümüz bir adam. israil
elçiliğinde bir süredir yoğun şekilde kurye hareketliliği
gözlüyorduk, adamımız da teyit etti bunu. adamların çektiği
mesajlardan günlük sıradan konular dışında hiç bir şey elde
edemeyince bir olağanüstülükten şüphelenip giren çıkanı
kontrol etmeye başlamıştık. yaklaşık bir yıldır olağan kurye
sayısında bir artış var. dün akşam yakaladığımız bir mesaj
arkadaşların dikkatini çekmiş. şaşırmışlar tabii, günlük sıradan
mesajlar dışında bir şey yakaladıkları için bana getirdiler. bizim
israilli ile temasa geçtim hemen. mesajın doğruluğundan ve
elçilikte belirgin bir rahatlamaya sebep olduğundan söz etti
bana. zannediyorum ki yapılan operasyon ya da suikast
planları kuryelerle gönderildi. dün gece gelen mesaj ise
planlanan bir operasyonun onayı gibi geldi bana.”
“mesajda ne yazıyormuş?”
mit görevlisi elindeki mesaj metni yazılı olan kağıdı
komutana uzattı. üzerinde mit müsteşarlığının anteti olan,
tanımadığı bir şifreci ile iki analizci ile beraber şansal
babasagun tarafından imzalanmış kağıdı alan şeref paşa,
yazılı metni üst üste iki kez okudu.
43
“yumurtacının sepeti delinirse baş yumurta kırılır.”
aslında çok fazla anlam ifade eder gibi görünmüyordu kağıtta
yazanlar. soran gözlerle mit görevlisine baktı.
“paşam, ilk bakışta anlamsız aslında. ben de birşey
anlamadım getirip önüme koyduklarında. ama mesajı getiren
analizci ile konuşunca tabiri caizse kafama dank etti. sözüm
meclisten dışarı komutanım, ancak diğer sınıflar arasında
jandarmaya yumurtacı dendiğini belki siz de duymuşsunuzdur.
buradan yola çıkarsak baş yumurta siz oluyorsunuz.
yumurtacının sepeti ise büyük ihtimalle uçağınız. kanımca
uçağınıza sabotaj yapacaklar.”
mit görevlisinin açıklamasını dinleyen jandarma genel
komutanı birkaç dakika sessiz kaldı. gençken devre
arkadaşları da takılırlardı ona yumurtacı diye. kendisi de eski
helikopter pilotu olduğundan uçmaktan korkmuyordu, uzun
yıllardır kim bilir kaç kez uçmuştu. neredeyse 10 yaşında olan
komutanlık ihtiyaçlarına göre bir bölümü düzenlenmiş koca
c-130 uçağı da gözünü hiç korkutmuyordu. pilotlar da
teknisyenler de iki yıldır kendisiyle birlikte uçuyorlardı,
tamamen güvenilir olduklarından emindi. nasıl yapacaklarını
ve zamanını merak etti. bir tedbir alması şarttı.
“ayrıntı var mı ?” diye mit görevlisine sordu alacağı
cevabın olumsuz olacağını bile bile. bir ipucu yakalamışlardı
fakat ipin ucunun nereye çıkacağını öğrenmek çok daha zordu.
“henüz bilgimiz bu kadar komutanım” şansal
babasagun da komutana her türlü ayrıntıyı bildirmek isterdi.
hiç bir şey bilmediğini söylemek zordu işte. umutlarını
yitirmediğini belirtir şekilde konuşmasını sürdürdü. “ancak bilgi
çok taze komutanım. bizimkilerden biraz daha takviye alıp
ekibi büyüteceğim. yardımcım ve benden başka konuyu bilen
yok ekipte ama yine de canla başla çalışıyorlar. israil
elçiliği’ndeki sineği bile takip edeceğim paşam. uygun
görürseniz uçuş ekibinizi de gözlemleyeceğim.”
“ya o çocukların ihanet edeceklerini hiç sanmıyorum
ama işine de karışmak istemem. sen bilirsin.” kırgınlığı sesine
yansımıştı. büyük çıkar çatışmaları, insanın en yakınlarını bile
tehlikeli bir düşman haline getirebilirdi. bunun örnekleri tarihte
çoktu ve kendisi de tarihe bir örnek olmaya niyetli değildi.
44
kendisine bu değerli bilgiyi veren mit görevlisini ayağa
kalkıp, elini kuvvetlice sıkarken ettiği teşekkürlerle yolcu etti.
yerine oturmak üzereyken muharrem’in belirgin bir şekilde
kıpır kıpır olduğunu fark etti. aralarında birkaç metre mesafe
olmasına rağmen kara gözlerinde oynaşan pırıltıları görmemek
mümkün değildi.
“hayrola!” diye sordu korumasına. meraklanmıştı.
“komutanım, aklıma bir şey geldi de.” yıllardır görevli
olduğu özel kuvvetler komutanlığı’nda çok iyi yetişmişti.
dokuz ay boyunca amerika’da delta force eğitimine katılmış,
amerikalı komutanların takdir dolu bakışları ve sözleri arasında
birincilik ödülü olan işlemeli smith&wesson tabancayı alırken
gurur duymuş, israil’de gördüğü altı aylık gerilla kursunda
edindiği tecrübeler kendisini üst seviyeye çıkarmasını
sağlamış, uçak kaçırma operasyonlarındaki başarıları ile ün
yapan japonya da bir ay rehine kurtarma operasyonu kursu
görmüştü. psikolojik eğitim de almış olmasına rağmen
hayatında ilk kez heyecanını saklamayı beceremiyordu.
halen soran gözlerle kendisine bakan, eliyle yakınına
oturmasını işaret eden jandarma genel komutanı’na baktı.
heyecanını bastırmaya uğraşıyordu. komutanın gösterdiği
yere oturdu. kısa bir iki öksürükle boğazını temizledi.
“komutanım.” diyerek söze girdi.”bu heriflerin başınıza
örmeye çalıştıkları çorabı biz neden kalkıp onların başlarına
geri geçirmiyoruz?”
“nasıl olacak bu ? daha neyi ne zaman yapacaklarını
bile bilmiyoruz ki.” korumasının anlatacaklarını merakla
bekliyordu ama bilgisizlik nedeniyle fazla da ümidi yoktu.
“komutanım aklıma gelen konuda zaman önemli değil.
madem uçağınıza sabotaj yapacaklar, hazır olursak ne zaman
olursa olsun fazla sıkıntı çekmeyiz. ama güvenilir bir mühendis
ve becerikli demirci gerekli. ayrıca pilotların ve uçak
teknisyeninin de bilgilendirilmeleri gerekir.” diyerek anlatmaya
başladı.
* * *
yaklaşık iki saat sonra, karşılarında dikilen mühendis
yarbaya çizdikleri karalamaları gösteriyorlardı. mühendis
45
yarbay çalan telefonda karşısında jandarma genel
komutanı’nı bulunca şaşırmış, birinin dalga geçtiğini sanmıştı.
ama şimdi şeref paşa’nın karşısında neredeyse heyecandan
ölecekti. ilk defa komutanla birebir muhatap oluyordu.
komutanın uzattığı kağıdı aldı ama hiç bir şey anlayamadı.
elinde birbuçuk metrelik bir küp şeklinin kaba bir çizimi vardı.
“bunun ne olduğunu anlayamadım sayın komutanım”
dedi sesindeki titremeye engel olamayarak.
“gel otur şuraya da anlatayım” diyen komutanın
gösterdiği yere, daha önce hiç görmediği adamın karşısındaki
koltuğa oturdu, elindeki kağıdı masanın üzerine koydu,
komutanın şekil üzerindeki açıklamalarını dinlemeye başladı.
onbeş dakika sonra ise gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
komutanın istediği şey, yapılması imkansız olmamakla birlikte
çok garip bir istekti. ısı yalıtımlı, içinde bir insanın oturabileceği
sabit koltuğu olan, darbelere dayanıklı, ısıyı havayı geçirmeyen
ve tepesinde taşıma kancası olan sağlam dört tane küp
istiyordu komutan. üstelik bu küpün içinde en az birbuçuk
saatlik kapasiteye sahip oksijen tüpü ve otomatik karbondioksit
temizleyici de olacaktı. hiç anlam verememişti buna.
“ee?” diye soran komutanın sesiyle kendine geldi.
“yapılabilir mi bu? yapılabilirse ne zaman hazır olur?”
“yapılabilir komutanım” diye cevapladı komutanı.
sesindeki heyecanın yerini şaşkınlık almıştı. “süre için ise
kesin bir şey söyleyemem ama sanırım onbeş güne kadar
hazır olur komutanım.”
“nee!” diye gürledi şeref paşa yerinden fırlayarak. elini
masaya öyle bir vurmuştu ki masanın üzerindeki kalın camda
boylu boyunca bir çatlak oluştu.” bana bak mühendis
bozuntusu.” diye yüksek sesle devam etti konuşmasına.
gözlerinden adeta alev fışkırıyordu. kendisi ayağa kalkınca
karşısındakiler de ayağa kalkmışlardı. “şu anda saat 11. yarın
akşama kadar bitti diye karşıma gelmezsen başkale ilçe
jandarma komutanlığı emrine atanan ilk mühendis subay sen
olursun. işin ciddiyetini anlamadın sen herhalde. destek
kıtaları’nın bütün kademeleri emrinde. kademelerle olmaz
diyorsan git dışardan ne kadar teknik eleman, demirci memirci
varsa topla. parayı, ödeneği düşünme. kaç paraya mal olacağı
umurumda bile değil. istediğin kadar adam çalıştır, gerekirse
46
üniversiteden hocalara yalvar ama yarın akşama kadar bu işi
halledemezsen sonrasını sen düşün.şimdi yallah hemen işe
koyul.”
“emredersiniz komutanım” diyerek odadan çıkan
mühendisin her tarafı adeta yaprak gibi titriyordu.
* * *
emniyetli görüşme sağlayan, siyah kocaman gövdeli
telefonu kapatırken, birkaç saat önce yanından geldiği
jandarma genel komutanı’nın talep ettiği şeyin oldukça garip
bir istek olduğunu düşünüyordu. memleketin dört bir yanında
ve yurt dışında bu güne kadar bir sürü iş yapmıştı ama böyle
bir istekle karşılaşmamıştı. orta boylu dört tane erkek cesedi
bulacaktı. paşa bir şeyler planlıyordu ama henüz ne olduğunu
bilmiyordu. karşısında oturan yardımcısına baktı.
“sana bir iş vereceğim, ama biraz pis bir iş haberin
olsun.” deyip konuşmaya başladı şansal babasagun.
* * *
kara kuvvetleri istihkam daire başkanı, muhabere
başkanı, istihbarat başkanı ve harekat başkanı ile neredeyse
bir düzine kadar inşaat ve elektrik elektronik mühendisi subay,
hızla kapıdan çıkıp uzaklaşan kara kuvvetleri komutanı’nın
arkasından baka kalmışlardı.
jandarma genel komutanı ile görüşmeden gelen kara
kuvvetleri komutanı dosdoğru ana binanın altında yer alan
muhabere merkezi’ne dalmış, halen şaşkın vaziyette
beklemekte olan daire başkanları ile mühendisleri ellerindeki
bütün işleri bırakarak acilen muhabere merkezi’ne gelmelerini
istemişti. ekibini toplar toplamaz hemen yapılmasını istediği
şeyleri sıralamaya başlamıştı.
muhabere merkezi’nin gazinosu olarak kullanılan geniş
oda iptal edilecekti. camlar tamamen örülerek kapatılacaktı.
muhabere merkezi’ne doğru, sadece içeriden açılabilen,
açıldığında içerisi görünmeyecek şekilde tedbir alınmış bir kapı
yapılacaktı. sonra gazino dörde bölünecekti. içerisi; iki tane
ufak yatak odası, bir çalışma odası, bir de tuvalet ve banyo
bölümü şeklinde yeniden düzenlenecekti. arıza ihtimali düşük
olan en kaliteli klimalar konacak, bunların yanı sıra cam
47
olmaması yüzünden iki tane de hava temizleme cihazı
yerleştirilecekti.
çalışma odası olarak düzenlenecek bölüme ise, arayan
numaraları gösterebilecek teknolojiye sahip bir dahili bir de
harici telefon bağlanacak ve bu telefonlar emniyetli görüşmeye
olanak sağlayacak şekilde olacaklardı. aynı şekilde emniyetli
bir de faks konacaktı. ayrıca kara kuvvetleri harekat
merkezine direkt bağlı bir bilgisayar konacak; bu bilgisayar,
ağa bağlı bütün bilgisayarlara ve içindeki bilgilere erişim
hakkına sahip olacak, ama bunu kimsenin ruhu duymadan
yapabilecek ve dışarıdan müdahale edilemeyecek kapasitede
bir bilgisayar olacaktı.ayrıca bütün bu mekan, içeride bomba
patlasa bile kesinlikle dışarıya ses çıkmayacak şekilde
yalıtılacaktı.
bütün daire başkanları, kendilerini ilgilendiren ve iki ya
da üç günü geçmeyecek şekilde tamamlanması emredilen
hususlardaki notlarını almışlardı. istenilenler yapılamayacak
şeyler değildi. ama hepsinin de garibine giden ve istihkam
başkanı’nın notları arasında bulunan husus oldukça zor
görünüyordu.
ana binanın arka cephesine düşen bu yeni
hazırlanacak mekan için dışardan bir giriş olacaktı. bu giriş için
yol seviyesinde, bir otomobili taşıyacak kapasiteye sahip bir
asansör yapılacak, her yeri tamamen kapalı olacak bu
asansörün kapısı dışarıdan ve içeriden uzaktan kumanda ile
açılacak, otomobil içine girdikten sonra yapılan asansör ile
aşağıya, muhabere merkezi seviyesine inilecek ve bir geçiş
kapısı ile yeni hazırlanacak bu bölüme ulaşılacaktı.
bu yeni mekana sadece bu asansörle ve muhabere
merkezi’ne açılacak kapı vasıtası ile giriş çıkış yapılabilecekti.
başka hiç bir şekilde giriş, pencere, havalandırma deliği gibi bir
şey kesinlikle yapılmayacaktı.
* * *
elindeki hesap cüzdanına baktı. sahip olduğu pek çok
sahte kimlikte yazılı isimlerden biri olan metin şahin adına
açılmış hesabı tekrar inceledi. hesapta tek hareket vardı. o da
biraz önce bankaya uğrayıp hesap cüzdanını verip, bankodaki
sarışın çıtır kızın şaşkın bakışları arasında yazıcıdan yazdırmış
olduğu bilgilerdi.
48
tarih : 10 şubat 1993
mevduat cinsi : usd
mevduat türü : vadesiz yabancı para
mevduat miktarı : 35.000.000
sırıtarak arkasına yaslandı. tam otuzbeş milyon doları
vardı artık. şu işi halletmesi halinde bu parayı rahat rahat
harcayabilecekti. eğer yüzüne gözüne bulaştırırsa paranın tek
kuruşuna dokunamadan israilliler tarafından anında yok
edileceğini biliyordu. ama eğer başarabilirse, bir iki yıl daha
sıradan yaşamına devam edecek, yavaş yavaş harcamaya
başladığı bu parayı, bir iki yıl sonra ortalık durulunca çekip
gideceği brezilya’da doya doya harcayabilecekti.
hesap cüzdanını ve sahte kimliği, yer döşemesinin
altına gizlenmiş küçük kasaya atarken gözlerinin önünde rio
karnavalında yarı çıplak vaziyette dans eden latin kızları cirit
atıyordu.
* * *
“komutanım uçuş ekibinize bilgi verecek miyiz?”
aklındaki tek soru işareti buydu özel harekatçı’nın. uçağa
sabotaj yapılacaksa, bunu uçağa yaklaşabilen herkes
yapabilirdi. bunlara pilotlar ve teknisyenler de dahildi. ama çok
büyük ihtimalle tamamen günahsız olmalıydılar.
“hayır, şimdilik bir şey söylemeyelim.” diyerek
cevapladı bir süredir yakınından ayrılmayan korumasını. çok
uzun zaman olmamıştı yanına geleli ama davranışları
tamamen işine konsantre olduğunun göstergesiydi. kanı
kaynamıştı bu astsubaya. “fakat yine de planladıklarımız
gerçekleşirse bu çocuklar için yeni gelecekler düzenlememiz
gerekecek. yeni iş, yeni ortam, yeni kimlikler. ben şansal’a
söyleyeyim bu üç kişi için böyle bir düzenlemeye başlasın.
olay oluncaya kadar bunlara bir şey söylemeyeceğim. eğer
sabotaj esnasında bunlar da uçakta olurlarsa zaten suçsuz
oldukları kanıtlanmış olur. sanırım planladıklarımız üç dört gün
içerisinde gerçekleşir. özel kaleme söyleyeyim de haftaya
diyarbakır’a uçacağımız duyurulsun ortalığa. haftalık
programda yer versinler bu uçuşa. gerekçe olarak da yeni bir
sınır ötesi harekat planlandığı el altından yayılsın. bunu da
şansal ile ayhan yaparlar. ”
49
“ayrıca teoman paşa’dan da sivil plakalı bir araba
isteyelim. bize tapulayacağı bir araba olur. sonra ismail
paşa’ya da söyleyelim bu arabanın plakasını falan. bizim
elimize bir emir versin. bir yere girecek çıkacak olursak sıkıntı
yaşarsak emri gösteriveririz. kara kuvvetleri komutanlık
nizamiyesi’ne de aracın durdurulmadan giriş çıkış yapacağını
söylerse ismail, daha da rahat oluruz herhalde. “
kısa bir süre sustuktan sonra özel kalemini aramak
üzere telefonu kaldırırken dudaklarından dökülen sözler
zorlukla duyuluyordu.
“görelim bakalım, el mi yaman bey mi yaman.”
* * *
16 şubat 1993 salı ankara
“evet arkadaşlar, neler yaptık bir görelim bakalım.”
diyerek orta yere sordu şeref paşa. ama gözleri kara
kuvvetleri komutanı’ndaydı.ismail paşa’nın karşısında oturan
muharrem başçavuş zaten her yaptığından anında bilgi
veriyordu.
“paşam, ana binanın altına istediğiniz düzeni aldırdım.
dün akşam itibari ile tamamlandı her şey. çıkmadan önce
kontrolümü yaptım. istediğimizden de iyi oldu. odaların düzeni,
asansör, havalandırma ve ısıtma, giriş çıkış tam istediğimiz
gibi, hatta daha da iyi oldu. bilgisayarı da hazırlıyorlar, sanırım
şu saatlerde yerine konuyor olmalı.ayrıca bizim nizamiyeye
araç ile ilgili emri bizzat kendim verdim. bunun içinde de
sıkıntıya düştüğünüzde kullanabileceğiniz emir var.” dedi
elindeki sarı zarfı uzatırken.
şeref paşa, zarftan çıkardığı yazılı emri okuyup
bitirdikten sonra, “komutanım kimlikler hazır, bende duruyor.”
diyerek söze başladı muharrem başçavuş. “mit görevlisi
arkadaştan aldığım dört cesedi mühendislerin hazırladığı çelik
kasalara yerleştirdim. kasalar şu anda uçağınızın bulunduğu
hangarın bir köşesinde duruyor. verdiğiniz emir sayesinde
hava meydanına giriş çıkışta bir sorun yaşamadım. hava zaten
soğuk olduğu için hangardaki cesetlerin herhangi bir çürüme
ya da koku yayma ihtimalleri yok. kasalar gayet sağlam olmuş,
hatta koltukların birleşme yerlerine sarsıntı emici kalın yaylar
da döşemişler. taşıma için küçük bir vinci olan bir kamyonet
ayarladım. havaalanı yakınlarında bir depoda, daha sonra
50
kullanacağımız camları karartılmış zırhlı araba ile beraber
duruyor şu anda.”
şeref paşa arkasına yaslanırken gülümsedi. uzun
zamandır gülmüyordu kolay kolay. kimsenin ruhu duymadan,
her şeyin planladıkları gibi yürüyor olması keyfini yerine
getirmişti. yarın diyarbakır’a uçacağı sağır sultana bile
duyurulmuştu. yeni bir sınır ötesi operasyon yapılmasını
istemeyecek olanlar için yarınki uçuş tabiri caizse cuk
oturacaktı.
“paşam, bunlardan genelkurmay başkanı’na bilgi
verecek miyiz?” kara kuvvetleri komutanı’nın endişeli olduğu
belliydi. güzel bir plan yapılmıştı ama tabii ki bir şeylerin ters
gitme ihtimali her zaman vardı.
“söylüyoruz ya ismail. bu seneki şurada genelkurmay
başkanı sen olacaksın ya.” gülümsemesi kahkahaya
dönmüştü şimdi.
* * *
17 şubat 1993 çarşamba ankara
03:00 etimesgut askeri havaalanı
hava buz gibiydi ama terden sırılsıklamdı. nöbetçinin
görmemesi için üzerine yattığı kanadın tenine işleyen
soğukluğuna rağmen heyecandan terliyordu. uçağın sol
kanadındaki motorun kapağını kapatırken bir an için elindeki
tornavidayı düşürüyordu.
“kendine gel lan salak.” diye söylendi içinden. 35
milyon doların hayali belirdi tekrar gözlerinin önünde. bir an
için duraksadı. yasal olarak ve çoğundan amirlerinin haberdar
olmadığı yasal olmayan pek çok iş yapmıştı. ama bu yaptığı
bambaşkaydı. hayatının akışı değişecekti. tekrar işine
döndü.motor kapağını düzgünce, şüpheye meydan
bırakmayacak şekilde vidaladı. işini iyi yaptığından emindi.
yakıt tankından gelerek motoru besleyen borunun yaklaşık beş
santimetrelik kısmına ısıya duyarlı silikon benzeri bir madde
sarmıştı. uçak yerde ne kadar boşta çalışırsa çalışsın
erimeyecekti yapıştırdığı madde. tam yüke binmeden motor
yeterli sıcaklığa ulaşmazdı zaten. eh bunun içinde kalkışa
geçmesi ya da uçuyor olması şarttı. kapladığı maddenin
motordan aldığı ısı ile yeterli sıcaklığa ulaşıp eriyebilmesi için,
motorun yaklaşık onbir oniki dakika tam yükle çalışması
51
gerekiyordu. eh bu da kalkış için pistte katedilecek mesafe de
düşünüldüğünde yeterliydi. uçak yeterli yüksekliğe bu zaman
zarfında ulaşabilirdi. gerekli sıcaklığa ulaşan slikon benzeri
madde kendisiyle beraber erittiği yakıt borusunun delinmesine
sebep olacaktı. yakıt tankından gelen yakıt, delinen yerden
fışkırıp sıcak olan motorla temas edince büyük bir patlama
olmasa bile motor alev alacak ve uçağın düşmesi kaçınılmaz
olacaktı. “uçan tabut” diye de adlandırılan, koca c-130
uçaklarında, modern yolcu uçaklarında olduğu gibi motor
yangınlarını söndürücü sistemin olmamasına sevindi. şans
ondan yanaydı.
kafasını kaldırıp arkasına doğru baktı. nöbetçinin
uzaklaşmakta olduğunu görünce uçağın kanadından aşağıya
doğru sarktı. üzerindeki yüzbaşı rütbeli askeri üniformayı
tamamlayan botlar, yere düştüğünde hiç ses çıkarmamıştı.
derin bir nefes alıp hangardan çıkarak uçaktan uzaklaşmaya
başladı. yarın uçuş olacağı için hangarın devasa kapısı
kapatılmamıştı. nöbetçinin tam aksi istikametinde sakince
yürüyordu. ellerini cebine soktu.dikkat çekmemeliydi.
parkasının yakalarını kaldırıp elleri cebinde olduğu halde
nöbetçinin aksi istikametinde yürümeye başladı.
nöbetçinin her zamankinin aksine, on onbeş metre
önce geriye döndüğünden ve kendisini gördüğünden
habersizdi.
05.00 jandarma genel komutanlığı lojmanları
çalan telefonun sesiyle uyanıp gözünü açtığında, ilk işi
sağ yanında duran dijital saatin üzerindeki yeşil renkli
rakamlara bakmak oldu. sabahın körüydü daha. birkaç metre
ilerisindeki sehpanın üzerinde, diğer telefonlarla birlikte duran
ve emniyetli görüşme imkanı sağlayan kocaman siyah bir
kutuya benzeyen telefona baktı. susmaya hiç niyeti yoktu.
merakla yatağından çıktı. birkaç adımda telefona ulaşarak
ahizeyi kaldırdı.
“efendim?” diyerek cevapladı.
“komutanım ben şansal” diyerek kendini tanıttı
karşısındaki ses.
“hayırdır şansal?” diye sordu merakla karşısındaki mit
görevlisine.
52
“komutanım uygun görürseniz emniyetli görüşmeye
geçelim.” belli ki önemli ve sabahın köründe uyandırılmasına
değecek bir gelişme vardı. telefonun üzerindeki tuşlardan
emniyetli görüşmeye geçişi sağlayan yeşil renklisine bastı.
telefonun ekranındaki yazıları takip etti, birkaç saniye sonra
görüşmenin artık emniyetli yapılabileceğini belirten uyarıyı
görünce konuşmasına döndü. telefonun ahizesini iyice
kulağına yanaştırdı. artık ses biraz daha metalik olacağından
yanlış anlamalara mahal vermek istemiyordu.
“dinliyorum şansal” hala merakı giderilmemişti.
“komutanım, malumlarınız dahilinde çoğu kişiyi gözetim
altında tutuyorum. her ne kadar siz gerek yok deseniz de uçuş
ekibiniz de gözlem altındaydı. sabah saat üç civarında hangar
nöbetçisi uçağınızın yanından uzaklaşan birini görmüş.
adamın üzerinde askeri kıyafet olduğu için durdurmamış
devriyeye çıkan biri olduğu düşüncesiyle. ama uyanıklık edip
nöbetçi amirine haber vermiş. “
“uçuş ekibinden biri mi?” diye sordu istemeyerek.
içlerinden biri olması durumunda üzüleceğini biliyordu.
“hayır komutanım değil. bu gece uçuş ekibindeki bütün
personelin lojmanında olduğunu arkadaşlar teyit etti.”
aldığı cevaba gerçekten rahatlamıştı. ama merakı hala
yerinde duruyordu. “kim olduğu hakkında bilgi var mı?”
“komutanım, arkadaşlar araştırıyorlar ama henüz
bilemiyoruz. çünkü nöbetçi karanlıkta ve uzaktan kısa süre
görmüş. “
“tamam peki, rutin bir olay gibi değerlendirilsin bu
şansal. uçağa dokunulmasın, herhangi bir olağanüstülük
varmış gibi gösterilmesin. gerisini ben hallederim.”
“ama komutanım, ya uçağa sabotaj yapmışlarsa
gerçekten. uçmanız iyi olmaz gibi geldi bana."”
kahkahayı bastı şeref paşa telefonda. işin içine en çok
girenlerden biri olan mit görevlisi cesetleri ve kimlikleri
ayarlamış olmasına rağmen, çelik kasalardan ve yapılan
plandan haberi yoktu.
53
“şansal endişe etme, ben başımın çaresine bakarım.
ilgine çok teşekkürler gerçekten. sonra görüşürüz.” diyerek
telefonun ahizesini yerine koydu. uykusu tamamen kaçmıştı.
geriye döndüğünde yatağın üzerine oturmuş vaziyette
kendisine bakan eşini gördü. yüzünden; derin bir merak, biraz
endişe, hafif bir korku belli oluyordu.
“hayırdır şeref?” diyerek kocasına meraklı gözlerle
bakmaya devam etti. yıllardır kocasıydı, bir kere bile olsun
işiyle ilgili birşey anlatmamıştı. yatağından uyandırıldığı çok
olmuştu. kızdığını bağırdığını bir sürü emir yağdırdığını çok
duymuştu. ama sabahın köründe gelen bir telefonda
kahkahayı bastığına ilk kez şahit oluyordu.
“yok birşey sevinç.” diyerek kadının sorusuna yine
cevap vermemiş oldu.gitti karısının yanına yatağın üzerine
oturdu. elini, çoktan beyazlaşmış olan karısının saçlarında
gezdirdi. sonra yaşlılık belirtilerini çoktandır göstermeye
başlamış ellerini tuttu. "hadi kalk sevinç, daha askerler
uyanmamıştır. şöyle güzel bir kahvaltı hazırla, zira çok
acıktım.” dedikten hemen sonra banyoya yöneldi.duşunu alıp
traş oldu, kravatını bağlamadan üniformasını ceketsiz olarak
giydi. kravat ve ceketi kahvaltıdan sonraya bıraktı. bu arada
karısı da üzerini değiştirmiş, tuvalet aynasının önünde
saçlarına son fırça darbelerini atıyordu. “ah bu kadınlar, ölene
kadar süslenmekten vazgeçmezler” diye geçirdi içinden.
“hadi geçelim mutfağa” diyerek karısının elinden tuttu.
oldukça geniş olan yatak odasından çıkıp mutfağa
geçtiklerinde bir sürprizle karşılaştılar. özel tim elemanı
muharrem başçavuş ocağın önünde çay demliyordu.
televizyonun sesi çok az açılmıştı.
“günaydın muharrem, erkencisin?” diyerek elinden
tuttuğu karısı ile birlikte mutfağa girdi.
komutanının sesini duyan muharrem başçavuş hemen
elindeki çaydanlığı bırakıp ağzındaki sigarayı lavabonun
kenarındaki küllüğe bastırıp söndürdü.
“komutanım günaydın, uyanmıştım, telefonunuzun
çaldığını duydum. bu saatten sonra uyumayabileceğinizi
düşündüm. askerler de henüz kalkmadıklarından çay
demlesem iyi olur düşüncesiyle mutfağa girmiştim. umarım
gürültü etmemişimdir.” diyerek saygıyla komutanını cevapladı.
54
“yok yok iyi yapmışsın, biz de sevinç’le erken bir
kahvaltı yapalım diye düşünmüştük. bize katılırsan
seviniriz.ama çay servisini sevinç yapacak biz de kızarmış
ekmeklere trabzon tereyağı süreceğiz”
* * *
09:00 etimesgut askeri havaalanı
jandarma genele komutanlığı kurmay başkanı ile
birlikte makam aracından inerken, etimesgut askeri havaalanı
komutanı’nın verdiği selamı sertçe aldı. genel komutanlıktan
havaalanına gelinceye kadar neredeyse hiç konuşmamıştı.
sabah kahvaltısının hemen ardından muharrem hızla
havaalanına gelmiş, ettiği telefon sayesinde nizamiyeden
herhangi bir sorunla karşılaşmadan kiralık vinçli kamyonla içeri
girmişti. uçağın bulunduğu hangarın içinde gözleri muharrem’i
aradı. rolantide çalışmakta olan uçak motorlarının
gürültüsünden içeride konuşmak neredeyse imkansızdı. loş
olan hangarın içerisinde bir köşede duran vinçli kamyonun
yanındaki muharrem’i gördü.
havaalanı komutanının elini sıktıktan sonra
muharrem’e doğru yürümeye başladı. gözleri sadece onu
aradığı için hangarın içerisinde bekleşmekte olan diğer
personeli neredeyse görmemişti bile. kendisi muharrem’e
doğru yürüyünce, muharrem de şeref paşa’ya doğru yürüdü.
tek kelime etmeden soran gözlerle karşısındaki ifadesiz yüze
baktı.
“sorun yok komutanım.” diye cevapladı muharrem
komutanın sessiz sorusunu. “içeri girerken herhangi bir sorunla
karşılaşmadım sayenizde. kutuları uçağın pleytine yüklerken
pilotlar ve teknisyen baya meraklandılar ama bunların sizin
emrinizle jandarma asayiş komutanlığı’na gideceğini
söyleyince ses etmediler. planımızla ilgili herhangi bir şey
söylemedim sizin emriniz olmadan.”
“koçum benim.” diyerek başçavuşun omzunu sıvazladı
eliyle.”ben mürettebata durumu söylerim şimdi. nasıl
yapacaklarını bilmiyoruz. sabahın köründe buralarda dolanan
yabancı birini dikkate alırsak uçağı sabote etmiş olabilirler.
böyle ise yer değiştirmek için zamanımız olur birkaç dakika da
olsa. ama yok eğer yanılıyorsak ve bu adiler roket moket
atarlarsa ya da bomba koymuşlarsa o zaman şansımız hiç yok.
55
eğer böyle bir durum olursa bu yaptıklarımızdan hiç kimseye
söz etmeyeceksin. ama yok eğer planladığımız gibi giderse
sen bizi nasıl takip edeceksin?” aklına takılan tek soru buydu.
“komutanım endişeniz olmasın. yerden bile olsa size
olan mesafem zaman olarak en fazla on dakika olacaktır.
müsaadenizle trafik kuralını filan gözardı edeceğim aradaki
mesafeyi korumak için komutanım.”
“tamam ama kendine de dikkat et. sana güveniyorum.
haydi sen şimdi atla kamyona git.allah hepimizin yardımcısı
olsun.” derken karşısında duran başçavuşun gözlerine baktı.
kendinden emin pırıltıları görünce biraz rahatladı. can tatlıydı
tabii ki ama onun derdi canı değil yapacağı işlerdi.
yapacaklarına memleketin ihtiyacı vardı.
tekrar arabasının olduğu tarafa doğru yürüdü. kurmay
başkanı ve havaalanı komutanı ile birlikte tanıdık bir sima
sohbet ediyordu. biraz şaşırmıştı jitem kurucusunun burada
olmasına. yanlarına varınca üçü de sohbeti kestiler.
“ayhan hayırdır buradasın, uğurlamaya gelmezdin sen
hiç?” diyerek jitem’i birlikte kurdukları binbaşıya baktı.
“komutanım hürmetler ederim. gece geç saatte geldim
kuzey ırak’tan. plansız döndüğüm için araç ayarlama fırsatım
olmadı. ben de nöbetçi amiri ile görüşüp burada kaldım. sabah
kalkınca da sizin uçuşunuzu bildiğimden uğurlamak istedim.”
diyerek komutanının meraklı bakan gözlerindeki soru
işaretlerini kaldırmaya çalıştı.
“ha iyi, var mı bir gelişme bana söyleyeceğin?” merakı
biraz olsun giderilmişti bu mantıklı açıklamayla.
“önemli birşey yok komutanım. malumlarınız üzere
çekiç güç’e bağlı uçaklar ve helikopterler uçuşlarını devam
ettiriyorlar. teröristlere yardım malzemesi sağladıkları
hakkında ciddi duyumlar var komutanım. ayrıca teyide muhtaç
olmakla birlikte israil ajanlarının bölgede cirit attığını da
duyduk. zannediyorum sizin dönüşünüzde karşınıza daha
doyurucu bilgilerle çıkarım komutanım.” diyerek komutanını
cevapladı. uzun zamandır tanıdığı komutanını ikna ettiğinden
emindi.
56
“eh iyi o zaman bana müsaade şu mürettebatla bir
husus görüşüp hemen yola çıkalım daha çok işimiz var.”
diyerek pilotlardan birini yanına çağırarak ekibi toplamasını
istedi.
dört kişi uçağın az önünde konuşurlarken, nizamiyenin
hemen yanındaki park yerindeki vinçli kamyonetin önünde
muharrem başçavuş; çıkarken nizamiye nöbetçi subayı
aracılığı ile çağırttığı geceki hangar nöbetçisini sorguya
çekiyordu adeta.
birkaç dakika sonra şaşkınlıktan ağızları bir karış açık
kalmış olan uçak mürettebatı uçağın merdivenlerinden
çıkarken, başçavuş muharrem de küfürler ederek kamyonete
biniyordu. emin olmamakla birlikte bu haltı yiyenin kim olduğu
hakkında bir fikri vardı artık.
* * *
koca uçak büyük bir itme kuvvetiyle havalanırken; son
anda bilgilendirilen mürettebat da şeref paşa da heyecanlarını
bastırmaya çalışıyorlardı. uçağın tekerlekleri yerden kesilir
kesilmez bizzat şeref paşa ile yardımcı pilot, uçağın
arkasındaki pleyte yüklenmiş dört metal sandığın, para
kasalarındakinin tam bir benzeri olan açma kollarını çevirmeye
koyuldular.
iki dakika sonra otomatik pilotu devreye sokan pilot ile
uçuş teknisyeni de kendilerine katıldı. uçak mürettebatı,
kasaların içerisindeki cesetleri görünce biraz şaşırmışlardı ama
onlar da komutanlarını takip edip her biri bir kasanın başına
geçip içerisindeki cesedi çıkararak uçağın zeminine serdiler.
hemen arkasından üzerlerindeki üniformalar ile saat, yüzük,
cüzdan gibi şahsi eşyalarını çıkarttılar. kasaların içerisine
konulmuş olan yüksek yalıtımlı eşofman benzeri kıyafetleri
üzerlerine geçirir geçirmez kendi üzerlerinden çıkardıkları
eşyaları, soğuktan bir miktar katılaşmış halde uçağın
zemininde yatan cesetlere aktardılar. cesetlerden birini
komutanın her zaman yolculuk ettiği koltuğa oturtup emniyet
kemerini bağladılar. orgeneral rütbeli bir üniforma içinde buz
kesilmiş bir ölü oturuyordu şimdi komutanın koltuğunda. bir
diğer ceset de uçuş teknisyeninin koltuğundaki yerini aldı.
diğer iki ceset kokpitin hemen yanında oturur vaziyette duvara
yaslanmışlardı. pleytin üzerindeki kasaların kapakları açık
vaziyette bırakılmıştı.
57
kalkıştan yaklaşık yedi dakika sonra, uçak etimesgut
üzerinden ankara yönüne, doğuya doğru dönmekte iken, sol
motorun yakıt borusu üzerindeki slikon benzeri madde yeterli
sıcaklığa ulaşıp bir iki saniye içerisinde eridi. kendisiyle
beraber erittiği yakıt borusundan fışkıran yüksek oktanlı uçak
yakıtı, motora doğru fışkırmaya başladığı anda alev aldı. son
derece yanıcı olan akaryakıt bir anda tüm motoru sardı ve
kuvvetli bir şekilde yanmaya başladı.
kokpitteki uyarı ışıklarından ilk önce sol motordaki yakıt
basıncının düştüğünü gösteren ışık yanıp sönmeye başladı.
hemen arkasından sol motorda problem olduğunu gösteren
ışıkla birlikte yangın ihbarı veren ışık yanıp sönmeye başladı.
aynı anda kokpitin içini tiz bir alarm sesi kapladı.
daha ilk uyarı ışığını görür görmez hepsi kısa süreli bir
şoka girdiler ama bundan ilk kurtulan, soğukkanlılığı ile meşhur
şeref paşa oldu.
“haydi çocuklar, oyalanmayalım.” diyerek çalan
alarmlara ve yanıp sönen ışıklara aldırmadan uçağın arkasına
doğru yürüdü. uçak mürettebatı hemen yerlerinden fırlayıp
üzerlerinde kendi üniformaları ile oturur vaziyette olan, kim
olduklarını hiç bilmedikleri ve bilmeyecekleri cesetleri pilot ve
yardımcı pilot koltuklarına yerleştirip kemerlerini bağladılar.
yardımcı pilot ile uçuş teknisyeni uçağın arkasına doğru
koşarlarken; pilot, telsizi cesedin kafasına geçirmeden önce
mikrofona seslendi.
“sol motorumuz yanıyor, düşüyoruz.”
* * *
neredeyse son sürat gittiği ve gözü tepesinde uçmakta
olan kocaman uçakta olduğu için dört beş kere kaza yapma
tehlikesi atlatan muharrem başçavuş; uçağı gözden
kaçırmamak için büyük çaba gösterdiği bir anda sol motordan
fışkıran alevleri gördü. o anda kalp atışlarının adeta mehter
davulu gibi gümbürdediğini hissetti. ayağının altındaki gaza
köküne kadar basarak pedalı tabana adeta yapıştırdı. o
esnada önünde bulunan arabanın sol arkasından çarpıp
yoldan çıkmasına sebep olmasını umursamadı bile. içinden
dualar ederken, yoldan çıkardığı arabadaki herifin arkasından
küfür yağdırdığına emindi ama hiç oralı olmadı. sadece dikiz
58
aynasından arabanın birkaç kez kendi etrafında dönerek
durduğunu görünce biraz olsun içi ferahladı. yoktan yere
kimsenin ölmesine sebep olmak istemezdi.
aklına ölüm düşüncesi gelir gelmez gözünü tekrar
tepesindeki uçağa çevirdi. motordaki yangın artık iyice
belirginleşmiş, alevler kanadın etrafında uçuşmaya başlamıştı.
uçağın bir miktar dengesizleşerek, sol motorun durması sağ
motorun ise çalışmaya devam etmesi nedeniyle sola doğru
dönmeye başladığını farketti. hemen etrafına bir göz gezdirdi.
eskişehir yolu üzerindeydi, etraftaki yeni yapılmaya başlayan
yüksek apartmanlar, ankara şehir merkezine yaklaşık yedi
veya sekiz kilometre uzaklıkta olduğunun işaretiydi. tekrar
uçağa doğru baktı. hızı düşmeye başlayan uçak artık belirgin
bir şekilde sola doğru yatıyordu. bu şekilde ve bu hızla giderse
emek civarında bir bölgeye düşebilirdi. gaza iyice köklendi
ama altındaki nihayetinde bir kamyonetti ve zaten son gaz
gidiyordu. tabana yapışık pedala bütün gücüyle basması bir
işe yaramadı.
yaklaşık iki dakika sonra, yeni yapılan otobüs
terminalinin önünden son sürat geçerken uçağa tekrar baktı.
alevler kanadı tamamen sarmıştı, irtifa kaybeden uçağın şu
anki yüksekliği ikiyüzelli metre civarında olmalıydı ve sürekli
alçalıyordu. emek’ten daha ileriye düşeceğini o an anladı.ilk
kavşaktan sağa dönmek için hızını biraz düşürdü. bahçelievler,
emek, yenimahalle yönlerini gösteren tabelayı gördüğünde
sinyal bile vermeden frene basıp direksiyonu sağa kırdı.
kavşağa süratli girmesi nedeniyle aracın kontrolünü bir miktar
kaybedip kaldırıma çıktı. sarsılarak ilerlemeye devam eden
kamyonetin içinde kafasını tavana vurdu ama önemsemedi.
kavşağı döner dönmez tekrar gaza yüklendi. bir yandan da
camı indiriyordu. uçağı göremez olmuştu artık. duyacağı sese
odakladı kendini.
son sürat kazakistan caddesi’ne daldığı anda büyük
gürültüyü duydu. gayri ihtiyari kafasını kaldırıp sese odaklandı.
birkaç saniye sonra gökyüzüne yükselen dumanları gördü
yüksek apartmanların arasından. yenimahalle civarında bir yer
olmalıydı. kırmızı ışığı umursamadan yoluna devam etti.
farkında olmadan direksiyonu öyle bir kuvvetle sıkıyordu ki
ellerinin eklemleri bembeyaz kesilmişti.
birkaç dakika sonra yenimahalle postahanesi’nin
bulunduğu yere ulaştı. etrafta, korkusunu atmaya uğraşan bir
59
kalabalık birikmeye başlamıştı. yakında olduğu için hemen
gelen bir polis otosundan inen iki polisin bir yandan telsizlerine
bir şeyler söylediklerini, bir yandan da yeni yeni toplanmaya
başlayan kalabalığı uzaklaştırmaya çalıştıklarını gördü.
göründüğü kadarıyla uçak postahanenin geniş
avlusundaki arabaların üzerine düşmüştü. postahane binası ile
birlikte etraftaki bütün evlerin camları bomba patlamışçasına
parçalanmış, düşme anında kopan parçalar geniş bir alana
yayılmıştı. kamyoneti yavaşça sürerek kalabalığın arasından
sıyrıldı. yarısı yıkılmış bahçe duvarının yanından avluya
girerek, halen yanmakta olan uçağa yirmi metre kadar
yaklaşmıştı ki caddeyi dönen itfaiye araçlarını gördü.
kamyoneti itfaiye araçlarının geçmesine engel olmayacak
şekilde duvara yanaştırarak stop etti. itfaiye şefine önce kuyruk
bölümünü soğutmaları gerektiğini içeride çok önemli askeri
malzemeler olan sandıklar olduğunu söyleyecekti. ilgili ilgisiz
bir sürü insan doluşmadan önce kasaları almalıydı.
aceleci tavırlarla itfaiye erlerine talimatlar vermekte
olan adama doğru yürüdü. adamın konuşmasını bölüp kimliğini
göstererek bir ekibin de kuyruk bölümünü soğutmaları
gerektiği, içeride çok önemli askeri malzemeler olduğu, onların
patlaması halinde çok daha büyük tehlike meydana geleceği
şeklinde yalan uydurdu. yılların itfaiye şefi karşısındaki kara
yağız adamı baştan aşağı süzdükten sonra yanına bir itfaiyeci
çağırıp bir itfaiye grubunu uçağın kuyruk kısmına yönlendirdi.
bu sırada itfaiyeciler uçağın yanmakta olan kısımlarına köpük
sıkmaya başlamışlardı bile.
yaklaşık on dakika sonra güçlükle de olsa açılan pleyt
kapağından içeriye uzattığı kamyonetin vinci ile, sabitleme
bağlantılarını daha önceden açtıkları kasalardan birini almaya
uğraşıyordu. nihayetinde itfaiyecilerin de yardımı ile ilk sandığı
vincin kancasına bağlamıştı. önündeki kolları dikkatlice sağa
sola hareket ettirerek kasayı bir yere çarpmadan kamyonetin
arkasına yüklemeyi başardı.diğer üç sandığı alması ise toplam
on dakika sürdü.
saatine baktı. uçak düştüğünden bu yana yaklaşık
yarım saat geçmişti. kasaların içindeki oksijen tüpleri bir buçuk
saat yetecek kapasitedeydi. geriye kalan zamanı bir saate
yakındı ve bu da kendisine rahatça yeterdi. kamyonetin
kasasını kapattıktan sonra hızlı adımlarla şoför mahalline bindi.
fazla da acele edip, yangından mal kaçırırcasına davranıp,
60
gerçi tam olarak yaptığı iş yangından mal kaçırmaktı,
insanların dikkatini de çekmek istemiyordu. zaten kalabalık
öylesine artmıştı ki şaşırdı bir anda. her yer polis ve itfaiye
araçlarıyla dolmuştu. tepesinde mavi ışıkları yanan
ambulanslardan birine yüklenen üzeri battaniye ile örtülü
cesedi görünce, kasalardaki dört kişinin canlı olması için dua
etti.
yavaşça hareket ederken sağ elini kaldırıp kendisine
bakmakta olan itfaiye şefini selamladı. adamın şüphelendiği
belliydi ama üzerinde fazla durmadı. daha sonra resmi birileri
şefe gönderilip malzemelerin alınmasında gösterdiği
yardımdan ötürü teşekkür edildiğinde aklındaki soru
işaretlerinin kaybolup gideceğinden emindi.
dikkatle sürdüğü kamyoneti kalabalıktan kurtardıktan
sonra gaza yüklendi yeniden. ama fazla da acelesi yoktu. en
kötü ihtimalle daha kırkbeş dakika zamanı vardı. etimesgut
askeri havaalanının yakınlarında kiraladığı depoya ulaşması
en fazla onbeş yirmi dakikasını alırdı. cebindeki paketten bir
sigara çıkarıp yaktı. derin bir nefes çektikten sonra
rahatladığını hissetti. işin büyük kısmını fazla zorluk çekmeden
halletmişlerdi. tabii yine de içinden dua etti, kasaları açtığı
zaman karşısına cesetlerin çıkmaması için.
yaklaşık yirmi dakika sonra, kiraladığı garajın kapısını
kapatıyordu. kapının iyice kapandığından emin olduktan
sonra, camları siyah filmle kapanmış zırhlı siyah arabanın
yanına park ettiği kamyonete doğru koşturdu. hemen
kamyonetin arkasına tırmanıp kasaları indirmeye gerek
görmeden en yakındaki kasanın üzerindeki çarkı çevirmeye
başladı.
birkaç saniye sonra uçağın teknisyeninin buram buram
terlemiş suratıyla karşılaştı. ilk işi yarı şokta olan teknisyenin
yüzündeki oksijen maskesini çıkartarak rahat nefes almasını
sağlamak oldu. kısa süre boyunca aval aval kendisine bakan
teknisyene iyi olup olmadığını sordu. teknisyen konuşmak
yerine başıyla iyi olduğunun işaretini vererek kendisini
sandalyeye bağlayan kemerleri çözmeye başladı.
teknisyen kendini çözmeye uğraşırken muharrem de
hemen diğer kasaya yöneldi. önünde durduğu kasanın çarkını
çevirirken, bir önceki kasadaki yerinden çıkan teknisyenin de
61
titreyen bacaklarına hakim olmaya çalışır vaziyette üçüncü
kasayı açmaya çabaladığını gördü.
yaklaşık bir dakika sonra beş kişi kamyonetin yanında
ayakta duruyorlardı. bu büyük vartayı atlatan dört kişinin de
durumları iyiydi. yüzlerindeki şaşkınlık da yavaş yavaş
kaybolmaya başlamıştı.
“işin büyük kısmını çok şükür atlattık arkadaşlar, şimdi
ne yapıyoruz muharrem?” konuşan şeref paşa’ydı. uçuş ekibi
hala şaşkınlıktan tamamen kurtulamamışlardı.
“komutanım” diyerek söze başladı muharrem. “uygun
görürseniz öncelikle sizi “yerimize” bırakayım.daha sonra
döner uçuş ekibindeki arkadaşların ailelerini buraya getiririm.
araba geniş, biraz sıkışarak da olsa herkesi getirebilirim.zaten
teknisyen arkadaşımız evli değil. ama pilotların evlerinde bir
miktar panik olabilir, uçağın düştüğünü öğrendikten sonra
telaşlanmışlardır. umarım onları benimle gelmeye ikna
edebilirim. daha sonra arkadaşları; antalya’da, yeni isimlerine
tapuları çıkarılmış evlere gitmek üzere havaalanına götürürüm.
onlar evlerine ulaştıktan sonra da sayenizde ayarlanan yeni
işleri için yapacaklarını telefonla kendilerine bildiririz.sizin için
bu hareket tarzı uygun mu komutanım?” söylediklerinin hepsi
gayet mantıklıydı ama yine de komutanının onayını almak
askeri adettendi.
“tamam muharrem gayet güzel. “ iyice sağ kolu olan
başçavuşa minnetle baktı. şimdilik plan iyi işliyordu. uçuş
ekibine döndü. “ arkadaşlar, yeni bir hayata başladınız artık.
sizler eski sizsiniz ama adlarınız değişik, anne babalarınız
dahil sizleri öldü bilecekler. sadece eşleriniz durumdan
haberdar olacaklar. onlara da gerektiğinden fazla birşeyi
kesinlikle söylemeyeceksiniz. unutmayın ki şu anda
yaptıklarımız hem sizler, hem bizler ve hem de ülkemiz için
hayati öneme haiz işler. keza yapacaklarımız da öyle. bu
yüzden askeri anlamda bildiğiniz gizlilikten iki kat daha gizlilik
istiyorum sizden. eski hayatınızı unutacaksınız. bundan böyle
asker değilsiniz. hayatınız tamamen değişikliğe uğrayacak.
asla ailelerinizle, akrabalarınızla, arkadaşlarınızla
görüşmeyeceksiniz. eşleriniz hanımefendiler ise kendi
aileleriyle telefon haricinde görüşmeyecekler. çok elzem
durumlarda; hastalık, vefat gibi, yalnızca kendileri aileleriyle
görüşecekler. çocuklarınız henüz ufak, ağızlarından çıkacak
“babam niye evde kaldı?” gibi bir laf her şeyi altüst eder. yeni
62
edineceğiniz arkadaşlarınıza dostlarınıza eski işinizden
bahsetmeyeceksiniz, askerlik günlerinizden kalan fotoğrafları
ya imha edeceksiniz ya da kimsenin görmeyeceği şekilde
tedbir alacaksınız. ilk etaptaki ihtiyaçlarınız için sizlerin adına
onar bin dolarlık hesaplar açtırdık, tabii ki yeni adlarınıza göre.
ayarladığımız işler ile de rahatça geçiminizi
sağlayabileceksiniz. anlaştık değil mi ? soracağınız herhangi
birşey var mı? “
dikkatle üçünün yüzüne bakıyordu. gözlerinde
endişeden eser kalmadığını gördü. en üst kademedeki
komutanları kendilerine güvence veriyordu. üçü de ses
çıkarmadılar.
“o halde anlaştık öyleyse. şunu da aklınızdan
çıkarmayın, en ufak bir terslikte karşınızda beni bulacaksınız,
bu çerçevede başedemediğiniz bir zorlukla karşılaşırsanız
muharrem size, irtibat kurabileceğimiz bir numara verecek. “
tekrar adamların yüzüne baktı tek tek. demek istediğini
anladıklarından emindi. “haydi gidelim muharrem” diyerek
arabaya doğru yürüdü.
* * *
aynı esnada başkentte adeta fırtınalar kopuyordu.
inanılmaz bir kargaşa vardı, herkes bir şeyler yapıyordu ama
kimse de tam olarak ne yaptığını bilmiyordu. kaza mahalline ilk
gelen, hiç bir şeyden habersiz olan genelkurmay başkanı’ydı.
hemen arkasından emniyet genel müdürü ile jandarma genel
komutanlığı kurmay başkanı damlamışlardı. bir süre sonra da
milli savunma bakanı ile içişleri bakanı olay bölgesindeydiler.
daha sonra da kuvvet komutanları ile mit müsteşarı da olay
yerine gelmişti. kalabalık devlet erkanı içerisinde en sakini, her
şeyden haberdar olan kara kuvvetleri komutanı’ydı. o da
rolünü oynuyor, üzgün görünmeye çalışarak etrafındakilere
sorular soruyordu.
kazadan yaklaşık birbuçuk saat sonra devletin hemen
hemen bütün yönetim kademesi oradaydı. yurtdışında olan
başbakan süleyman çelikel yoktu ama
müsteşarı oradaydı. hiç beklenmedik yüz ise cumhurbaşkanı
sözal’dı. kısacık boyuna rağmen çevik adımlarla oradan
oraya gidiyor, etrafındakilere yağmur gibi sorular yağdırıyordu.
son derece üzgün olduğu yüzünden okunuyordu. kasketini
iyice kaşlarına doğru indirmiş, orada bulunduğu sürece ellerini,
63
kendisini daha da kısa boylu ve şişman gösteren, uzun ve
kalın paltosunun cebinden çıkarmamıştı.
olay yerine hücum eden ve polisler tarafından belirli bir
çizginin gerisinde tutulmaya çalışan gazete muhabirleri ve
televizyon habercilerine tek açıklamayı genelkurmay başkanı
yapmıştı. olay yerindeki ilk bulguların, uçağın kaza sonucu
düştüğü kanısını uyandırdığını söylemiş başka da bir açıklama
yapmamıştı o da.
kendilerini belli etmemeye çalışan yabancı yüzler de
vardı kaza mahallinde. başta abd ve israil olmak üzere,
rusya, ingiltere, fransa, almanya, yunanistan, azerbaycan,
iran, ırak ve birkaç irili ufaklı ülkenin elçiliklerinde, ateşe
kimliği altında görev yapan ajanlar etrafta cirit atıyordu. hepsi
de fazla dikkat çekmeden bilgi toplamaya uğraşıyor, özellikle
abd ve israil ajanları son derece titiz davranıyorlardı. her bir
haber kırıntısını ellerinde bulunan kalın ama kısa antenli
telsizler ile kendi elçiliklerine bildiriyorlardı.
elçiliklerde ise yoğun bir mesaj trafiği başlamıştı bir
anda. hemen hemen her ülkenin elçiliği, kendi dışişleri
bakanlıklarına acil kaydı taşıyan ilk mesajlarla, bir askeri
uçağın düştüğünü ve içinde bulunan jandarma genel
komutanı ile birlikte uçaktaki üç mürettebatın ve kaza
mahallindeki altı sivilin öldüğünü bildirmişlerdi.
birkaç dakika sonra ise mit müsteşarlığının bir kaç kat
yer altında bulunan analiz merkezindeki hummalı faaliyet
sürerken, bir kriptograf elindeki yarım sayfalık kağıtla koşarak
çıkışa yakın yerdeki asansöre doğru gidiyordu. biraz önce
yakaladıkları mesaj, israil elçiliği’nden israil’e gönderilen bir
mesajdı. şansal babasagun, israil ve abd elçiliklerinden
yakaladıkları rutin olmayan her mesajı bizzat kendisine
getirmelerini istemişti. “yumurta omlet oldu” şeklindeki mesaj
biraz sonra ona ulaştırılmış olacaktı.
* * *
aslında ağlamak istiyordu ama ağlayamadığına kendisi
de şaşırıyordu. gözpınarları kurumuştu adeta. eşini kaybetmiş
olmanın şaşkınlığı ve üzüntüsü çok derin olmasına rağmen
ağlayamıyordu işte. bir köşede oturmuş ağlayan kızına baktı.
öğleye doğru haber geldiğinden beri ağlıyordu. oğlu ise
64
kütüphaneye sırtını dayamış, elleri cebinde, başı öne eğik
öylece duruyordu.
haber kendilerine ulaşır ulaşmaz eve de ziyaretçi akını
başlamıştı. emir subayı, jandarma genel komutanlığı kurmay
başkanı, özel kalem müdürü ve kendilerini aileye yakın
hisseden daha pek çok kişi büyük salonda üzüntülü bir şekilde
oturuyorlardı. gelen konukların taziyelerini yarı yarıya duymaz
şekilde dinlerlerken bir süreden beri en yakınlarında olan
muharrem başçavuş salona girmiş, acilen görüşmek istediğini
bildirmişti.
gün boyunca ne yaptıklarını anlatmaya hiç niyeti yoktu
muharrem başçavuş’un. ne uçağın düşmesinden sonra,
komutanı ve mürettebatı nasıl başka yere götürdüğünü, ne de
mürettebatın ailelerini evlerinden tek tek alıp havaalanına
götürdüğünü anlatmayacaktı. kısa bir süre durup, merakla
kendisine bakmaya devam eden aile efradını şöyle bir süzdü.
üçünün de içinde bulundukları derin üzüntü yüzlerine
yansımıştı. en çok da komutanın kızına üzüldü. çok bitkin
görünüyordu. eşi metanetini korumaya çalışırken, oğlu da
soğukkanlı davranmaya uğraşıp üzüntüsünü gizlemek istiyordu
ama pek başarılı olduğu söylenemezdi.
en sonunda lafa başladı “hanımefendi” diyerek. “lütfen
biraz sonra söyleyeceklerimi dikkatle dinleyin. söylediklerimin
bu odadakiler haricinde hiç kimse tarafından bilinmemesi çok
önemli. “ kısa bir süre durakladı. odadakilerin tepkisini ölçtü
bu esnada. üçü de şimdi bütün dikkatlerini kendisine
yöneltmişlerdi. paşanın eşi gözündeki yaşlarla birlikte merakla
ellerini kenetlerken, kızının hıçkırıkları sessizleşmiş, oğlu ise
kütüphaneye yaslanmaya devam ederken pencereden dışarıyı
izlemekten vazgeçmiş kendisine bakıyordu.
“komutanımın sizlere selamları var, sağlığı gayet iyi,
endişe etmemenizi söyledi.”
odanın içinde dolaşan şok havasını kendisi bile
hissetti. üçünün de nefes alışları sanki bir anlığına durmuş gibi
geldi. şaşkın bir ifadeyle kendisine bakıyorlar, gözlerinden
şaka yapıp yapmadığın anlamaya uğraşıyorlardı. şoktan
kurtulan ilk kişi kızı oldu. söylenenleri kafasında kısa bir süre
tartan genç kadın yerinden fırlayarak özel harekat görevlisinin
boynuna sarıldı. az önce büyük bir gayretle engellemeye
çalıştığı hıçkırıkları bırakıvermişti. karayağız başçavuşun
65
boynuna sarılmış vaziyette hüngür hüngür ağlıyordu şimdi.
muharrem başçavuş da şaşırmış, utancından adeta kıpkırmızı
kesilmişti. genç kadını kollarından tutarak nazikçe kendinden
uzaklaştırdı.
“küçük hanım, lütfen sakin olun. “ diyerek tekrar yerine
oturması için eliyle işaret etti.
“yanlış duymadık herhalde değil mi?” odaya girdiğinden
beri ilk kez konuşuyordu komutanın oğlu.aynı soruyu sormaya
hazırlandığı koltuğunda kıpırdanmasından belli olan
annesinden önce davranmıştı.
“hayır, yanlış duymadınız. komutanım yaşıyor, şu anda
güvenli bir yerde.”
“iyi ama bu nasıl olur, televizyonlar öldüğünü
söylüyorlar, içeriyi gördünüz; arkadaşları taziyeye geliyorlar”
kadın sesindeki titremeye engel olamıyordu. o yaşında kolay
değildi yaşadıkları. önce eşinin öldüğü haberi geliyor, sonra da
yaşadığı müjdeleniyordu. ne yapacağını bilmez bir haldeydi
aslında.
“hanımefendi, komutanımız uçağına sabotaj
yapılacağını öğrenmişti. diyarbakır gezisi sırf bu maksatla
düzenlendi, kozlar bizim elimizde olsun diye. bazı tedbirler
alarak komutanımızın ve mürettebatın düşen uçaktan sağ
çıkmalarını sağladık. komutanım şu an emin bir yerde,
mürettebat ise bundan sonra hayatlarını sürdürecekleri yeni
mekana doğru yol almaktalar.”
“yani babam herşeyi biliyordu öyle mi?” genç kızın
gözündeki pırıltıları görmemek imkansızdı. biraz önceki derin
hüznün yerinde şimdi engin sevinç ışıltıları vardı.
“evet küçük hanım biliyorduk. ancak kimseye
söylemedik, birkaç kişinin haberi vardı bundan. komutanımızın
ölmesi isteniyordu ve biz de kendisinin öldü diye bilinmesinin
bizim işimize geleceğini düşündük. o yüzden tedbirlerimizi
aldık, uçağa binmekten kaçınmak yerine, herkesin şüphe
duymadan inanması için uçağın düşmesine izin verdik.”
“iyi ama haberlerde uçağın içinden dört ceset çıkarıldığı
söyleniyor?” bunu soran genç adama doğru baktı. heyecan
66
içinde olduğu kravatının ucuyla oynamakta olan ellerinin
titremesinden anlaşılıyordu.
“onları da biz ayarladık. ancak yapılanlar hiç önemli
değil. bundan sonra yapacaklarımız için birlikte hareket
etmeliyiz. “
üçü birden başlarını sallayarak onay verdiler. şimdi
delikanlı da oturmuş kendisini dinliyordu ellerini dizlerine
dayamış vaziyette.
“şu andan itibaren komutanımızın gerçekten vefat
ettiğini düşünüp, etrafa çok iyi rol yapmanız gerekiyor. kimse
davranışlarınızdan, konuşmalarınızdan bir şey anlamamalı.
fazlaca abartmadan ağlamalı ya da en azından gözlerinizi
nemli tutmalısınız. yüzünüzden düşen bin parça olmalı,
taziyeleri kendinizde değilmiş gibi dinlemelisiniz.
zannediyorum yarın cenaze töreni yapılacaktır. orada da bu
tavrınızı sürdürmelisiniz. “
“seve seve yaparız söylediklerinizi. ama babam
nerede, onu ne zaman görebiliriz?” genç kadına doğru döndü.
babasını çok sevdiği her halinden belliydi.
“küçük hanım, babanız şu anda çok emin bir yerde.
her şeyi kontrol edebilecek bir pozisyondayız. görüşme
konusuna gelince, sanırım bir süre beklememiz uygun
olacaktır. ortalığın iyice durulmasını beklememiz gerekiyor.
sizleri onun yanına götüremem ama en kötü ihtimalle
ortalıktan el ayağın çekildiği bir gece kendisini buraya
getirebilirim. tabii komutanımın uygun görmesi halinde olur bu.
belki kafasında başka planları olabilir, şimdilik bilemiyorum.”
“tamam” dediler üçü bir ağızdan. şu an üçü de
muharrem başçavuşun söylediklerini harfiyen yerine
getirebilecek vaziyetteydiler. gözlerindeki minnet bakışları fark
edilmeyecek gibi değildi.
“hanımefendi, ilk etapta komutanımın ihtiyacı olacak
malzemeleri bir valiz içerisine koymalısınız. iç çamaşırı,
gündelik kıyafetler, traş takımı gibi. fazla ayrıntıya girip zaman
kaybetmenize gerek yok. eksikler olursa ben haftada bir iki kez
uğrayıp bunları sizden alırım, aynı zamanda bir ihtiyacınız olup
olmadığını öğrenir, komutanımın isteklerini ve diyeceklerini
size iletirim.”
67
“tamam” diyen kadın koltuğundan kalktı. salona
geçmeden mutfak kapısından çıkıp arka antreden üst kattaki
yatak odasına çıkabilirdi.
“hanımefendi, mümkün olduğunca hızlı olun. “ diyerek
kadının arkasından seslendi. sonra kızı ve oğluna döndü.
“sizler de içeri, konukların yanına geçseniz iyi olur.
ortalıktan uzun süre kaybolarak milletin merakını
uyandırmayalım. ama lütfen unutmayın, herkes babanızın
öldüğünü düşünmeli, buna göre davranmalısınız.”
kızı gülümseyerek kendisine doğru bir iki adım attı.
elini uzattı. “bize getirdiğiniz haberin ne kadar değerli
olduğunu tahmin bile edemezsiniz.” dedi başçavuşun elini
sıkarken.”lütfen babama söyleyin, onu çok seviyorum,
kendisine iyi baksın ve bizi merak etmesin.”
“seve seve iletirim küçük hanım” derken genç kadının
beyaz tenli yumuşak elini hafifçe sıkmaya devam ediyordu.
gözlerinin içine bakarak “lütfen kendinize ve annenize iyi
bakın.” dedi. arkasından elini uzatan komutanın oğlunun elini
sıktı. “merak etmeyin, sizlere güzel haberler getireceğim” dedi
kapıya doğru yürüyen iki gencin arkasından bakarken.
* * *
20:00 kara kuvvetleri komutanlığı karargahı
“ee anlat bakalım muharrem, neler yaptık bu gün?”
kara kuvvetleri komutanlığı karargah binasının alt
katındaki muhabere merkezinin bir bölümünde kendileri için
oluşturulmuş olan yerdeydiler. yarım saat kadar önce gelen
muharrem’in getirdiği lahmacunları ayranlarıyla beraber
midelerine indirip karınlarını doyurmuşlardı. sabahtan beri
süregelen koşuşturma içerisinde yemek yemek için ancak
fırsatları olmuştu.
komutanından sigara içmek için müsaade aldıktan
sonra anlatmaya başladı.
“komutanım, sizi buraya bıraktıktan sonra uçak
mürettebatının ailelerini güçlükle de olsa alıp arkadaşların
yanına götürdüm. yanlarına sadece birkaç parça şahsi eşya
68
almalarına izin verdim. daha sonra hepsini havaalanına
bıraktım. arabanın büyük ve geniş olması işimize yaradı. yarın
düzenlenecek cenaze töreninde mürettebatın ailesinin yer
almaması, son derece üzgün ve doktor kontrolünde olmaları
yönünde yapılacak bir açıklama ile izah edilebilir komutanım.”
“daha sonra evinize uğradım komutanım. haberi duyan
dostlarınız ve yakınlarınız evi adete mahşer yerine
çevirmişlerdi. hanımefendi ile oğlunuz ve kızınızı ayrı bir
odaya davet edip durumu ayrıntısına girmeden izah ettim.
yüzlerindeki kederin kayboluşunu, görülmeye değer bir
sevincin kaplamasını izah edemem komutanım. hem aileniz
hem de dostlarınız tarafından çok sevildiğinizi belirtmeme
müsaade edin komutanım. ailenize bir süre rol yapmaları
telkininde bulundum. özellikle kızınız olmak üzere hepsi seve
seve yapacaklarını belirttiler. ancak sizi görmek istediklerini
söylediler. ben de kendilerine ortalık yatıştıktan sonra kimsenin
görmeyeceği bir zamanda sizin uygun görmeniz halinde
olabileceğini söyledim. fakat komutanım eğer görüşme için
fazla beklersek, tabirimi mazur görün başımın etini yerler,
çünkü üçü de diken üstündeler. sizi görmek için can attıklarına
eminim. “
muharrem’in anlattıklarını arada sırada kafasını olumlu
manada sallayarak dinleyen şeref paşa, arkasına doğru
yaslanarak “güzel.” diye memnuniyetini belirtti.” işin
başlangıcını, ve benim kanımca da en zor olan kısmını atlattık
muharrem. bu ana kadar yanımda gölge gibiydin, artık benim
sesim, gözüm, kulağım da olacaksın aynı zamanda. vaziyeti
bilen bir iki kişi haricinde ben sağı solu arayıp da şunu şöyle
yapın böyle yapın diyemem. gerekli araştırmaları da sen
yapacaksın vereceğim emirleri de sen ileteceksin. birilerine
telefon açıp veya bir kağıdın altını imzalayarak emir
gönderecek halimiz yok artık. bu işte en büyük desteğimiz
ismail paşa olacak. her türlü koordinasyonu onunla yaparız.
ya buradan telefonla görüşürüz kendisiyle, ya seni gönderirim
ya da onu buraya davet ederiz. “
derin bir nefes alarak soluklandı. kısa bir sessizlikten
sonra konuşmasına devam etti. “önceliğimiz bu olmasa da
uçağı sabote edeni ver arkasındakileri de bulabilirsek iyi olur.
dostumuzu düşmanımızı tanıyalım.”
69
muharrem hiç sesini çıkarmadı. sabah nizamiyeden
çıkarken öğrendikleri aklının bir köşesinde duruyordu. iyice
emin olmadan, tahmin ettiği kişinin kim olduğunu söylemeye
şimdilik niyeti yoktu.
* * *
2 mart 1993 salı ankara
“paşam, oldukça kapsamlı görünüyor. hakkından
gelebilir miyiz dersiniz?” diye sordu kara kuvvetli komutanı
olan, bu yıl genelkurmay başkanlığı’na geçeceği neredeyse
kesinleşen orgeneral ismail kabadayı, biraz
şüpheci bir tavırla güya ölmüş olan eski jandarma genel
komutanı orgeneral şeref bingöl’e soruyordu
bu soruyu. telefonla sık sık görüşüyorlardı ama ismail paşa ilk
kez giriyordu buraya. şeref paşa’yı görünce şaşırmıştı önce.
yaklaşık on günlük, yer yer beyazlaşmış sakalıyla görmeyi
beklemiyordu. şeref paşa önce bir gülmüş, sonra dışarı
çıkmak zorunda kalırsa kazara tanınmaması gerektiğini
söylemişti. haklıydı.
yaklaşık ikibuçuk saattir, kara kuvvetleri komutanlığı
altında hazırlanmış olan bu küçük mekanda konuşuyorlardı.
şeref paşa neredeyse onbeş gündür bu küçük odada baharda
yapılacak operasyon planlarını yapıyordu. çalışırken
bilgisayarın çok faydasını görmüşlerdi. bütün karargahtaki
bilgisayarlara ulaşabiliyorlar, istedikleri bilgilere kolayca
erişebiliyorlardı. muharrem başçavuş’un bilgisayardan anlıyor
olması gerçekten çok işlerine yaramıştı. birliklerin mevcutları,
bölge haritaları gibi elzem bilgilere rahatça sahip olmuşlardı.
bilgisayarlardan ulaşamadıkları haritalara ise, kara kuvvetleri
komutanı’nın araya girmesiyle neredeyse kendi emrinde gibi
çalışan istihkam dairesi’ne gidip gelen muharrem başçavuş’un
gidip alması ile ulaşmışlardı. bu gidip gelmelere en çok
şaşıranlar elbette ki muhabere merkezi personeliydi. sadece
belirli görevlilerin girebildiği muhabere merkezi’nde bu kural,
yeni yapılan bu bölüme girip çıkan bu kim olduklarını
bilmedikleri adam yüzünden bozulmuştu.
giriş kartı dahi olmayan bu adam, yeni yapılan
bölümden çıkıyor, karargaha ulaşımı sağlayan asansöre binip
70
ortalıktan kayboluyor, bir süre sonra elinde evraklar veya
poşetlerle geri dönüyor; önce muhabere merkezi’nin giriş
kapısının zilini çalıyor; kendilerine ta en üstten, kara kuvvetleri
komutanı’ndan gelen emir iletilmiş olan nöbetçi askerin açtığı
kapıdan geçerek en dipteki kapının önüne geliyor, orada da
zile basıyor, kime ait olduklarını bilmedikleri görünmez bir el
tarafından açılan kapıdan geçerek gözden kayboluyordu.
bazen birkaç gün ortada görünmeyen bu uzun boylu adam,
kimi zaman da günde birkaç kere içeri girip çıkıyordu. yaklaşık
onbeş gündür bütün muhabere merkezi personelinde karşı
konulmaz bir merak vardı ama askerlikte emir demiri kesiyordu
işte. kesin emir verilmişti. sorgu sual yoktu.
“merak etme ismail” diyerek kendisine soran arkadaşını
cevapladı. “en ince ayrıntısına kadar hesapladım. sen de
gördün hepsini.” diyerek muharrem başçavuş’un demleyip
servis yaptığı çaydan bir yudum içtikten sonra sözlerine devam
etti. “gece gündüz muharrem’le birlikte buna kafa patlatıyoruz.
senin hazırlattığın şu bilgisayar çok işe yaradı. çoğu bilgiye
oradan ulaştık. ulaşamadıklarımıza ise senin emrinle sanki
bizim komutamızda gibi çalışan başkanlıklardan ulaştık
muharrem aracılığıyla. “
“paşam, planda bir sıkıntı yok gördüğüm kadarıyla.
zaten sizin bizzat hazırladığınız plan. benim endişem bu kadar
büyük bir kuvveti oraya taşıyabilmek konusunda. az değil, 100-
110 bin civarında bir intikal ve konuşlanmadan bahsediyoruz.”
hala aklında soru işaretleri vardı kara kuvvetleri komutanı’nın.
“yerinde olsam ben de aynı endişeleri duyardım
ismail.” diyerek arkadaşının aklındaki soru işaretlerini
gidermeye çalıştı. “abicim 6 ncı ve 7 nci kolordular ve
jandarma asayiş kolordusu birliklerinin tamamını
kullanacağız. dört komando tugayının son derece büyük
önemi var. bunlar yaklaşık 40 bin kişi civarında bir kuvvete
tekabül ediyor. asıl operasyon birlikleri bunlar. tabii can alıcı
husus özel kuvvetler komutanlığı’nın iki bin seçkin personeli.
geriye kalan 70 bin kişi ise arazi araması, tıkama ve ikmal için
görevli olacaklar. bunun için de 1 nci ordu bölgesindeki zırhlı
ve mekanize tugaylar ile 2 ve 3 ncü ordu bölgelerindeki piyade
tugaylarını kullanacağız. “ çayından bir yudum daha aldı.
ismail paşa’nın dikkatle dinlediğini görüyordu.
71
“şimdi, en büyük sıkıntımız intikal ve konuşlanma
aşamasında olacak. bu yüzden de iyi bir koordinasyon
gerekiyor. bizim ulaştırma alayları elbette yetmeyecek.
demiryolları ve sivil nakliyat firmaları ile irtibata geçilip
anlaşılması gerekecek. ayrıca milli eğitim bakanlığı ile
protokol imzalanıp, çoğu birliğin bölgedeki okullarda iskanı için
gerekli zemin hazırlanmalı. nasıl olsa çoğu okul boş. ayrıca
diyarbakır iç tedarik bölge başkanlığı’na derhal mesaj çekilip
erzak stoğuna başlanması talimatı verilmesi gerek. binalara
sığdıramadığımız birliklerin iskanı için ise soğuk iklim
çadırlarını kullanalım derim ben. bahar geliyor olsa da geceleri
soğuk olur yine de. intikal eden birliklerin üzerindeki soğuk
iklim çadırları yetmez tabii ki. gerekirse tsk çapında ne kadar
soğuk iklim çadırı varsa toplarız hepsini. batman rafinerisi de
sanayi ve ticaret bakanlığı aracılığı ile zamanı belli olmayan
bir şekilde akaryakıt tedariki için hazır tutulmalı. gerekirse
iskenderun rafinerisi bile yedekte tutulabilir. ahmet paşa ile
de iyi bir koordine şart. 2 nci taktik hava kuvvetleri neredeyse
tamamen 2 nci ordu emrine girebilir.”
“nezihi’ye mi verelim bütün komutayı?” kara kuvvetleri
komutanı’nın nezihi dediği 2 nci ordu komutanı orgeneral
nezihi yakar idi.
“tabii nezihi altından kalkar bu işin. kolay değil emrine
bölgedeki 3 kolorduya ilaveten 2 nci taktik hava kuvvetleri,
intikal edecek bütün birlikler hepsi onun emrine girecek. hatta
gerekirse sen bizzat yönet.”
“aslında iyi olur paşam. ahmet paşa illaki yanımda olur,
deniz kuvvetleri’ni ayırmayalım vural paşa’yı da alırız. sizin
yerinize vekalet eden harp akademileri komutanı’nı ile birlikte
ordu komutanlarını da götürürüm. karargahı diyarbakır değil
de şırnak’a kurarız. kara havacılık birliklerine de çok iş
düşecek. 2 nci ordu hava alayı yetmeyecektir. diğer orduların
hava alaylarını da intikal ettirelim. anladığım kadarıyla
planınızın can alıcı noktası, sabahın ilk ışıklarıyla bölgeye
atılacak özel kuvvet timleri ile komando tugayları. “ planlanan
operasyon kara kuvvetleri komutanı’nın da kafasına yatmaya
başlamıştı.
“tamam, gayet uygun.” diyerek arkadaşını onayladı.
ikna olduğunu sezmişti şeref paşa. “yalnız komando
tugaylarının destek unsurlarını karadan götürelim. sadece
vurucu unsurları havadan atalım. yoksa bütün helikopterleri
72
kullansak da iki sefer yapmamız gerekir ki bu da anlamsız
birşey olur.” yüzü gülüyordu. kafa kafaya verince ortaya atılan
çözüm önerileri ile bütün zorlukların üstesinden geleceğine
inananlardandı şeref paşa.
“o zaman paşam, sizce de uygun olursa deniz
kuvvetleri’nin ve sahil güvenlik komutanlığı’nın elindeki
arama kurtarma helikopterlerini de alalım. emniyet genel
müdürlüğü helikopterleri ile polis özel harekat timleri’ni
kullanmayı düşünmüyor musunuz?” bu fikir aklına yeni
geliyordu ismail paşa’nın.
“denizcilerin elindeki helikopterleri alalım. ama bence
polisi karıştırmayalım.hem koordine zorluğu yaşarız hem de
bürokrasi girer işin içine. emniyet genel müdürü’nü, içişleri
bakanı’nı herşeyden haberdar etmemiz gerekir. e siyasileri işin
içine sokarsak meclisteki şu şerefsizler de bilgi edinirler ve
operasyon gününü duyururlar.”
meclisteki şerefsizlerden kastı, başlarında pkk bayrağı
renklerini içeren bandanalarla, zafer işareti yaparak kürtçe
yemin eden abdullah öcalan uşaklarından bahsediyordu.
adeta çıldırmıştı yemin töreni esnasında. bir gelenekti meclis
açılışında cumhurbaşkanı ile birlikte üst düzey askeri
personelin de bulunmaları. ancak bunları görünce
dayanamamış yerinden kalkarak izleyici locasını terk etmişti.
hemen arkasından da cumhurbaşkanı sözal ile öteki
komutanlar meclisten ayrılmışlardı. türkiye cumhuriyeti
tarihinde bir ilkti bu. ama meclis çatısı altında kürtçe yemin de
bir ilkti.
“tamam o zaman paşam, bizimkiler yeter sanıyorum. “
diyerek şeref paşa’yı onayladı ismail paşa. “o zaman ben
oyalanmadan hemen çıkayım odama. bizim harekatçıları,
diğer kuvvet komutanlarını, genelkurmay harekat başkanı ile
özel kuvvetler komutanı’nı öğleden sonra toplayım. yarın için
de ordu komutanlarını çağırayım. tez elden girişelim işe. zira
yoğun bir faaliyet bizi bekliyor.planlardan bir suret de ben
alabilir miyim?” sözlerini tamamlarken adeta koca bir tomara
dönmüş kağıt destesini elinde tutuyordu.
“bunları alabilirsin. zaten onları senin için hazırladık.
kendimize fakstan bir takım fotokopi çektik.”
73
“eh o zaman ben kalkayım.” diyerek yerinden kalktı
ismail paşa. kendisini uğurlayan şeref paşa’nın elini sıktı.
muharrem başçavuş’a da çay için teşekkür ederek küçük
odadan ayrıldı. yalnızca içeriden açılabilen kapının dışına
bekleyen emir subayının yanından geçerken kapanan kapının
arkasında şeref paşa’nın gülümsüyor olduğunu hissediyordu.
gerçekten de içeride şeref paşa, yeni bayramlık
alınmış çocuklar gibi sevinçliydi içeride. memleketi için
birşeyler yapıyor olmanın coşkusu okunuyordu sakallı
yüzünden. “muharrem!” diye seslendi içerideki lavaboda
bardakları yıkamakla meşgul olan başçavuşa. “patladım ben
burda. bu gün bir delilik yapalım. çıkalım dışarıya. gençlik
parkı’nda dolaşalım. bir mercimek çorbası içelim. bıktım ben
lahmacun, pide, kahvaltılık yemekten. sonra kızılay’da
vitrinlere bakalım. bir sinemaya gidelim. çıkmadan önce
bizimkilere telefon edelim. çok özledim ailemi. hele kızım
gözümde tütüyor. gece geleceğimizi haber verelim. yemek
yemesinler, beraber yeriz. ne dersin, yapalım mı?” gerçekten
şu an çocuklar gibiydi.
“nasıl emrederseniz komutanım.” diye cevapladı
komutanını lavabodaki bardakları yıkamaya devam ederken.
haklıydı adam, kendisi her gün dışarı çıkıyordu arabayla ya da
karargah içine gidip geliyordu.
“e hadi bırak o zaman şimdi bardak filan yıkamayı. söz
akşam gelince ben yıkarım.” diyen şeref paşa’yı duyunca
şaşırdı açıkçası. koskoca orgeneral bardak mı yıkardı yahu.
mümkün değil fırsat vermezdi yıkamasına, rütbesinden çok
yaşına ve karakterine saygı duyuyordu. gülümseyerek
bardakları bırakıp musluğu kapattı.ceketini giymeden önce
omuz askısını takarak 16’lı baretta’yı kontrol etti. daha sonra
beline yerleştirdiği incecik lama marka tabancayı şöyle bir
yokladı. ceketini giydikten sonra montunu giyerken şeref
paşa’nın çoktan hazır olduğunu gördü.
* * *
nizamiyeye yaklaşırken arabanın farlarını söndürdü.
saat yedi olmak üzereydi. hava çoktan kararmıştı.
beytepe’deki jandarma lojmanları’nın içerisinde jandarma
genel komutanı’na tahsisli konut da bulunuyordu. aracın altını
elindeki ayna ile aradıktan sonra şoför mahallinin bulunduğu
74
cama yaklaşan askerle konuşabilmek için mercedes’in kapı
kolundaki cam indirme düğmesine bastı.
“efendim hoşgeldiniz, kimlik görebilir miyim?” diye
sorarken şüpheci olmayan bir tavırla direksiyon başında oturan
muharrem başçavuş’u gözlüyordu asker. muharrem
gömleğinin üst cebinden çıkardığı kimliğini sol eliyle askere
verirken aynı anda da sağ elini de arkaya doğru uzatarak,
şeref paşa için hazırlanmış olan; bir albay olduğunu gösteren
kimlik kartını adlı.
kimlik kartlarını dikkatle inceleyen görevli asker kimlik
kartlarını iade ederken ne maksatla geldiklerini sordu.
“orgeneral şeref bingöl’ün eşi sevinç hanım’ı ziyaret
maksadıyla geldik. “ diye cevapladı askeri. “ hanımefendinin
bilgisi var, bizi bekliyorlar.” diyerek sözünü tamamladı.
kontrolü tamamlayan ve geliş maksatlarını öğrenen
asker bir adım geriye çekilerek eliyle geç işareti yaptığı anda
giriş kapısının motoru çalışarak geçmeleri için yol açtı. kapan
üzerinden dikkatle geçen muharrem, aracı komutan konutunun
bulunduğu yöne doğru sürdü.
daha önce bir süre bu evde kaldığından, uçağın
düştüğü gün ve ondan sonra da iki kez geldiği için evin yerini
gayet iyi biliyordu. iki gelişinde de komutanın isteklerini iletmiş,
sağlığından haber vermiş, ihtiyaç olan bazı malzemeleri
almıştı. son gelişinde ise, fırsat bulup da gelme ihtimalleri
olduğu takdirde önceden telefonla bilgi vereceğini söylemiş,
telefon etmesini müteakip evdeki yardımcı askerlerin
gönderilmesini, kapıyı kendilerinin açmasını, ama kesinlikle
kapı ağzında sevinç gösterisi yapmamaları gerektiği
konusunda uyarmıştı şeref paşa’nın eşi ve çocuklarını.
arabayı evin önünde durdurduktan sonra aşağı indi.
arabanın arkasına dolanırken etrafına çabucak göz gezdirdi.
herhangi bir olağanüstülük göremedi. meraklı bakışlara
yakalanmak istemiyordu. şeref paşa’nın bulunduğu kapıyı
açarken gözü konuta doğru odaklandı. evin neredeyse bütün
ışıkları yanıyordu. kapının hemen sol tarafındaki yanmayan
pencerede ise evin koridorundan sızan ışığın da yardımıyla üç
gölge görünüyordu. hafifçe gülümsedi. en az bir saattir bu üç
kişinin o pencerede olduklarından emindi. haklıydılar. özlem
insanın içini kemiren onulmaz bir hastalıktı.
75
komutan indiğinde kısa bir süre durakladı. adeta nefes
bile almadığını hissetti o an. şeref paşa da haklıydı, eşini,
çocuklarını özlemiş olması kadar doğal bir şey olamazdı.
“komutanım, uygun görürseniz fazla bekleyip dikkat
çekmeyelim.” diyerek haddi olmasa da komutanını ikaz etti.
şeref paşa itiraz etmeden sakin adımlarla eve doğru
yürümeye başladı. çok uzun yıllardır, generalliğe terfi
ettiğinden bu yana ilk defa evinin kapısını kendisi çalacaktı.
her akşam eve gelişinde yardımcı askerlerden biri kapıda
karşılıyordu kendisini daha önceleri. heyecanlıydı aslında, elini
kapının ziline doğru uzatırken. sağ eliyle zili çalarken sol eliyle
de yüzündeki on günlük sakalları üstünde gezdirdi bir an için.
yanı başında duran muharrem’in heyecanını farketmesini
istemez gibiydi.
kapı açıldığında içeriden vuran ışıkla şeref paşa’nın
yüzü iyice aydınlandı. eşinin yüzüne bakıp duraklayan
komutanın tanınabileceği endişesi sardı bir an içini. fazla
beklememek gerekiyordu. komutanla uzun süre çalışanlar ve
arkadaşları sakallı da olsa kendisini tanıyabilirlerdi. zor bir
ihtimaldi bu karanlıkta ama tedbirli olmanın bir zararı olmazdı.
“girelim komutanım.” diyerek elini komutanın omzuna
dokundurdu hafifçe. iki adım atarak kapıdan içeri giren şeref
paşa’nın arkasından içeri girerek kapıyı kapattı.
kapıyı kapatıp da arkasını döndüğünde gördüğü
manzara karşısında içi titredi. şeref paşa, eşi, oğlu ve kızı
adeta bir yumak oluşturmuşlar, birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı.
eh koskoca bir orgeneral olmasına rağmen neticede bir
kocaydı, bir babaydı. başını yere eğip hiç sesini çıkarmadan
bekledi. bu güzel sahneyi bozmak istemedi.
“haydi bakalım koca bebekler.” diyen şeref paşa’nın
sesiyle kafasını yarden kaldırdı. “böyle ayak üstü ağlayıp
duracak mıyız? beni de ağlattınız yok yere. geçelim içeriye
haydi.” deyip kollarını bellerine doladığı eşi ve kızını içeriye
doğru çekti. oğlu ise önden yürüyordu.
geniş salona geçtiler. şeref paşa hemen karısının
yanına oturdu, elini omzuna atıp sıkı sıkıya sararken, diğer
eliyle de yavru bir kedi gibi kolunun altına giren kızının kumral
76
saçlarını okşuyordu. oğlu ise hemen yanlarındaki tekli koltuğa
oturmuştu. bir an için bu resim içerisinde bulunmaması
gerektiğini hissetti.
“komutanım, müsaadenizle ben mutfakta olacağım.”
diyerek mutfağa doğru gitmeye hazırlanıyordu ki şeref
paşa’nın kızının başı üzerinden kendisine doğru dönen gözleri
ile karşılaştı. şaşırmış gibiydi.
“o niye o muharrem?”
“komutanım, ailenizle yalnız kalmak istersiniz diye
düşünmüştüm.”
“muharrem! zaten ailemle birlikteyim. bu beş kişi
içerisinde yabancı kimseyi göremiyorum. senden gizlimiz
saklımız mı var ? geç otur şuraya, biraz soluklanalım.” eliyle
üçlü koltuğun diğer yanındaki tekli koltuğu gösteriyordu.
komutanının sözünü ikiletmeyerek yumuşak koltuğa
oturdu. yine de başını yerden kaldırmadı. şeref paşa kendisini
aileden biri gibi gördüğünü söylemişti ama varla yok arası gibi
davransa iyi olacaktı.
bir süre hepsi de birbirlerine hasret ve sevgi sözcükleri
söylediler. komutan hepsine tek tek hal hatır sordu. gerçekten
hepsi birbirini çok özlemişti.
“haa biz bu gün neler yaptık neler, bir bilseniz var ya!”
diye ortaya merak uyandıracak bir laf attı şeref paşa.
“neler yaptınız babacım?” kızı kimseye fırsat
bırakmadan soruyu yapıştırmıştı. “seni öyle çok özledim ki, her
dakika her saniye ne yaptığını anlatmanı seve seve dinlerim.”
“mekanımızdan çıktık. arabayı bir yere park ettik.
kızılay’da ne kadar vitrin varsa hepsini dolaştık tek tek.
sakallar işe yaradı, kafamda da kasket vardı kimse
tanıyamadı. sonra atatürk orman çiftliği’ne gittik. yarım
ekmek arası kokoreç yaptırıp yedik. oradan ulus’a geçip
anafartalar çarşısı’nı dolaştık. biraz üşüsek de gençlik
parkı’nı, güven park’ı, kuğulu park’ı dolaştık. hava
kararıncaya kadar tunalı hilmi’de, kızılay’da, necatibey’de
dolaştık. sonra baktık hava karardı, karnımız da acıktı eve
gelelim dedik çıktık geldik.”
77
“acıktık değil mi muharrem ? “ koltuğunda sessiz
sedasız başını yere eğmiş olan adama dönmüştü.
“evet komutanım, gerçekten acıktık.” diyerek
komutanını onayladı.
“e haydi sofraya geçelim. bakalım neler hazırladınız? “
deyip koltuğundan kalktı. zaten önceden hazırlanmış olan
yemek masasına doğru yürüdü. ne olur ne olmaz diyerek altı
kişilik servis açılmış olan masa göze oldukça hoş görünüyordu.
salatalar hazırlanmış, çatal bıçak düzgünce konmuş, hatta
bardaklara suları bile doldurulmuştu. hummalı bir hazırlık
yapılmış olduğu belliydi.
şeref paşa; masanın başındaki yerini aldıktan sonra
kızı hariç herkes sırayla oturdu. sevinç hanım, paşanın hemen
soluna oturmuştu. oğlu mert annesinin yanındaki yerini kaldı.
paşanın sağ yanındaki iki sandalyeden uzak olana muharrem
oturdu. paşa ile muharrem arasındaki sandalye boş kaldı.
paşanın kızı merve çoktan mutfağa koşturmuştu bile. görev
paylaşımı yapıldığı belliydi.
önce, kıvamı uygun mercimek çorbası, arkasından
fırında kızarmış patatesli tavuk, bezelyeli pilav yenildi salata
eşliğinde. arada sırada küçük konuşmalar da oluyordu ama
misafirlerin gerçekten acıktıkları belliydi. üzerlerine birer tane
fındık yerleştirilmiş, nar gibi kızarmış şöbiyetler yenirken ise
sohbet koyulaşmaya başladı.
son şöbiyeti afiyetle midesine indiren muharrem,
peçete ile dudaklarını temizledikten sonra “hanımefendi;
ellerinize sağlık.” diyerek sevinç hanım’a teşekkür etti.
“afiyet olsun.” gülümseyerek cevaplamıştı muharrem’i.
ve ekledi. “ama ben el bile değmedim yemeklere. merve, illa
babama bütün yemekleri ben yapacağım diye tutturdu.”
“evet hepsini ben yaptım canım babacığıma.” diyerek
lafa karıştı merve.
“sağolasın benim biricik kızım, özlemişiz ev
yemeklerini, değil mi muharrem?”
78
“evet komutanım, gerçekten çok makbule geçti. merve
hanım, bu güzel sofra için ben kendi adıma minnettarım.”
hafifçe yüzü kızarmıştı muharrem’in.
“yo önemli değil. ama mert’in de hakkını yemeyelim.”
“mert mi? oğlum sen mutfağa girer miydin?”
“ya baba, ablam tutturdu illa yardım isterim diye.
mecbur kaldım işte.” ablasına şaka yollu kaş çatmıştı bunları
söylerken.
“babacığıma yemek hazırlıyoruz, tabii yardım
edeceksin. gerçi sadece salatayı sen yaptın. yani baba, biraz
sonra zehirlenme alametleri gösterirseniz bilin ki yemeklerden
değil, salatadandır.”
bir kahkaha koptu masada. şeref paşa’nın böyle içten
kahkaha attığına çok fazla şahit olmamıştı muharrem. kendisi
kahkaha atmak yerine gülümsemeyi tercih etmişti. havada
uçuşan huzuru hissedebiliyordu.
* * *
17 nisan 1993 cumartesi ankara
“selma! ben biraz yürüyeceğim bantta. bana bir bardak
meyve suyu gönderir misin?“ diyerek karısına seslendi.
omzuna havlusunu asmış, altında şortu, üstünde ince bir
tişörtü, ayaklarında da rahat spor ayakkabıları ile tonton bir
dedeye benziyordu şu anki görüntüsüyle. ama şu anki
görüntüsünün aksine son derece etkili bir şekilde on yıldır
türkiye yönetimine damgasını vuran adamdı.
1982 anayasası’ndan sonra sözal adı türkiye’de
sıkça duyulmaya başlamıştı. süleyman
çelikel, bülent yücevit,
alpaslan türker, necmettin
yerbakan gibi eski parti liderleri yasaklıydı.
askerlerin de bir hata yaparak turgut tutalp’i
desteklemeleri sayesinde, bir başka turgut, sevmedikleri
79
turgut, 1983 seçimlerinde ezici bir çoğunlukla iktidara sahip
olmuştu.
özellikle çocuklarının fevri davranışları yüzünden büyük
eleştirilere maruz kalsa da, pek çok cesur hamlenin altında
bizzat turgut sözal’ın imzası vardı. senelerdir bir tek çivi
çakılmayan gap projesi’nin en önemli ayağı atatürk barajı
tamamlanmış, harran ovası’na su taşıyacak şanlıurfa
tünelleri’nde büyük ilerleme kaydedilmişti. ülke sanayi
hamlesine büyük bir iştahla saldırmış, özellikle savunma
sanayii atılım içerisine girmişti. f-16 fabrikası, aselsan ve
çankırı’da kurulu uçaksavar fabrikası bunlara en güzel örnekti.
serbest piyasa ekonomisine geçilerek ülke kıtlıktan ve
yokluktan kurtarılmıştı. artık bulunmayan mal ve uzun
kuyruklar yoktu ülkede. tabii serbest piyasa ekonomisinde her
zaman var olan enflasyon riski ülke gündeminden
düşmüyordu. onu da halledecekti. 1989 yılında büyük bir
hevesle cumhurbaşkanı olmuştu ama aktif siyaset
yapamamaktan şikayetçiydi.
bunu yakın dostlarına söylemişti ama kurt gazeteciler
de bunun işaretlerini çoktan almışlardı. sözal’ın köşk’ten
inerek aktif siyasete dönebileceği söyleniyordu. açıkçası
kendisi de istekliydi buna. hem muhalefetle didişmesi daha
kolay olacak, hem de halledilmesinin şart olduğuna inandığı
konuların üzerine var gücüyle gidecekti.
özellikle terör ve ekonomik durum canını sıkıyordu.
iktidarda olursa hepsini halledebileceğine inanıyordu. dünya
ülkeleri ve liderleri üzerinde inanılmaz bir karizmaya sahipti.
hele hele sovyetler birliği dağıldıktan sonra, başta amerika
olmak üzere tüm dünya ülkeleri gözünde stratejik önemi çok
yüksek bir ülke haline gelmişti türkiye. tabii doğal olarak
mutlaka yanında bulunulması gereken dost bir ülke olarak
görenlerin yanında düşman olarak gören ülkeler de vardı. bu
yüzden de ülkenin içinde bulunduğu atılıma devam etmesi,
terörle ekonomik sıkıntılarla kesilmeye çalışılan hızları aynen,
hatta artarak devam etmeliydi. buna bütün kalbiyle inanıyordu.
halkın kendisine destek olacağından emindi. cesur
konuşmaları ve sıradan insanlar gibi davranışları sayesinde
sevilen biri olduğuna inanıyordu. şort giyip askeri birlik
denetliyor, makam arabasını otoyolda ve boğaz köprüsünde
kendisi kullanıp hız yapıyor, torunuyla birlikte bilgisayar başına
80
geçip oyun oynuyordu. bunlar gazetelerde yer alınca
muhalefetin amansız eleştirisine uğramakla birlikte halkın
sevgisini kazanıyordu.
ama canını sıkan gelişmeler de olmuyor değildi. terör
şiddetleniyor ve hedef gözetmeyen hale dönüşüyordu. köyler
basılıp kadın, çoluk çocuk katlediliyor, hemen her gün bir
yerlerde karakollar basılıyor; asker, polis, sivil pek çok can
kaybediliyordu. halk içinden kayıplarla birlikte üst düzey
kayıplara, bürokrat ve askerlerin öldürülmelerine de çok
üzülüyordu. en çok ayhan kahveci’nin ölümüne üzülmüştü.
yanlış yola girerek trafik kazası sonucu ölmüştü ama açıkçası
kendisi buna inanmıyordu. ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir
suikast veya komplo düzenlendiği hakkında bir ipucu
bulamamış, bulduramamıştı. elinde delil olmamasına rağmen,
o kadar zeki bir adamın ters yola girecek kadar büyük bir
aymazlık içerisinde olabileceğine inanmıyordu.
aynı şekilde şeref bingöl paşanın da kaza sonucu
öldüğüne inanmıyordu. onur kandilci’nin öldürülmesinden
itibaren devlet tüm organlarıyla bu tür suikastlar üzerine
gitmeye başlamıştı ama delil elde etmek mümkün olmuyordu.
şeref paşa da güya kaza sonucu ölmüştü ama bir bit yeniği
olduğunu hissediyordu. küllenmeye başlayan bu olayı tekrar
kurcalamaya karar verdi. seviyordu çünkü şeref paşa’yı. allem
edip kallem edip bu yıl yüksek askeri şura’da şeref paşa’nın
emekliliğinin önüne geçecek, ne olursa olsun onu
genelkurmay başkanı yapacaktı. teamüllere göre kara
kuvvetleri komutanı’nın genelkurmay başkanı olması
gerekiyordu, ismail paşa’yı da seviyordu ama yine de şeref
paşa genelkurmay başkanı olmalıydı.
ama olmamıştı işte. yılların paşası buzlanan uçak
kanadı yüzünden ölüp gitmişti. evet evet,
cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılıp tekrar başbakan olup icra
makamında oturmalıydı. sevmemişti onay makamı olmayı.
seksenli yılların ortalarında olduğu gibi güçlü bir şekilde ülkeyi
yönetmeliydi. boş durmuyordu gerçi. daha dün akşam beş
günlük orta asya gezisinden dönmüştü.
sovyetler birliği dağıldıktan sonra bütün türk
cumhuriyetleri birer birer bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. bu
ülkeler üzerinde etkin bir role sahip olmak gerektiğine
inanıyordu. hem milli bağlar yönünden hem de ulusal çıkarlar
yüzünden bunun şart olduğunu biliyordu. bu nedenle de
81
milliyetçilerin “başbuğ” dedikleri alpaslan türker’i
kullanıyordu açıkçası. adamın şahsını pek sevmese de türk
cumhuriyetleri üzerindeki inanılmaz etkisini görmezden
gelemiyordu. adeta ilah gibi tapıldığını biliyordu. azerbaycan
seçimlerinden önce kendi önerisiyle kimseye sezdirmeden
ülkeye giden türker, haydar aliyev’in yeni
azerbaycan’ın ilk devlet başkanı olmasında büyük rol
oynamıştı. bu yüzden de azerbaycan’la ilişkileri, diğer ülkelerle
olandan iki kat daha iyi durumdaydı.
değeri ölçülemeyecek yer altı zenginliklerine sahip yeni
türk cumhuriyetleri’nin de azerbaycan gibi yanlarında
olmasını istiyordu. bu yüzden beş gün boyunca kazakistan,
türkmenistan, kırgızistan’da temaslarda bulunmuş, giderken
yanında alpaslan türker’i de götürmüştü. gördüklerinden ve
temaslardan aldığı sonuçlardan çok memnundu. yeni ülkeler
resmen aç kurt gibiydiler. teknoloji, eğitim, yatırım namına
hiçbir şey yoktu. büyük bir pazardı bu ülkeler.
teknoloji transferi yapılacaktı. yeni fabrikalar,
havaalanları, yollar, barajlar yapılacaktı türk firmaları
tarafından. ülkeler arası silahlı kuvvet personeli eğitim amaçlı
mübadele edilecekti. bu ülkelerin askeri güçleri hatırı sayılır
düzeydeydi ama geri kalmışlık bas bas bağırıyordu. sonra
eğitim sistemlerine müdahale edecekti. devlet okulları
açtıracak, üniversiteler kurulmasına yardımcı olacaktı. tabii
çaktırmadan fethullah güven tarafından
okular açılmasını da sağlayacaktı. bunun düğmesine daha
geziye çıkmadan önce basmıştı bile.
bu ülkelerden para falan beklediği yoktu şimdilik.
yapılan görüşmelere ve anlaşmalara göre zaten hayata
geçirilecek projeler neredeyse bedavaya yapılacaktı. asıl
beklentisi bu ülkeleri yanlarına çekip türkiye’yi lider olarak
görmelerini sağlamaktı. bölgede zaten etkin olan rollerini bir
derece daha yükseltip başrol oynamak istiyordu. önümüzdeki
hafta da iran, gürcistan ve büyük bir sürpriz yaparak
ermenistan’a gidecekti. iran ve gürcistan gezileri planlıydı
zaten. randevular alınmıştı. ama ermenistan’a gideceğinden
kimsenin haberi yoktu. tiflis’ten ayrılırken uçağını erivan’a
yönlendirecek, uçaktayken geldiğini ermenilere haber
verecekti. adeta baskın yapacaktı. randevu ile uğraşırsa ayak
sürüyeceklerini, naza çekeceklerini biliyordu. zaten iki yıl kadar
önce tek kalemde sekizyüzbin ton kadar buğday
82
gönderilmesine ön ayak olmuştu sıkıntı içerisindeki
ermenistan’a. sadece iki ülkeyi değil bütün dünyayı şoka
uğratacağından emindi.
keyfi yerine geldi iyice. saat sabahın dokuzuydu. son
derece iyi hissediyordu kendini koşu bandına çıkarken. yarım
saat kadar yürüyüp ter atacaktı. derdi zayıflamak falan değildi.
kilosunun fazla olduğunu biliyordu ama boğazına düşkündü
işte. kısa süre de olsa spor yapması, bant üzerinde yürümesi
kendini daha zinde hissetmesini sağlıyordu.
sadece mırıltı halinde dudaklarından dökülen “yayladan
gel allı gelin yayladan” diye başlayan türküyü söylerken koşu
bandının düğmesini yavaş adım yürüyüşe ayarlayarak bandı
harekete geçirdi. birkaç dakika yavaş yürüyüp sonra biraz
hızlandıracaktı. düğmeye bastıktan sonra yokuş yukarı
yürümeye ayarlı bandın hafif nemli olan korkuluklarına
tutunarak yürümeye başladı.
* * *
“turgut bey, meyve suyu getirdim.” diyerek küçük spor
salonunun kapısından giren “first lady” selma sözal,
karşılaştığı manzaranın yarattığı şok ile elindeki portakal suyu
dolu bardağı yere düşürdü. spor salonuna inerken kendisinden
meyve suyu göndermesini isteyen eşinin yaklaşık onbeş
dakika arkasından elinde bir bardakla spor salonuna inmişti.
köşkte görevli bulamadığından değil, meyve suyunu bizzat
kendisi getirmek istediği için aşağıya inmişti. hem uzun süre
spor yapmasına engel olarak kahvaltıya da çağıracaktı
böylece.
ancak gördüğü manzara kanını dondurmuş, eli ayağı
buz kesilmiş, ne yapacağını bilemez bir halde kapının önünde
kalakalmıştı. türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı turgut
sözal, rengi tamamen morarmış vaziyette, hala çalışır
vaziyette olan koşu bandının yanında yerde yatıyordu.
yere düşen bardağın çıkardığı ses ile spor salonuna
doğru gelen korumalardan birinin hemen arkasında bitmeden
çok kısa süre önce “turgut!” diye bağırarak kocasının yanına
koşturdu. gözündeki yaşlarla, yerde yatan kocasını sarsarken
koruma da içeri girmiş, kulağında takılı küçük telsizden acilen
doktorun spor salonuna gönderilmesini, ambulansın da
hazırlanmasını söylüyordu.
83
selma sözal’ın karşısında yere çöken koruma, ilk iş
olarak cumhurbaşkanı’nın nabzını kontrol etti. gerçi oldukça
kilolu vücudunun morarmış olması nedeniyle hiç umutlu değildi
ama yine de nabzı kontrol etti. yanılmamıştı. sıkıca tuttuğu sol
el bileğinden kalp atışını algılayamadı. son bir umutla başını
yerde yatan adamın göğsüne dayadı, kalbin ritmik sesini
duymaya çalıştı. ama selma hanım’ın hıçkırıklarından ve hala
çalışmakta olan koşu bandının motorundan gelen ince sesten
başka hiçbir ses duyulmuyordu küçük spor salonunun
içerisinde.
ilk defa kalbi durmuş biriyle karşılaşıyordu ama yine de
aldığı ilk yardım eğitimi nedeniyle kalp masajı ve suni teneffüse
hazırlandığı sırada içeriye “ne oldu?” diye bağırarak giren
doktorun sesini duydu. doktoru gören koruma henüz
başlayamadığı kalp masajından vazgeçerek hemen kenara
çekilerek doktora yer açtı. bir yandan da “nabzı atmıyor!”
demeyi ihmal etmedi.
doktor, cumhurbaşkanı’nın üzerine eğilerek zorla da
olsa ağzını açıp gırtlağını kontrol etti. doktor, yerde yatan
cumhurbaşkanı’nı görür görmez havasız kalmaktan renginin
morardığını anlamıştı. iki sebep vardı. ya boğazına bir şey
kaçmış nefes almasına engel olmuştu. ya da kalp krizi sonucu
kalp durmuş, akciğerler ve diyafram aracılığı ile gerçekleşen
soluk alış verişi kesilmişti. boğazda bir şey yoktu. dili de geriye
kaçmamıştı. kalp krizi olduğuna hükmetti. ne kadar süredir bu
şekilde yattığını bilmiyordu ama, morardığını göre son bir kez
daha nefes aldıktan sonra en az beş dakikadır yattığına
emindi. boğazı kontrol ettikten sonra çarçabuk steteskobu
kulağına geçirip tişörtün üzerinden kalbi dinledi. nabız yoktu.
kalbin çalışmadığına emin olunca hemen kalp masajına girişti.
çalışır kalbe yapılan masajın sonu ölümcüldü çünkü. üç kez
kalbe kuvvetlice baskı yaptıktan sonra tombul adamın burnunu
tıkadı, çenesini geriye doğru atıp ağızdan suni teneffüs
yaptırdı. sonra tekrar kalp masajına geri döndü.
ambulanstaki doktor ve görevliler ellerinde sedye ve
oksijen maskesi ile nefes nefese içeriye girdiklerinde beşinci
kez kalp masajına başlamıştı. kan ter içindeydi, omuzları
ağrımıştı ama umursamıyordu. ambulansın doktoru elindeki
oksijen maskesi ile yere çökünce masajdan vazgeçti. ağzında
oksijen maskesi ve balon olduğu halde cumhurbaşkanı’nı
yerden kaldırdılar. dikkatle ama hızlıca sedyeye yatırarak,
84
sağlık teknisyenleri, iki doktor, selma hanım, olayı duyan
koruma müdürü ve iki koruma ile alt giriş kapısına yanaşmış
ambulansa doluştular. sirenlerini açan ambulans, en iyi sağlık
hizmetinin verildiğine inanılan gülhane askeri tıp
akademisi’ne doğru son sürat yola koyuldu.
birkaç saat sonra ise haberin duyulduğu andan itibaren
adeta şoka giren türkiye’ye; cumhurbaşkanlığı genel
sekreteri ve gata komutanı birlikte açıklama yapıyorlardı.
türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı turgut sözal, spor
yaparken kalp krizi geçirmiş, eşi tarafından bulunan
cumhurbaşkanı’na hemen tıbbi müdahale yapılmış; ancak
gata’ya kaldırılan cumhurbaşkanı bütün gayretlere rağmen
kalp krizinden vefat etmişti.
başta çankaya köşkü olmak üzere türkiye, sevilse de
sevilmese de cumhurbaşkanı’nı kaybetmiş olduklarına
üzülmüştü. çankaya köşkü’nde üzülmeyen tek kişi ise;
tanımadığı bir adamdan nakit beşyüzbin dolar para ile birlikte
küçük bir şişe alan; iki yıldır köşkte garsonluk ve temizlik
işlerine bakan, malatyalı, yani cumhurbaşkanı’nın hemşehrisi
genç sayılabilecek bir adamdı. üç dört kere kendisiyle buluşan
tanımadığı şahıstan dün akşam para ile birlikte küçük şişeyi
almış, sabah köşk’e gelirken şişeyi kilodunun içerisinde
saklayarak kapı aramasından yakalanmadan geçmiş, temizlik
için girdiği spor salonunda; kimseler görmeden şişeyi
çıkararak, ucundaki ince fırça aracılığı ile renksiz sıvıyı koşu
bandının tutamaklarına boydan boya sürmüştü. şişeyi veren
adam, içindeki sıvıyı sürdükten yaklaşık beş saat sonraya
kadar koşu bandının tutamaklarına dokunmamasını söylemişti.
beş saat sonra sürülen sıvıdan tek bir iz bile kalmayacaktı. bu
beş saatlik süre zaten hastane koşuşturması sırasında geçip
gitmişti.
* * *
son hazırlıkları gözden geçirirken duymuşlardı
televizyondaki haberi. cumhurbaşkanının hastaneye
kaldırıldığı ve durumunun iyi olmadığı haberi anons edilince
elindeki işi bırakmıştı bir süreliğine.şeref paşa ve muharrem
birlikte dinlemişlerdi haberleri ve gelişmeleri. ancak ikisi de
herhangi bir yorum yapmadı.
birkaç saat sonra sözal’ın vefat haberi gelince ikisinin
de canı belirgin şekilde sıkıldı. sözal’ın ölümü dengelerin
85
değişmesine, yaptıkları planların alt üst olmasına yol açabilirdi.
muhtemelen bir ay içerisinde cumhurbaşkanlığı seçimi
yapılacaktı ve aksi olmazsa süleyman çelikel,
başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına balıklama atlayacaktı.
“gap’ı gaptırmam” diyerek naralar atan ama gap’a bir tek çivi
çakmayan bu adamı sevmiyordu. 1960’lardan bu yana türkiye
siyasetinin olmazsa olmazlarından biriydi kurt politikacı. ama
sevmiyordu işte yine de. durmadan gürleyen ama asla
yağmayan bulutlara benzeyen adamları zaten hiç sevmemişti.
bu tür bulutlar güneşi engelleyip ısınmayı engellemekten
başka bir işe yaramıyorlardı. üç damla yağmur düşürse az bile
olsa faydası olurdu.
yerinden kalktı, siyah telefona doğru yürüdü. telefonun
yanına konmuş bir iki sayfalık küçük rehberden kara kuvvetleri
komutanı’nın konut telefonunu buldu. büyük siyah telefonun
ahizesini kaldırıp numaraları çevirdi. aklına bir şey gelmişti.
telefon çalmaya başlayınca ahizeyi biraz daha
kulağına yaklaştırdı. emniyetli görüşmeye gerek bile yoktu.
dördüncü çalışta telefon açıldı.
“efendim?” diyordu karşıdaki ses sorgucu bir tavırla.
“ismail, sen misin?” diye sordu karşısındaki sese.
konutta görevli askerlerden biri de açmış olabilirdi telefonu.
“evet benim, alamadım sesinizi, siz kimsiniz?”
“abicim ben senin alt kattaki zindan misafiri.”
“abi sen misin, kusura bakma alamadım sesini.
emniyetliye geçelim mi?” belirgin bir şekilde rahatlamıştı
karşısındaki ses kendini tanıyınca.
“yok gerek yok ismail, cumhurbaşkanı’nı duydun
sanırım. buraya bir uğrayabilir misin? şu işin adını koyalım
artık.”
“yarım saat sonra oradayım.” dedi kara kuvvetleri
komutanı.
“tamam görüşürüz ismail.” diyerek kapattı telefonu.
86
-kovboy-
“abiii, nolur dayan, gözünü seveyim beni bırakma, hastaheneye az kaldı, yalvarıyorum sana
dayan” diye haykırıyordu. güçlükle nefes aldığı görülen, portatif sedyede yatan badisine
seslenişleri, koca skorsky helikopterin pervanelerinin gürültüsü arasından bile
duyulabiliyordu.
üç yıldır özel kuvvetler komutanlığı’nda birlikte çalışıyorlardı. iki yıl kıdemliydi
kendisinden ama aralarında astlık üstlük ilişkisinden çok abi kardeş ilişkisi vardı. gerçi
hemen hemen bütün personelin arasındaki ilişki bu şekildeydi ama şu anda sedyede yatan
badisini gerçekten çok seviyordu.
yaklaşık 40 dakika önceydi saldırıya uğradıklarında. iki özel kuvvet timi, tunceli’nin
pülümür ilçesi kırsalında görevden dönüyorlardı. öğleye doğru mola verdikleri sırada, bir tim
çevre emniyet için tertibat alırken, yani hiç beklemedikleri bir anda saldırıya uğramışlardı. ilk
silah sesleri ve roket atışları ile birlikte derhal mevzi almışlar, taciz atışının yapıldığı karşı
tepelere doğru yoğun bir ateş baskısı oluşturmuşlardı. yaklaşık onbeş dakika sonra karşıdan
gelen ateş kesildiğinde hemen bir durum değerlendirmesi yapmışlardı. bu esnada kenan
başçavuş’un yaralandığını tespit etmişlerdi. halbuki çatışma sırasında badisine bir göz atmış,
elindeki dürbünlü kanas tüfeği ile atış yaptığını görünce sağlıklı olduğunu zannetmişti. tim
komutanlarından biri derhal telsizle helikopter istemişti. bu sırada timlerin sıhhiye
astsubayları kenan başçavuş’a ilk müdahaleyi yapmışlardı.
kanas tüfeğiyle adeta bütünleşen, onu çocuğu gibi seven kenan başçavuş’un kod adı
“kovboy” du. 1000 metreden bile nokta atışları yapan kovboy, nam salmıştı özel kuvvetler
içerisinde. oturup sorsalar, “güven atışlarında kimin atış yapmasını istersiniz?” diye, bütün
personelin söyleyeceği ilk isim kovboy olurdu. belirli bir mesafeden atış yapan kişinin
hedefinin yanında bir personel dikilir, hatta hedefe sarılır, atıcı ise uzak mesafelerden hedefe
atış yapardı. yakın mesafeden tabanca atışı çok fazla sorun olmuyordu. ancak 1000 metrelik
uzun mesafe keskin nişancı güven atışlarında devreye pek çok faktör giriyordu. atıcının
psikolojik durumundan, rüzgara, güneşin yüksekliğinden hava sıcaklığına kadar hemen
herşeyin ince ince hesaplanması gerekiyordu. 1000 metreden güven atışı yapan kovboy,
hedefteki arkadaşlarının ellerinde tuttuğu sigarayı vuruyordu.bir kere ıskalamıştı sigarayı bu
güne kadar. onda da, tam tetiğe basacağı sırada saatinin alarmı çalmış konsantresi
kaybolmuştu.
sedyede yatan karayağız adama tekrar baktı, başında bekleyen sıhhiye astsubayları aldığı üç
yaranın kanamasını durdurmuşlardı zorlukla da olsa ama çok kan kaybetmişti. üstelik iç
kanama da olabilirdi. gayri ihtiyari uzanıp elini tuttu. bir an tuttuğu elin, kendi elini sıktığını
görünce şaşırdı, arkadaşının yüzüne baktı. gözlerini açmış, ağzını oynatıyordu. kendine
gelmiş olabilir miydi bunca kan kaybından sonra. şaşkınlığını yenip, elini bırakmadan
kafasını arkadaşının ağzına doğru yaklaştırdı.
“sarı kafa.” diyordu güç duyulan bir sesle. kendi kod adıydı sarı kafa. kulağını iyice
yaklaştırdı kovboy’un ağzına doğru. “fatma, fatma beni bekliyor sarı kafa.” dediğini duydu
binbir zorlukla. cümlesinin devamını bekledi ama arkadaşının gözlerinin yine kapandığını
gördü bakınca. elini bırakmadı.
öyle çok anlatmıştı ki fatma’yı sanki kırk yıldır tanıyor gibiydi o da. ankara’daki
eğitimlerinde neredeyse hiç özel konulardan konuşmamışlardı badisiyle. ancak kuzey
ırak’taki irtibat noktasında kaldıkları iki ay boyunca dinlemişti fatma’yı. bir akşam vakti
kovboy’un “yenge hanımı her gün olmasa bile iki günde bir ara” demesiyle açılmıştı konu.
eş ve çocuklardan bahsederlerken “sen niye hiç evlenmedin abi?” diye sormuştu cevap
alamama ihtimaline rağmen.
“ben evliyim zaten kardeş” deyince çok şaşırmıştı. bekar olduğunu biliyordu oysa.
şaşkınlığını gören kovboy, önce bir kahkaha koparmış sonradan anlatmaya başlamıştı.
ilk yaralandığında, erzurum mareşal çakmak askeri hastanesi’ndeki tedavisi sırasında
tanımıştı kovboy fatma’yı. operasyonda ayağından vurulmuş, sağ ayağının liflerini koparan
kurşun hastanede çıkarılmış, bağların kendi kendini onarması için ayağı alçıya alınmıştı. iki
gündür yatıyordu hastanede. doktorların en az yirmi gün yatacağını söylediği hastanede ikinci
günün akşamıydı “siz eskişehirli misiniz?” diyen o billur sesi duyduğunda. ayağı askıda,
geriye yaslanmış vaziyette okuduğu gazeteden yüzünü kaldırıp bakmıştı sesin sahibini merak
ederek. kısa sayılabilecek boyda, çıtı pıtı, gözlüklü, beyaz kıyafetlerinin içerisinde daha da
bir güzel görünen beyaz tenli, şeker mi şeker bir hemşireydi elinde ağrı kesici şırıngayla
kendisine bakan. nurdan bir melek gördüğünü sanmıştı bir an için. şaşkın şaşkın kızın yüzüne
bakmış, neden sonra “evet, eskişehirliyim” diye cevaplamıştı hala soran gözlerle kendisine
bakan hemşireyi.
geriye kalan onsekiz gün boyunca gündüzleri ve fatma’nın nöbetçi olduğu akşamları uzun
uzadıya sohbetler etmişler, ayağı alçıdan çıkarılıp bir ay istirahatle taburcu edildikten sonra da
görüşmeye devam etmişlerdi. fatma için istirahatini erzurum’da geçirmiş, eskişehir’e
gitmemişti.
kendi deyimiyle, tertemiz, pırıl pırıl, lekesiz bir aşk yaşamışlardı. aşklarını kimseye
duyurmamışlar, birbirleri hakkında kötü söz çıkmaması için olağanüstü gayret sarfetmişlerdi.
aynı şehirde olmalarına ve kovboy görevde olmadığı zamanlarda neredeyse her akşam
görüşmelerine rağmen, aşk dolu, güzellik dolu mektuplar yazmışlardı birbirlerine. zarfın
üzerine fatma özcan yazarkenki heyecanı hiçbirşeyde duymadığını söylüyordu yaptıkları
sohbetlerde.
fakat bir yıl sonra, operasyona çıkmaya hazırlanırlarken rahatsızlanan ve mareşal çakmak
hastanesine sevk alan, timde görevli bir uzman çavuşla gönderdiği selam herşeyin bıçak gibi
bitivermesine sebep olmuştu. uzman çavuş fatma’yı bulmuş, ancak yanında dört hemşire
arkadaşı varken “kenan astsubayımın selamı var, kendinize çok iyi bakmanızı, sizi çok
özleyeceğini söylüyor” deyivermişti.
kovboy operasyondan dönünce ilk iş fatma’yı aramış, biricik aşkı fatma’dan “sakın bir daha
beni arama, rezil oldum senin yüzünden” laflarını duyunca şok olmuştu. ısrarları sonucu ertesi
gün buluşmuşlar, anlamsız bir şekilde aşklarını bitirmişlerdi fatma’nın isteğiyle. fatma’ya
“bir daha seni asla rahatsız etmem” diyerek söz verirken kendi kendine de asla başka birine
aşık olmama sözü vermişti.
yaklaşık dört ay sonra da eskişehir hava hastanesine tayini çıkmıştı fatma’nın. kendi
isteğiyle atama gördüğünü öğrenince bir kere daha yaralandığını söylemişti kovboy. dört ay
boyunca her fırsatta hastanenin ve evinin önünde neredeyse sabahlamış, kendini göstermeden
fatma’yı takip etmişti yağmur çamur dinlemeden.
en son, sekiz yıl önce, erzurum’dan otobüse binerken, arkasından o farketmese de el
sallarken gördüğünü söylemişti fatma’yı. o tarihten bu yana da verdiği sözü tutmuş, hiç
aramamıştı. bir tek haber bile alamamıştı fatma’dan.
“işte ben bu fatma ile evliyim sarı kafa” demişti şaşkın şaşkın dinleyen badisine. kuzey
ırak’ta çözülen dili hiç susmamıştı bir daha. tam bir yıldır sürekli fatma’yı anlatıyordu
arkadaşına. yani görüşmeyeli 9 yıl olmuştu. ayrıldıklarında kovboy 25, fatma ise 23
yaşındaydı.
geçen ay, mayıs’ın 14’nde tunceli’deki lojmanına uğramış, kapıyı çalıp “yenge kocanı bu
akşamlık esir alıyorum” demişti eşine. askeri gazinoya gidip biralar içerek kutlamışlardı
fatma’nın doğum gününü. fırsat bu fırsattır diyerek ağzını açmıştı sarı kafa.
“abi demişti, çok sevdiğini biliyorum. ama onun ne durumda olduğunu bilmiyorsun ki! belki
evlendi barklandı çoluk çocuk sahibi oldu.” deyivermişti laf arasında.
“olsun, evli olsun çoluk çocuk sahibi olsun, yeter ki mutlu huzurlu yaşasın” deyip kestirip
atmıştı kovboy. bir kere daha hayran olmuştu badisine bunu duyunca.
helikopterin yere inerken sarsılmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı sarı kafa. mareşal çakmak
hastanesinin avlusuna inmişti helikopter. yani büyük aşkın başladığı ve bittiği yere.
pervanenin dönüş hızı tehlikeli olmayacak şekilde yavaşlayıncaya kadar yaklaşık bir dakika
bekleyen pilotun kapı kilitlerini açmasıyla birlikte helikopterden atladı. aynı anda az
ötelerinde sedye, serum ve oksijen maskeleri ile bekleşmekte olan doktorlar da helikopterin
kapısına varmışlardı bile. yaralıyı büyük bir dikkatle helikopterden alıp sedyeye yatırdılar.
hemen oksijen maskesini ağzına dayayıp koluna serum şişesinin iğnesini sapladıktan sonra
koşar adım hastanenin acil girişine doğru koşturdular. kendisi de peşlerinden koşturdu.
yaralıyı sedye ile birlikte aldıkları acilin kapalı bir bölümünün perdesini çekerlerken kendisi
de içeri daldı. elini göğsüne koyup girişini engellemeye çalışan doktora öyle bir baktı ki
başındaki kırmızı beresinin daha da kızıllaştırdığı gözleriyle, adam itiraz edemedi.
sedyede yatan kovboy’un bütün elbiselerini keserek çıkardılar. sadece iç çamaşırıyla kaldı.
adeta çıplak vaziyette yatan arkadaşının vücudunu inceledi yaraları temizlemeye uğraşan
hemşirelerin arasından. kalbinin hemen altında bir, midesinin üzerinde de iki kurşun yarası
vardı. oluk oluk akmasa da hala kanıyordu yaralar. sağ göğsünde aralıklarla üç, dalağının
olduğu yerde bir eski kurşun yarasının daha izleri görünüyordu.
“kan grubunu tespit edin, iç kanaması var, başhekime de durumu iletelim, kolordu
komutanından ambulans uçak için izin alsın. gata’ya göndersek iyi olacak.” diyen doktorun
yüzüne baktı.kendisini engellemeye çalışan doktor perdeyi aralayıp koşar adımlarla çıktı gitti,
hemşirelerden biri de arkadaşının kanını sürdüğü cam gibi birşeyle yanından geçip gitti.
kendisi yokmuş gibi davranıp işlerini yapmaya çalışıyorlardı.
“siz gidip helikopteri bekletir misiniz?” diyen doktoru güç bela duydu. ne dediğini tam
anlamamıştı arkadaşının yaralarına bandaj yapmaya uğraşan hemşireyi izlerken. “efendim?”
diye doktorun yüzüne baktı.
“helikopteri bekletin, havaalanına ambulanstan daha hızlı gider helikopter. on dakika içinde
ambulans uçak için izin almış oluruz” diyen doktoru duyar duymaz fırladı. omuzunda asılı
m-16 tüfeği, belinde kocaman tabancası ve komando bıçağı, kemerine takılı şarjörler ve el
bombaları ile koridorda koşan kırmızı bereli adamı görenler hemen kenara çekilip yol açtılar.
deli gibi koşarak çok fazla uzakta olmayan, motorları stop etmiş helikoptere ulaştı. elini pilot
mahallinin kapısına atıp hızla kapıyı açtı.
“havaalanına gideceğiz.” dedi elindeki formu doldurmaya ulaşan yardımcı pilot üsteğmene.
“havaalanına mı?” diye sordu yardımcı pilot.
“evet, yaralı gata’ya gidecek. ambulans uçak için izin alacaklar şimdi kolordu
komutanından”.
“iyi ama, bizim hemen geri dönmemiz lazım, pilotla teknisyen kantine gittiler. sonra
havalanıyoruz, sizi bekleyemeyiz” dedi.
hiç beklenmedik bir şey yaptı sarı kafa. ani bir hareketle belindeki tabancayı çekip
üsteğmenin şakağına dayadı. üstüne karşı silah çekmiş oluyordu ama umrunda değildi. “bana
bak pilot efendi, eğer bu zımbırtı yaralıyı alıp havalanmayacaksa, asla havalanmayacak.”
dedi. ses tonu, köse suratına yakışmayacak kadar sert çıkmıştı.
“tamam astsubayım tamam, çekin şu silahı burnumun dibinden. ben motorları çalıştırayım.
sesi duyan pilotla teknisyen hemen gelirler zaten. ayrıca yaralı geldiğinde kalkışa hazır
oluruz.” pilot yelkenleri suya indirmişti. hem kafasına dayalı silah, hem de sert çıkışı etkisini
göstermişti.
bir damla ter, pilotun ensesinden aşağıya yuvarlanırken, bir sürü düğmeye basmasını izledi.
önce ince bir vızıltı, sonra bir vınlama sesi duyuldu. hemen arkasından da motorlar çalıştı ve
pervaneler yavaşça hızlanarak dönmeye başladı. kapıyı kapatıp acile doğru döndüğü anda
aceleci adımlarla kendilerine doğru yürüyen, tulumlu pilot ile teknisyen astsubayı gördü.
onlara doğru birkaç adım atmıştı ki sedyeyle acilin kapısından çıkarılan kovboy’u farketti.
yanında timlerin sağlıkçı astsubayları da vardı.
yanından bir şey söylemeden geçen pilot yüzbaşı ile teknisyen astsubay yardımcı pilotla kısa
bir konuşma yaptılar. pilot yerini alırken teknisyen astsubay helikopterin yan kapısını açtı,
kendilerine doğru getirilmekte olan yaralıyı beklemeye başladı.
sedyenin başında gelen doktor, “uçak bekliyor, bir doktorla iki hemşire var uçakta, bunları
siz tutar mısınız uçağa varıncaya kadar?” diyordu hemşirenin elindeki kan ve serum
torbalarını gösterirken. hiç düşünmeden “tabii tutarım” diye cevapladı doktoru. “yüksekte
tutmanız yeterli” dedi doktor sadece.
sağlıkçı astsubaylara döndü sarı kafa. “ abi siz burdan bir şekilde dönersiniz artık. tim
komutanına haber verin gata’ya gittiğimizi. ben yanında gidiyorum. şunu da götürün,
ötekiler bana sıkıntı yaratmaz” diyordu omuzundan çıkardığı tüfeği sağlıkçılardan birine
uzatırken. diğer sağlıkçıdan da kovboy’un şahsi eşyalarını aldı.
* * *
kapının açıldığını hissedince, tilki uykusunda olduğu sandalyeden başını kaldırdı. ellerini
göğsüne kavuşturmuş uyumuştu oturduğu yerde. gece en son saate baktığında sabahın
dördüydü saat. akşamüzeri güvercinlik havaalanına ulaşmışlar, bekleyen helikopterle
gata’ya nakledilmişlerdi. hiç bekletilmeden ameliyata alınmış, akşam 18.30 da başlayan
ameliyat gece 23’te bitmişti. doktorların telkinlerini “sürekli bir doktor gözetiminde olacak,
başında 24 saat hemşire bekleyecek” türünden açıklamalarını dikkate bile almamış, inatla onla
birlikte kalacağını söylemişti. özel bir odaya alınan, ağzından burnundan hortumlar çıkan,
koluna serum ve kan bağlı, kafasından ve göğsünden çıkan tellerin bir sürü makinaya girdiği
arkadaşının başından kimsenin ayırmaya yeltenmemesi konusunda ısrarcı olmuştu.
sürekli kan torbasını ve serum şişesini, ne işe yaradığını bilmediği bir sürü aleti kontrol edip
duran hemşirenin varlığının verdiği rahatlık, onca koşuşturmanın verdiği yorgunluk, düt düt
ötüp duran aletlerden birinin çıkardığı yeknesaklık yüzünden sabah saat dörtten sonra
oturduğu yerde uyumuştu.
kapının açılmasını hissedince kaldırdığı başını kapıya çevirdi. uyku sersemi olmasına
rağmen içeri giren en öndeki adamın omuzundaki ayyıldız içerisindeki çapraz kılıcı,
yanındaki iki yıldızı, yakasındaki kırmızı spoletin üzerindeki işareti seçebildi. adamın yüzüne
baktı. özel kuvvetler komutanı tümgeneral tekin alan’dı gelen. hemen yerinden fırladı
gürültü yapmadan, esas duruşa geçti. kendisinin yerinden fırladığını gören hemşire de ayağa
kalktı. dün geceki hemşire değildi bu. değişmişlerdi anlaşılan.
“merhaba astsubayım” diyordu komutan elini uzatırken.
“başçavuş alper, sarı kafa komutanım.” diyerek hem kendini tanıttı hem kod adını söyledi
komutanın uzattığı eli sıkarken.
“sağol alper, hemşire hanım günaydın, ben tümgeneral tekin alan” diyerek kendilerini
izlemekte olan hemşireye de elini uzattı.
“teşekkürler komutanım, hemşire fatma” diyerek kendini tanıttı hemşire de komutanın elini
nazikçe sıkarken. hemşirenin sesinin çok güzel ancak çok da yorgun veya kırgın olduğunu
anladı sarı kafa. her konuda olduğu gibi insan psikolojisi üzerinde de eğitimleri vardı.
“durum nedir sarı kafa? neler oldu?” çok hafif bir sesle konuşuyordu komutan. kısa
cümlelerle uğradıkları tacizi, sonrasındaki gelişmeleri, hastaneye gelişlerini bir çırpıda
komutana aktardı esas duruşunu bozmadan.
sözünü kesmeden başını yere eğmiş vaziyette dinleyen komutan, arkasına doğru döndü, emir
astsubayının yanında dikilmekte olan beyaz kıyafetli doktora baktı. üniformasının üst cebine
iliştirilmiş yeşil plakadan albay olduğu anlaşılıyordu.
“albayım, yaralımızın durumu nedir?” diye doktora sordu.
“sayın komutanım, elimizden gelen herşeyi yaptık” diyordu doktor klasik cevabı verirken.
“oldukça fazla kan kaybetmiş, kan verdik, zorlukla da olsa iç kanamayı durdurduk. şu anda
kan basıncı çok düşük komutanım, nabzı da olması gerekenin yarısı kadar. gördüğünüz gibi
yaşam destek ünitesine bağlı. şu anda kesin bir şey söylememiz maalesef mümkün değil.
kurtulabilir de, korkarım ama vefat da edebilir. bünyesi oldukça sağlam görünüyor ancak
dediğim gibi kan kaybı çok fazla olmuş. beyinde herhangi bir fiziki zarar yok ancak koma
halinden hiç çıkamayabilir, ya da çok uzun sürebilir. bilemiyoruz şu an komutanım.”
oldukça umutsuz konuşmuştu doktor. yay gibi gerildiğini hissetti sarı kafa, iyileşinceye
kadar badisinin yanından ayrılmayacaktı.
“hadi kenan, hadi benim kovboy’um.” diyordu yaralının yanına yaklaşıp kulağına doğru
eğilen komutan. “sen benim aslanımsın, az mı tepindik kuzey ırak’ta senle. sen apo’yu
getiren adamsın kovboy, böyle bizi bırakıp gidemezsin. sakın ha, sakın.” komutanın
söylediklerini duyunca bir şok daha geçirdi sarı kafa. meğerse kovboy, komutanla omuz
omuza göreve çıkmıştı ve apo denen şerefsizi kenya’dan getirenlerden biriydi. deli gibiydi
zaten bu herif. “abi kendini ateşe atma” diye kaç kere söylemişti badisine.” benim bir
beklentim yok sarı kafa, zarar görecek varsa o da ben olayım” diyerek en olmayacak işlere
havada zıplıyordu. sevdiğinden ayrıldığından beri böyle davrandığına emindi.
kovboy’un yanından ayrılan komutanın gözlerindeki nem farkedilmeyecek gibi değildi.
halbuki tümgeneral tekin alan, acımasızlığıyla ün yapmıştı. duygusuz deniyordu
kendisine alt kademelerde. bu güne kadar ne güldüğünü ne ağladığını gören olmamıştı. duvar
gibi adamdı. ama şimdi gözleri nemliydi bu duygusuzlukla itham edilen adamın. gözlerinin
içine bakınca göz göze geldiler komutanla. “ne söyleyeceksen söyle.” der gibi bakıyordu.
“komutanım, müsaade ederseniz iyileşinceye kadar badimin yanında kalmak istiyorum” dedi
komutanın soran gözlerine karşılık olarak.
“sen evli değil misin alper? eşin, çocuğun ne olacak?” izin verecek gibiydi.
“komutanım, dün ameliyat sürerken eşimle görüştüm, durumu izah ettim; zaten kovboy’la
ailece tanışıyoruz. anlayış gösterdi eşim. o kendi başının çaresine bakar. arkadaşları da
aradım, sivil kıyafet getirecekler bana, teçhizatımı da alacaklar” diye cevapladı komutanını.
komutan o anda farketti sanki sarı kafa’nın kıyafetini. savaşa gider gibi tam teçhizattı
gerçekten de. “iyi tamam, hastanede böyle her tarafın silah dolu dolaşman uygun olmaz.
kalabilirsin. ben alay komutanına söylerim, seni idari izinli gösterirler. bir sıkıntı olursa
doğrudan bana ulaş.” diyerek sağ üst cebinden çıkardığı bir kartı karşısında duran astsubaya
uzattı.
“emredersiniz komutanım” dedi aldığı karta bakmadan. sesinde mutluluk vardı. badisinin
yanından ayrılmayacaktı.
“arkadaşlar” diyerek sözlerine devam etti komutan. az önceki duygusallığından eser
kalmamıştı. robot gibi konuşuyordu adeta. doktora dönmüştü. “söylediklerimi duydunuz
sanırım, bu odanın dışına çıkmamalı.astsubayım sürekli yaralımızın başında kalacak, odaya
giren çıkan doktor ve hemşireleri lütfen titizlikle uyarın albayım. şu yatakta yatan aslan
parçası benim için gerçekten çok değerli. elinizden gelen bütün gayreti bekliyorum sizden,
sıradışı bir şey olursa bana çekinmeden iletebilirsiniz, ben gata komutanı ile görüşürüm.”
komutan herkesle tekrar tokalaşıp yatakta yatan yaralıya bir kez daha baktıktan sonra
peşindeki emir astsubayıyla beraber çıktı gitti. birkaç saniye sonra, komutanı uğurlayan
doktor albay geriye döndü.
“mustafa hocam, uygun görürseniz ben gönüllüyüm yaralının başında kalmaya”
hemşireydi konuşan. zor bir göreve balıklama atlaması sarı kafa’nın garibine gitmesine
rağmen karışmadı. bir bildiği olmalıydı.
“ama fatma hanım, sizin çocuğunuz var.” doktor sanki pek taraftar değildi hemşirenin
teklifine.
“annem var mustafa bey, oğluma bakar o.” ısrarcıydı hemşire.
“iyi peki o zaman siz bilirsiniz, esin hemşireyi de buraya görevlendirelim, onla değişmeli
olarak ilgilenirsiniz yaralımızla.” sonunda doktor da ikna olmuştu. cihazları şöyle bir kontrol
ettikten sonra odadan çıktı.
“neden ısrar ettiniz hemşire hanım? sanırım zor bir zaman dilimi olacak sizin için” aklına bir
kurt düşmüştü açıkçası. hemşirenin adı fatma idi ama cebindeki isimlikte soyadı
gümüştekin olarak yazılıydı. kovboy’un fatma’sı olabilir miydi ki bu hemşire? güzelce
bir kadındı açıkçası. resmini hiç göstermemişti kovboy “bende resmi yok, hafızamda kayıtlı
sadece” demişti.yaşı da otuzlu yaşlardı hemşirenin. ancak soyadı farklıydı, ayrıca doktora
söylediğine göre bir oğlu vardı. yok yok olamazdı, onca büyük aşk yaşayanlardan biri
evlenmemişti, ötekinin de evlenmemiş olması gerekiyordu doğal olarak. sıyırdı attı düşünceyi
kafasından. hemşirenin vereceği cevap da önemliydi tabii.
“komutanımızın söylediklerini duydum. apo denen teröristi getirenlerden biriymiş. bir an
borçlu gibi hissettim kendimi. böyle yüksek bir hizmette bulunan bir şahsa yardımcı
olabilmek bana hem gurur hem huzur verir. o yüzden gönüllü oldum.” diyordu ama gözlerine
bakmamıştı bunları söylerken. gözlerini göremediği için doğru söyleyip söylemediğini
anlayamadı ama açıklaması mantıklıydı. iyice ikna oldu, bu kovboy’un fatma’sı olamazdı.
“teşekkürler” deyip elini uzattı.”bir süre beraber kalacağız demektir fatma hanım,
komutanımızın söylediği sırada ismimi duymuşsunuzdur, ben alper, sarı kafa’dır diğer
adım.”
hemşire astsubayın uzattığı eli sıkarken “ ben sadece fatma” dedi hafifçe gülümseyerek. çok
kısa ve zoraki bir gülümsemeydi ama.
* * *
“nasıl birisidir?” diye soruyordu fatma hemşire. dört gündür buradaydılar. esin hemşire
denen genç hemşire ile değişmeli olarak 24 saat boyunca kovboy’un başında kalıyorlardı.
esin hemşire çok genç biriydi ve fazla konuşkan değildi. işini yapıyor; cihazları kontrol edip
tansiyon ölçüyor, üç saatte bir yapılan iğneyi yapıyor, hasta takip kartına notlarını ekliyor,
sonra yanında getirdiği kitabı okuyordu. fatma hemşire de aynı titizlikle işini yapıyor, sonra
yaralının başına geçip oturuyor, dudaklarının kıpırdamasından anladığı kadarıyla dualar
ediyordu. gerçekten de, vatanı için canını tehlikeye atmış birine yardım etmenin hazzını
duyar gibiydi.
sarı kafa’nın iki kat aşağıdaki kantinden getirdiği çayları içiyorlardı fatma hemşire bu
soruyu sorduğunda. temin ettikleri portatif yatağı toplamış köşeye yaslamış, sandalyesini
yaralının bir yanına koyup oturmuştu. sandalyede uyumak zor olduğundan portatif yatak
adeta ilaç gibi gelmişti. komutanla aynı gün gelen arkadaşlarına teçhizatını teslim etmiş,
kıyafetlerini değiştirerek sivil kıyafetlerini giymişti. arada sırada sohbet ediyorlardı kısa da
olsa. fatma hemşirenin eşinin kanserden vefat ettiğini öğrenmişti. bir oğlu vardı altı yaşında.
üç yıldır öksüzdü. üstün körü de olsa kendinden bahsetmişti sarı kafa. kısa süreli
konuşmalardan birinde çaktırmadan erzurum’da görev yapıp yapmadığını sormuştu
hemşireye. hala şüphe vardı kafasında. hayır yanıtını alınca en son soru işaretleri de silinip
gitmişti kafasından.
“mükemmel bir insandır.” diyerek cevapladı hemşireyi, elindeki bardaktan bir yudum
aldıktan sonra.”ölüme bile onla rahatça gidebilirsiniz, sırtınızı rahatça ona yaslayabilirsiniz,
neşeli esprili birisidir, güler durur her zaman. gözü de karadır haa. en olmayacak işleri
yapar, attığını da vurur. övünürüz biz onla ama o hiç önemsemez. kendim kadar tanıdığımı
sanırdım onu ama benim bile haberim yoktu apo şerefsizini getirenlerden biri olduğundan.”
“dilerim allah dualarımı kabul eder de iyileşir. her gün dua ediyorum bu vatansever için.”
dikkatle dinlemişti hemşire. çayından bir yudum aldı. “yalnız mı peki? annesi, babası eşi
filan yok mu? dört gündür iş arkadaşlarından başka gelen görmedim de ondan soruyorum.”
sıradan bir soru sorar gibiydi.
“derin bir yaraya dokundunuz hemşire hanım” dedi kadının gözlerine bakarak.
“neden?” diye sordu hemşire bu sefer gözlerini kaçırmadan.
“bu dağ gibi adamın, bu güleç adamın içinde de yaralar var herkeste olduğu gibi. ben de
yıllar sonra öğrendim. altı yıl kadar önce annesiyle babası traktörle tarladan gelirken,
hemzemin geçitte tren çarpması sonucu ikisi birden ölmüşler. bir sevdiği varmış yıllar
öncesinden. çok büyük aşk yaşamışlar. ama öyle böyle değil, gerçekten çok sevmiş. fakat
bir aksilik olmuş, ayrılmak zorunda kalmışlar. günlerce, aylarca takip etmiş onu haber
vermeden. tesadüf ya onun da adı fatma ve o da hemşire. gözyaşları içinde el sallayarak
uğurlamış onu bindiği otobüsle, kadının haberi olmadan. bir daha arayıp sormamış söz
verdiği için. fatma’sı da onu aramamış bir kez olsun.onu anlatır durur bana. hala çok
sevdiğine adım gibi eminim. “ben onla evliyim kardeş, ruhum da gönlüm de kalbim de ondan
başka herkese kapalı” derdi sık sık.”
son cümleyi söylediğinde hemşirenin titrediğini hissetti. kadın elindeki çay fincanını etejere
bıraktı. kısa bir süre suskunluktan sonra “kusura bakmayın heyecanlandım, içim titredi. bu
zamanda böyle aşklar yok sanırdım ben de.” sesinde herhangi bir anlam yüklü değildi.
gözlerine baktı ama en ufak bir ışık dahi yakalayamadı. emin olmuştu iyice. bu kadınla
kovboy’un fatma’sı arasında hiçbir bağlantı yoktu.
* * *
müthiş bir rüyaydı gördüğü. inanılmaz güzellikte bir kırda dolaşıyordu. papatyalar, nergisler,
gelincikler, yabani menekşelerle doluydu her taraf. yaseminlerin kokusu her tarafı sarmıştı.
rengarenk kelebekler bir çiçekten başka bir çiçeğe konarak uçuşuyor, yüzlerce kuş adeta koca
bir orkestra gibi ötüp duruyordu. kollarını açmış yürürken müthiş bir ses duydu bunca
güzelliğin arasından. billur gibi bir ses duyuluyordu uzaklardan. sanki cennet ırmaklarının
şırıltısı gibi güzel ve buğuluydu. sese doğru yöneldi. adımlarını hızlandırdı. bütün kuşların
sustuğunu o anda farketti. bütün doğa bu sesi dinliyordu şimdi. iyice kulak kabarttı sese
doğru yürürken. bir türküydü bu. evet evet türküydü, daha önce duyduğu bir türkü.
yarim senden ayrılalı
hayli zaman oldu gel gel
bak gözümden akan yaşa
abu revan oldu gel gel
böyle m’olur küsüp gitmek
seni seveni terk etmek
haram oldu yemek içmek
işim figan oldu gel gel
kul aşıktan haber almaya
halinden haber sormaya
yetiş namazım kılmaya
seni seven öldü gel gel.
ses şu karşiki koca ağacın altından geliyordu. o yöne doğru yürüdü. ağaca sırtını yaslamış
bir adam gördü. bu, bu adam kovboy’du. yanında oturan, başını omzuna dayamış kadının
saçlarını okşarken söylediği türküyü dinliyordu. kadına baktı. o anda darmadağın oluverdi bu
güzel rüya.
gözlerini açtı. sabahın güneşi odaya doluyordu. rüyadan uyanmıştı. rüyadaki kadını
tanımıştı. kalkıp boğazına sarılmak geçti içinden kovboy’u bu kadar yaralayan kadının, ama
kıpırdamadı. rüyadaki ses aynen kulaklarındaydı hala, aynı türkünün son kıtasını söylüyordu
zor duyulur bir sesle.
kul aşıktan haber almaya
halinden haber sormaya
yetiş namazım kılmaya
seni seven öldü gel gel.
hemen arkasından belli belirsiz hıçkırıklar duydu derin bir iç çekişle beraber. kısa bir
sessizlikten sonra kadının sesi tekrar duyuldu.
“kenanım” diyordu. “kenanım, ne olur gözlerini aç. biliyorum koca bebeğim, çok hatalıyım
birtanem. ama sevdiceğim, o arkadaşın herkesin içinde senden haber getirince bana, boynum
bükülüverdi arkadaşlarımın arasında. ister istemez sana tepki gösterdim koca bebeğim. hata
yaptığımı sonradan anladım koca bebeğim, ama dönemedim de sözümden. sen hep derdin ya
“sözünü tutmayana adam demezler” diye, sözümü tutmak zorunda kaldım işte. tükürdüğümü
yalayamadım. bunca acı çekeceğimi bilsem hiç böyle davranır mıydım yiğidim?”
kısa bir sessizlik oldu, dikkatle dinliyordu şimdi hıçkırıkları yüzünden kesik kesik konuşan
kadını. içindeki kızgınlık, yerini derin bir üzüntüye bırakmıştı.
“senden ayrıldıktan iki sene sonra, babamın zoruyla evlenmek zorunda kaldım koca bebeğim.
sevmemiştim kocamı. çünkü yüreğim senle doluydu yiğidim. bir oğlum oldu kenanım.
adını verdim ona, iki kenanım vardı artık benim. şimdi altı yaşında. üç yaşında babasız
kaldı yavrucağım. kanserden kaybettim eşimi, gençti daha. sevmemiştim onu ama çok da iyi
biriydi. o beni çok seviyordu ama. anlatmıştım seni de. bana yazdığın mektupları da
okumuştuk birlikte göz yaşları içinde. bir gün “kalk gidip bulalım, ben senden ayrılmaya
razıyım, yeter ki sen mutlu ol” demişti bana. çok isterdim ama yapamadım. kendime
yakıştıramadım. kanserden kaybettim üç sene önce. yavrucağımla kalakaldım bir başıma,
aramak istedim seni; nerden bulurum, kime sorarım bilemedim. evli misin değil misin
bilemedim. yavruma, kenanıma sarıldım, onla avundum. bir yıl sonra da babamı kaybettim.
annem söyledi sonradan, meğerse eşim gitmiş babama anlatmış herşeyi kanser olduğunu
öğrendikten sonra. babam kahrolmuş zorla onla evlendirdiği için. bir yıl boyunca kendi
kendini yemiş rahmetli babam. veremden kaybettik onu da. annem ve kenanımla yaşıyorum
şimdi her an senin adını anarak yiğidim.”
burnunu çekti konuşmasına ara vererek. konuşmasına ara vermişti ama ağlaması
durmuyordu kadının. kendi gözlerinin de nemlendiğini hissetti. bir aşk bu kadar mı büyük
olurdu, bir ayrılık bu kadar mı acı verirdi insana?
“haydi kenanım, duy sesimi, aç gözlerini artık. bak en sevdiğin türküyü söyledim sana.
yalvarırım duy sesimi. yıllarca yalvardım allah’ıma, bir mucize olsun da karşıma tekrar
çıkarsın seni diye. böyle mi çıkacaktın karşıma yiğidim? başında oturup gözyaşları mı
dökecektim çaresiz? o kurşunlar bana saplanaydı da seni bu hallerde görmeyeydim kenanım.
yiğidim, birtanem aç gözlerini ne olur? allah benim canımı alsın, ben öleyim senin yerine de
sen gözlerini aç yeter ki yalvarırım koca bebeğim.”
fırladı oturdu portatif yatağının kenarına. dayanamamıştı. ellerini başının arasına aldı hüngür
hüngür ağlamaya başladı. iki kişinin hıçkırıkları birbirine karışmıştı şimdi odada. biri
kovboy’un başında, biri kendi portatif yatağının üzerinde ağlarlarken, kalp ritmini ölçen
cihazın sesi değişmeye başladı. çıkardığı tiz sesin aralıkları artmaya başlayınca ikisinin de
hıçkırıkları zayıfladı.
sarı kafa yatağından kalkıp gözyaşlarını silerek fatma’ya doğru yaklaştı. gözü makinadaydı.
zikzaklı çizgilerin aralıkları düşmeye başlamıştı. ses giderek daha hızlanırken, yeşil ekranın
köşesinde yazan rakamlar da yavaşça yükseliyordu. 22 gündür 30-35 arasında görmeye
alıştıkları ekran şimdi 43’ü gösteriyordu. ve gittikçe de yükseliyordu. 45 olmuştu işte.
“neler oluyor yenge?” diye sordu. yenge lafı gayri ihtiyari çıkmıştı ağzından. ne o ne de
hemşire umursamadı bile, bütün dikkatleri ekrandaydı.
“bilmiyorum ki ben de.” diye cevapladı başında dikilen adamı yüzüne hiç bakmadan.. hala
gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “doktorları çağırır mısınız?” diyordu sesindeki heyecanı
bastırmaya çalışırken. ekran 49’u gösteriyordu.
altındaki eşofmana aldırmadan kapıdan fırladı gözündeki yaşları elinin tersiyle silerken.
“doktor” diye bağırıyordu koridorda. önce bir tepki olmadı, ancak çok kısa süre sonra
koridorda bir hareketlilik başladı. odaya ilk giren sarı kafa’ydı. yapacağını yapmış
doktorları ayaklandırıp koşar adım odaya dönmüştü. yatağın diğer tarafına geçti. hemen
arkasından da doktorlar içeriye doluştu. başlarında mustafa albay olmak üzere üç doktor, beş
hemşire bir anda içeri girivermişti.
sarı kafa yatağın öbür tarafına çökmüş adeta yalvaran gözlerle makinaya bakıyordu. fatma
hemşire ise hasta yatağındaki adamın sol elini, ellerinin içerisine almış, gözyaşları içinde
umutlu gözlerle yeşil ekrana dikmişti gözünü. hepsi şaşkındı. doktorlar pek umutlu değillerdi
açıkçası, hiçbir müdahaleye, hiçbir ilaca tepki alamamışlardı 22 gündür. ama adeta bir
mucize gerçekleşiyordu gözlerinin önünde. ekrandaki rakam 61’di. biraz yavaşlasa da yine
de yükseliyordu rakam. bu kan basıncının normale döndüğü, nabzın olması gereken seviyeye
doğru çıktığının işaretiydi.
“kenaann.” diyen fatma hemşireyi duyunca herkesin gözü hastaya doğru döndü.”elimi sıktın
kenan, yalvarırım aç gözlerini yiğidim.”diyordu kadın artık gözyaşlarını ve hıçkırıklarını
salıvermişti. ve bir anda kovboy’un gözleri açıldı. ayaktaki hemşireler ellerini şaşkınlıkla
ağızlarına götürmüşlerdi, sarı kafa’nın gözlerinden yaş damlaları düşüyordu yatağın
kenarına. doktorlar hastaya doğru bir adım atarlarken kovboy boşta kalan sağ elini yavaşça
kaldırdı, belli belirsiz şekilde eliyle ağzını işaret etti.
mustafa albay anladı neler olduğunu, konuşmak istiyordu. “çıkarın.” dedi yanındaki diğer iki
doktora hiç düşünmeden. adamın ağzına burnuna giren hortumları işaret ediyordu. konuşmak
isteyen hasta, hortumlar yüzünden konuşamıyordu. hemen hastanın yanına seğirten iki genç
doktor hızla ama çok dikkatli bir şekilde hortumları çıkardılar. mustafa albay elindeki
steteskopla hastaya doğru yaklaşıyordu ki kovboy elini kaldırıp durmasını işaret etti.
“mustafa hoca, uğraşma, iznim yok.” diyordu zor duyulan bir sesle.herkes bir kere daha şoka
giriyordu. doktorun adını bilmesine imkan yoktu, çünkü geldiği günden beri, tam 22 gündür
komadaydı.
“sarı kafa, şu perdeyi biraz kapat, gözlerim.” dedi yine güçlükle. perdeyi kapatıp gelen sarı
kafa’nın elini tuttu sağ eliyle. fazla güçlü değildi ama hafifçe sıkıyordu elini. sol eli ise
fatma’nın avuçlarının içindeydi.
“fatmam, yaşam sebebim.” gözlerini yanı başında ağlayan kadına çevirmişti.odadaki 11
kişiden ağlamayan tek kişi kovboy’du. “9 yıldır dualar ettim senin için, mutlu olman için.
kadermiş yaşadıklarımız, elden bir şey gelmezdi. sonunda allah seni karşıma çıkardı. işte
yanımdasın, işte ellerin yine elimde, işte yine o güzel zeytin gözlerine bakıyorum tatlım.”
kısa süreli bir sessizlik oldu. “22 gündür başımda iki melek bekliyor gülüm.” hepsi
şaşkınlıktan düşmek üzereydiler. bir yandan ağlıyorlar bir yandan da şahit oldukları mucizeye
şaşırıyorlardı. ne kadar süredir komada olduğunu bilmesi mümkün değildi çünkü. “biri
sensin bebeğim. öteki ise gerçekten nurdan bir melek. senin sesini, dualarını o getirdi bana.
cennetten duydum sesini.türkü söylemeye başlayınca bütün kainat senin sesini dinledi
gülüm.”
“sonra bana yarenlik eden şu melek kısa bir iznimin olduğunu söyledi.” bunu derken gözleri
odanın içerisine, boşluğa döndü bir an için. “kavuştuk ya, sesini yine duydum ya daha başka
birşeycik istemem. yanında şehit olmak da varmış. söylediklerinin hepsini duydum gülüm. “
kısa bir süre daha sustu. yorulmuştu. odada hıçkırık seslerinden ve 59’u gösteren yeşil
ekranlı makinadan gelen seslerden başka çıt çıkmadı bir an. “mutlu olmanı istiyorum gülüm.
adımı verdiğin oğluna iyi bakmanı istiyorum senden. beni affet, ben seni affettim.” tekrar
sustu. fatma’nın cevabını beklemedi. “seninle yaşadım ben yıllardır, o kadar mutluyum ki.
mutluyum çünkü bunca yıl seninle yaşadım, şimdi ise kollarında ölüyorum.”
yine sessizliğe büründü ortalık. hıçkırıklar da sessizleşmişti bir an için. yeşil ekranında 47’yi
gösteren makine de suskunlaşmıştı sanki. “cennette beni bekleyen bir sarayım var şimdi.
iznim bu kadar. hepiniz hakkınızı helal edin.” dedi ve sustu.ekrandaki rakam 41’i
gösterdiğinde gözleri kapandı. artık hıçkırıklar salıverilmiş, gözlerden yanaklara dökülen
yaşlara engel olma çabalarından vazgeçilmişti.
biri arkadaşının, biri sevdiğinin avuçlarında olan elleri biraz gevşedi. ekranda 36 rakamı
görülürken bir anda gözleri tekrar açıldı. odanın köşesindeki boşluğa doğru bakıyordu şimdi.
“haydi gidelim.” dedi bilinmeyen birine. sonra gözleri tekrar kapandı.
odada hıçkırıklardan başka, derin derin iç çekişlerden başka ses duyulmuyordu artık.
makinanın sesi kesilmiş, ekranında düz bir çizgi ve sıfır rakamı belirmişti.
bir sürü şahidin önünde; inanılmaz bir mucizeyle birlikte acı bir aşk hikayesi sona
kripto bçvş.